İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.282
  • 223.324
  • 28.282
  • 223.324
# 18 May 2015 19:24:54
KARINCA MİSALİ...

Bir gün yere bir damla bal düştü.
Küçük bir karınca geldi balın tadına baktı ve gitti.
Bal hoşuna gitmişti.
Bir zaman sonra tekrar geldi,biraz daha yedi gitmek istedi ama bal lezzetli gelmişti bir türlü bırakamadı.
Kendini balın lezzetine kaptırdı ve bal damlasının içine girdi ancak çıkmak isteyince buna güç yetiremedi,debelendikçe daha da battı ve balın içinde can verdi.
Karınca biraz bal ile yetinseydi elbette ölmeyecekti.
Hikmet ehli der ki;
Dünya büyük bir bal damlasıdır.
Kim ondan yetecek kadarıyla iktifa ederse kurtulur.
Kim de ona dalarsa, karınca misali battıkça batar ve helak olur.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.282
  • 223.324
  • 28.282
  • 223.324
# 19 May 2015 08:46:08
Kuru Hurma Kütüğünün Ağlaması | Bir Kıssa Bin Hisse

“Peygamber Efendimiz (asm) Mescid-i Şerifte hutbe verirken dayandığı hurma ağacından olan kuru bir direk vardı. Daha sonrasında minber yapılınca Efendimiz (asm) hutbe verdiği zaman onun üzerine çıkıp hutbeye başladı. Tam bu esnada artık üzerinde hutbe okunmayan kuru direk deve gibi inleyerek ağladı. Ağlama sesini bütün cemaat işitti. Bunun üzerine

Efendimiz (asm) minberden inerek direğin yanına geldi, elini üstüne koydu, onunla konuştu teselli verdi. Direğin ağlama sesi bunun üzerine kesildi.”[1]

Sehl ibni Sa’d, bu mucizeyi naklederken der ki: “Direğin ağlaması üzerine, cemaatin içinde de ağlamalar çoğaldı.” Diğer bir rivayette[2], Allah Resulü (asm) direğin ağlamasını “Onun yanında okunan zikir ve hutbedeki İlâhî zikirlerden ayrı kaldığı için ağladı.” şeklinde açıklamıştır.

Diğer bir rivayette de[3] Efendimizin (asm) “Ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, bu ayrılıktan dolayı kıyamete kadar böyle ağlaması devam edecekti.” dediği rivayet edilmektedir.

Hazreti Büreyde’nin rivayetinde der ki: Direk ağladıktan sonra, Allah Resulü (asm) elini üstüne koyup ona dedi ki:

“İstersen seni eski yerine nakledeyim. Orada kök salar, büyüyüp gelişirsin, yaprakların tazelenir ve defalarca meyve verirsin. Eğer cenneti istersen seni cennette dikeyim; orada meyvelerinden Allah’ın sevgili kulları yer.” Ardından direk cevap verdi, verdiği cevabı yanındaki sahabeler duydular. Direk dedi ki: “Cennette beni dik ki, benim meyvelerimden, Cenâb-ı Hakk’ın sevgili kulları yesin. Hem bir mekân ki, orada bekà bulup, çürümek yoktur.” Allah Resulü (asm) ona “Öyle yaptım.” diye cevap verdi. Sonra sahabelerine dedi ki: “Bâki olan âhireti fâni dünyaya tercih etti.”

Hazreti Übeyy ibni Kâ’b der ki: Bu harika hadiseden sonra Allah Resulü (asm) emretti ki, “Direk minberin altına konulsun.” Mescid-i Şerif’in tamirine kadar minberin altında kaldı. O zaman Hazreti Übeyy ibni Kâ’b yanına aldı; çürüyünceye kadar muhafaza edildi.[4]

Meşhur Hasan-ı Basrî, şu hadiseyi talebelerine ders verdiği vakit ağlardı ve derdi ki:

“Ağaç, Allah Resulü’ne (asm) meyil ve iştiyak gösteriyor. Sizler daha fazla iştiyaka, meyle müstehaksınız.”[5]

Bediüzzaman Hazretleri de bu mucizeyi naklettiği yerde şöyle der:

“Evet, hem ona iştiyak ve meyil ve muhabbet, onun sünnet-i seniyyesine ve şeriat-ı garrâsına ittibâ iledir.”[6]

Kaynaklar;
[1]Buhârî, Menâkıb, 25, Cum’a, 26; İbni Mâce, İkâme, 199; Nesâî, Cum’a 17; Tirmizî, Cum’a, 10, Me nâkıb, 6; Dârimî, Mukaddime, 6, Salât, 202; Müsned, 1:249.

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 19 May 2015 12:48:18

İMTİHAN

İnsan arar
Bazen bulur bazen buldum zanneder
Bazen buldum zannetmişken bir imtihanla kaybediverir
Aradığını bazen bir çift gözün derûnunda bulur
Bazen kaybeder kendisini insan
Bir çift gözbebeğinin ta içinde

Genç adam da ararmış Aşkı ararmış
O kitaplarda okuduğu filimler de seyrettiği
Hayalini kurduğu rüyalarda gördüğü aşkı aramış yıllar boyu

Bir gün bir kütüphaneden bir kitap almış
Oturmuş sabaha kadar okumuş yutmuş o kitabı ezberlemiş
Bazen sayfaları birbiri ardınca çevirmiş
Tekrar okumuş Tekrar okumuş
Ve o kitapta ki aşka vurulmuş genç adam
Sonra kitabı kapatmış sabaha karşı düşünmeye başlamış
Acaba böyle aşıklar gerçekten var mıdır?
Böyle bir aşık Böyle bir maşuk Böyle bir çift göz gerçekte de var mıdır?

Kitabın kapağını kaldırıp bakmış ki
Kendinden önce okuyanların isimleri var
Bir tane bayan ismi Acaba? demiş
Bir ömür beklediğim aradığım acaba o olabilir mi?
O da bu kitabı okurken filan sayfada benim düşündüğümü düşünmüş müdür?
Falanca sayfayı okurken böyle bir tebessüm etmiş midir?
Falan yerde gözlerinden yaşlar süzülmüş müdür bir bir?

Hayaller kurmaya başlamış
Sabah olduğunda genç adam Aradığım sevgiliyi buldum! demiş
O kadın benim bir ömür aradığımdan başkası değil
Göreceğim onun gözlerini, onun gözlerinin kapısından gireceğim yüreğine

Sabah olunca o isimde ki herkese birer tane mektup yazmış
Adresleri bulmuş fihristten
Göndermiş mektupları ve beklemeye başlamış
Bir iki üç dört beş

Günler günleri kovalamış haber yok
Bir sabah eve geldiğinde posta kutusu
Kalbi güm güm atmaya başlamış çıkartmış o
Ondan bir mektup
Hemen alelacele merdivenleri koşarak çıkmış
Bir taraftan zarfı açmış okumuş cevap
Genç adam sizi tanımıyorum bir kez bile görmedim yüzünüzü Zaten görmem de gerekmez bir tek gördüğünü sevmez gözler ama itiraf edeyim yazdıklarınıza vuruldum Sizde benim hoşuma gittiniz

Genç adam hemen bir cevap karalamış oracıkta
Cevabını beklemeye koyulmuş, iki üç gün
Hani beklerken de zaman geçmez
Koşmuş gelmiş bakmış posta kutusunda bir mektup
Hemen bir cevap
Bir mektup bir cevap
Beş yıl boyunca karşılıklı mektuplaşmışlar
Birbirlerinin ne yüzünü ne de gözünü görmemişler bu zaman diliminde
Delikanlı dayanamamış artık yakmış hasret yüreğini
Bir mektup yazmış
Hanımefendi sizi görmek istiyorum Yüzünü görmeden özüne vurulduğum kadını merak ediyorum Ne olur buluşalım
Cevap gelmiş
Hay hay Filan gün falan sahil kasabasında falan yerde bekliyorum Beni tanımanız için yakamda da kırmızı bir gül olacak

Zaman geçmek bilmemiş
Genç adam şiirler okumuş türküler söylemiş
Nihayet o sabah geldiğinde iki saat evvelden belki
Koşturup o sahil kasabasına gelmiş, beklemeye başlamış

Martıların sesi bir başka
Dalgalar bir başka vurmakta sahile
Simitçi çocuk bile o gün bir başka güzel
Yüreği alt üst pır pır
Vakit yaklaştıkça yerinde duramaz olmuş
Karşıdan gelenlere Acaba o mu? Belki de budur
Hepsinin yakasına bakıyor Yok o değildir! O değildir!' En son bakmış ki karşıdan birisi geliyor.
Muhteşem bir endam saçlar bellere kadar dökülmüş

Bakışlar alıp insanı asırlar ötesine kıtalar ötesine götürecek kadar güzel
Ve o kadar tatlı bir tebessümle genç adama doğru yürüyerek geliyor ki
İşte demiş İşte biliyordum o
Ona doğru yürümeye başlamış yaklaşmış,
Tam karşı karşıya gelmişler göz göze bakmışlar
Genç kız bir tebessüm edip delikanlının önünden sıyrılıp geçmiş ki; Arkada ellili yaşlarda kalın camlı gözlükleri olan, yüzü çiçek bozuğu,
Seksen kilo kadar 1,50 boylarında, yakasında kırmızı bir gül olan bir kadın

Dönüp bakmış giden kıza
Gel! der gibi bakmakta o güzellik
Diğerinin gözlerine bakmış yalvararak bakıyor
Hayır! demiş Ben bir anda vurulduğuma değil
Yüzünü görmeden özüne vurulduğum kadına gideceğim
İhtiyar kadının önüne gelmiş durmuş elini uzatmış
Merhaba demiş Ben filanca Kadın tebessüm etmiş
Delikanlı sizi tanımıyorum ama şu karşı kaldırımda ki kız var ya sizi görünce gözleri ışıl ışıl oldu Yakasında ki gülü çıkartıp benim yakama taktı ve dedi ki
Şşş Teyze imtihan! imtihan
Delikanlı dönüp bakmış ki! genç kız kollarını açıp kendisine doğru gelmekte

Bazen yıllar sürer bir gözün kapısından içeri girmek bazen bir an
Ve o imtihanı verenler o kapıdan içeri girip
O gönülde bir ömür misafir olurlar
Gözler ki aşk kapısının tokmağıdır gözler ki aşkın kapısıdır
Girmesini bilene!!

Çevrimdışı yaar23

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.393
  • 37.749
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 3.393
  • 37.749
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 19 May 2015 13:16:58
Mevlananın Mesnevisinden bir hikaye

Mevlana Celaleddin Rumi hazretleri yaşadığı zamanda olduğu gibi şimdi de insanları etkilemeye devam etmektedir.  Şimdi olduğu gibi o zamanda farklılıklar, ayrımcılıklar vardır. Üstadın birlikte yaşama ve farklılıklara saygı ile ilgili hikayesini sunuyoruz.

Zamanın birinde görmüş geçirmiş bir zat dolaşırken sürülerinden ayrılmış iki kuş görür. Biri leylek, öbürü karga. Bu iki kuş kendi cinsi kuşlar ile uçmayı reddetmiş ve birbiriyle dolaşmaya başlamıştır. İki farklı türün birbiri sevmesine ihtimal vermediğinden durumu garipser. Kargalar kargalarla, leylekler leyleklerle uçmalı değil midir?

Kuşlara yaklaşır inceler. Meğerse kuşların ikisi de topaldır. O zaman anlar ki bu kuşları sahip oldukları değil, sahip olamadıkları şeyler birleştirmiştir.

Gerçek şu ki ortak mesudiyetler, menfaatler üzerine kurulan dostluklar sabun köpüğü gibidir, ortak yoksunluklar, acılar, dertler üzerine kurulan dostluklar ise daha kalıcıdır. Çünkü birbirlerinin arızalarını bilirler ve eksiğini görmezden gelmek veya sömürmek yerine dostunu eksiğiyle, kusuruyla kabul ederler.

Çevrimdışı TaNGooo

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 13
  • 358
  • Müdür Yetkili
  • 13
  • 358
  • Müdür Yetkili
# 19 May 2015 14:13:04
Hz. Aişe'den (ra) : ''Bir elbise giydim, çok hoşuma gittiği için ikide bir eteğime bakıyordum. O esnada babam (Hz. Ebubekir -ra- ) uyardı: ''Ey Aişe! Bilmez misin Allah şu anda sana bakmaz?''
-Niçin?
'Bilmez misin, kul dünyada süsüyle gururlanırsa Rabb'i ona buğzeder; ta ki o süs kendisinden ayrılıncaya kadar!' Bunun üzerine onu sırtımdan çıkarıp sadaka verdim. Babam' Umulur ki, sadaka vermen günahlarına kefaret olur! dedi.  (Hayattü Sahabe)

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.282
  • 223.324
  • 28.282
  • 223.324
# 20 May 2015 22:05:04
İhlasla Yapılan Ameller | Bir Kıssa Bin Hisse
Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:
Üç kişi yolda giderken yağmura tutulup, dağın bir mağarasına sığındılar. Arkasından da sığındıkları mağaranın önüne dağın üzerinden bir kaya düşüverdi ve mağarayı kapattı. Bunun üzerine biribiriyle şöyle konuştular:
Allah için işlediğiniz bir iş varsa, hatırlayın ve onu vesile ederek Allah’a dua edin, belki sizi bu belâdan kurtarır.
Aralarından biri:
— Ey Rabbim! Benim pek yaşlı annem-babam vardı ve bir de küçücük çocuklarım. Onlara ben bakarım. Otlaktan koyunlarımla döndüğümde, koyunları sağar ve yavrularımdan önce anne – babama süt içirir, onları beslerdim. Bir gün geç kaldım, karanlık bastıktan sonra ancak gelebildim ve anne-babamı uyumuş olarak buldum. Yine her zamanki gibi, koyunlarımı sağdım ve çocuklarım açlıktan bağrıştıkları halde, anne – babamdan önce onları beslemeyi, onlara süt içirmeyi münasip bulmadım. Anne-babamı da uyandırmaya kıyamadığım için, sabaha kadar başları ucunda, onları beslemeye hazır vaziyette ayakta bekledim. Eğer bu amelim indinde kabul olunup rızanı kazanmışsa, göğü görecek kadar olsun, önümüzü açıver, Ey Allah’ım, dedi. Allahü Teâlâ da kayayı biraz kaldırmak suretiyle bir miktar açtı ve gökyüzünü gördüler.
İkincisi: Ey Allah’ım! Bir amcam kızı vardı. Onu, bir erkek, kadını nasıl severse öyle aşırı bir sevgi ile seviyordum. Bir gün kendisi ile cinsî münasebette bulunmayı arzu ettim. Kanmadı; yüz dinar getirmedikçe olmaz, dedi. Bu parayı biriktirinceye kadar çalıştım ve gayrî meşru münasebette bulunmak üzere tam önüne geçtiğim sırada, amcam kızı: Ey Allah’ın kulu Allah’tan kork ve ancak Allah’ın hakkı olan şer’î nikah ile mühürü aç, dedi. Bunun üzerine derhal vazgeçip kalktım. Eğer bunu senin rızan için yaptığımı kabul ediyorsan,kapıyı biraz daha aç, dedi. Allahü Teâlâ da kapıyı biraz daha açtı.
Üçüncüsü ise şöyle dedi: Ey Rabbim, ben bir arak (ölçek adı) pirinç karşılığında birini ücretli olarak çalıştırıyordum, işini bitirdiğinde hakkımı ver, dedi. Verdim. Almak istemedi, gitti. Ben de o pirinci ekmeye devam ettim ve ondan elde ettiğim kazanç sonunda çobanları ile birlikte bir inek sürüsü temin edinceye kadar eke durdum. Alacaklı günün birinde geliverdi ve:
— Allah’tan kork! dedi. Ben de kendisine:
— Çobanları ile birlikte duran şu ineklerin yanına git ve onları al, dedim.
— Allah’tan kork! Ve benimle alay etme! dedi.
— Alay etmiyorum, onlar senin, onları al! dedim. Ve aldı. Ey Allah’ım, eğer bunu senin rızan için yaptığımı kabul ediyorsan, kalan kısmı da aç! diye dua etti. Allahü Teâlâ da açtı.
Bir rivayette: Bunun üzerine çıktılar ve yollarına devam ettiler.
Kaynak; Buharı, Müslim, Neseî
Mekteb-i Suffa'nın fotoğrafı.
Mekteb-i Suffa
İhlasla Yapılan Ameller | Bir Kıssa Bin Hisse

Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:

Üç kişi yolda giderken yağmura tutulup, dağın bir mağarasına sığındılar. Arkasından da sığındıkları mağaranın önüne dağın üzerinden bir kaya düşüverdi ve mağarayı kapattı. Bunun üzerine biribiriyle şöyle konuştular:

Allah için işlediğiniz bir iş varsa, hatırlayın ve onu vesile ederek Allah’a dua edin, belki sizi bu belâdan kurtarır.

Aralarından biri:

— Ey Rabbim! Benim pek yaşlı annem-babam vardı ve bir de küçücük çocuklarım. Onlara ben bakarım. Otlaktan koyunlarımla döndüğümde, koyunları sağar ve yavrularımdan önce anne – babama süt içirir, onları beslerdim. Bir gün geç kaldım, karanlık bastıktan sonra ancak gelebildim ve anne-babamı uyumuş olarak buldum. Yine her zamanki gibi, koyunlarımı sağdım ve çocuklarım açlıktan bağrıştıkları halde, anne – babamdan önce onları beslemeyi, onlara süt içirmeyi münasip bulmadım. Anne-babamı da uyandırmaya kıyamadığım için, sabaha kadar başları ucunda, onları beslemeye hazır vaziyette ayakta bekledim. Eğer bu amelim indinde kabul olunup rızanı kazanmışsa, göğü görecek kadar olsun, önümüzü açıver, Ey Allah’ım, dedi. Allahü Teâlâ da kayayı biraz kaldırmak suretiyle bir miktar açtı ve gökyüzünü gördüler.

İkincisi: Ey Allah’ım! Bir amcam kızı vardı. Onu, bir erkek, kadını nasıl severse öyle aşırı bir sevgi ile seviyordum. Bir gün kendisi ile cinsî münasebette bulunmayı arzu ettim. Kanmadı; yüz dinar getirmedikçe olmaz, dedi. Bu parayı biriktirinceye kadar çalıştım ve gayrî meşru münasebette bulunmak üzere tam önüne geçtiğim sırada, amcam kızı: Ey Allah’ın kulu Allah’tan kork ve ancak Allah’ın hakkı olan şer’î nikah ile mühürü aç, dedi. Bunun üzerine derhal vazgeçip kalktım. Eğer bunu senin rızan için yaptığımı kabul ediyorsan,kapıyı biraz daha aç, dedi. Allahü Teâlâ da kapıyı biraz daha açtı.

Üçüncüsü ise şöyle dedi: Ey Rabbim, ben bir arak (ölçek adı) pirinç karşılığında birini ücretli olarak çalıştırıyordum, işini bitirdiğinde hakkımı ver, dedi. Verdim. Almak istemedi, gitti. Ben de o pirinci ekmeye devam ettim ve ondan elde ettiğim kazanç sonunda çobanları ile birlikte bir inek sürüsü temin edinceye kadar eke durdum. Alacaklı günün birinde geliverdi ve:

— Allah’tan kork! dedi. Ben de kendisine:

— Çobanları ile birlikte duran şu ineklerin yanına git ve onları al, dedim.

— Allah’tan kork! Ve benimle alay etme! dedi.

— Alay etmiyorum, onlar senin, onları al! dedim. Ve aldı. Ey Allah’ım, eğer bunu senin rızan için yaptığımı kabul ediyorsan, kalan kısmı da aç! diye dua etti. Allahü Teâlâ da açtı.

Bir rivayette: Bunun üzerine çıktılar ve yollarına devam ettiler.

Kaynak; Buharı, Müslim, Neseî

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 20 May 2015 23:48:51
Delikanlı, Katı Yürekli Bir Kızı Sevmiş ve Onunla
Evlenmek İstemişti.
Ancak Kız,Korkunç Bir Şart İleri Sürerek:
-Senin Sevgini Ölçmek İstiyorum, dedi.
Bunun İçin de Köpeğime Yedirmek Üzere Bana Annenin Kalbini Getireceksin.
Delikanlı, Tüyler Ürperten Bu Teklif Karşısında ne Yapacağını Şaşırmış ve Uzun Bir Tereddütten Sonra Hislerine Mağlup Olup Annesini Öldürmeye Karar Vermişti. Annesi, Belki de Durumu Farkettiği İçin Oğluna Fazla Direnmedi. Ve Çocuk, Annesini Öldürerek Kalbini Bir Mendile Koydu.Delikanlı, Kızın İsteğini Yerine Getirmiş Olmanın Heyecanıyla Yolda Koşarken, Ayağı Bir Taşa Takıldı.Kendisi Bir Tarafa,Mendil İçindeki Kalp Bir Tarafa Fırladı.Canının Acısından,Ağzından İster İstemez
"Ah Anacığım!"Sözleri Döküldüğünde Annesinin Tozlara Bulanan ve Hala Soğumamış Olan Kalbinden Bir Ses Yükseldi:

-Canım Yavrum, Bir Yerin Acıdı mı ?

Çevrimdışı yaar23

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.393
  • 37.749
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 3.393
  • 37.749
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 21 May 2015 08:55:23
                                             Akıl Okulu

Bir gün ülkenin küçük kasabalarından olan Yitan’da şöyle bir haber yayılmış:
- Güzel başkentimizde bir Akıl Okulu varmış. Her kim o okula giderse orada akıl öğretiliyormuş.Herkes bu haberi şaşkınlıkla birbirine anlatıyormuş. Kasabanın en zenginlerinden olan bir adam da bu haberi duyunca kahkahalarla gülmeye başlamış:- Efendim, hayatımda hiç bu kadar komik bir şey duymamıştım. Bir insan akıllıysa akıllıdır. Sonradan akıl kazanılır mı hiç? Olacak şey midir? Duyulmuş mudur? Görülmüş müdür?Bu adam çok zengin olduğu için çocuklarının hiçbirisini okutmamış. Öyle çok parası varmış ki, istese kasabanın tamamını satın alabilirmiş. Fakat çocuklarına devamlı şöyle diyormuş:- Şükürler olsun çok paramız var. Yine de paramıza para katmalıyız. Ne kadar çok kazanırsak o kadar güçlü oluruz.Çocuklarından biri ise, babasının bu düşüncesine katılmıyormuş. Devamlı:- Babacığım, okumak gibisi var mıdır? diyormuş. Bak ne çok paramız var. Ama bu parayla bilgi satın alamayız. Buna kimsenin de gücü yetmez. Neden okumayı kötü görüyorsun? Adam, çocuğunun bu sözlerini günlerce, gecelerce düşünmüş durmuş. Sabahlara kadar sayıklar olmuş: ‘Akıl okulu? Akıl okulu?’ Bir sabah dayanamamış ve kararını vermiş:- Böyle olmayacak. Şu Akıl Okulu neymiş gidip göreceğim.Adam yolculuk için hazırlanmış. Atına binmiş ve yola koyulmuş.

Günler geçmiş. Geceler geçmiş. Memleketinden ayrılalı tam otuziki gün olmuş. Günün birinde, yolda ağır ağır yürüyen bir ihtiyara rastlamış. İhtiyarın gözleri görmüyormuş. Adam bu ihtiyarın haline acımış. Yanına yaklaşarak:- Ey yolcu, nereye gidiyorsun? diye sormuş.İhtiyar da başkente gitmek istediğini söylemiş. Bunun üzerine adam atından inmiş ve ihtiyarı atına bindirmiş:- Ben de başkente gidiyorum. demiş. Bir günlük yolum kaldı. Birlikte konuşa konuşa gideriz. İhtiyar atın üzerinde, adam yaya yolculuklarına devam etmişler. Şehre vardıkları zaman adam ihtiyara:- İşte başkente geldik, demiş. Burada inebilirsin. Fakat ihtiyar, adama şunları söylemiş:- Madem bir iyilik yaptın, bunun gerisini de getir. Beni şehrin meydanına kadar götür. Ondan sonra var git nereye gideceksen.Adam hiç karşı çıkmamış ve tamam demiş. Beş-on dakika sonra şehrin meydanına gelmişler. Tam bu sırada ihtiyar bağırmaya başlamış:- İmdat!.. Yardım edin. Bu adam atımı çalmak istiyor. Bu garibana yardım elini uzatacak yok mu? İmdat!..Meydandaki insanlar koşa koşa gelmişler onların yanına. İhtiyar kör olduğu için ona acımışlar ve adamı suçlamışlar:- Utanmıyor musun bu yaşta hırsızlık yapmaya! Hem de kör bir adamın atını çalmaya çalışıyorsun. Adam haykırıyormuş:- Hayır yalan söylüyor. Bu at benim. Onu yoldan ben aldım. İhtiyardır, yorulmasın, bir iyilik yapmış olayım, dedim. Bu at benim. Ben hayatımda hırsızlık yapmadım. O yalancıdır.

Fakat gel gelelim insanlar adamı dinlememişler. Atı, kör ihtiyarı ve adamı doğruca şehrin hakimine götürmüşler. Hakim önce kör ihtiyarı, sonra adamı dinlemiş. Ardından da şöyle demiş:- Bana bir baytar, bir nalbant, bir de saraç çağırın. Hemen gelsinler. Bekliyoruz.Adam bu üç kişinin neden çağrıldığını bir türlü anlayamamış. Kimseye de soramamış. Mecburen çağrılanların gelmesini beklemiş. Kısa bir zaman sonra da hep beraber gelmişler. Hakim gelenleri tek tek huzuruna kabul etmiş. Önce baytar alınmış odaya. Hakim ona sormuş:- Ata bak. Bu at hangi memlekete aittir? Baytar şöyle karşılık vermiş:- Çok fazla incelemeye gerek yok. Bu at bu şehirden alınmamış. Yitan yöresine ait bir attır.Adam kendi memleketinin ismini duyunca hayretler içinde kalmış. Bu sefer de hakim nalbantı çağırmış ve ona:- Sen de bu atın nerede nallandığına bak, demiş. Nalbant biraz inceledikten sonra şunları söylemiş:- Bu at burada nallanmamış. Yitan yöresinde atlar böyle nallanır. Bizimkine benzemez.Adam yine şaşırmış. Kendi kendine, ‘Nasıl bilebilirler?’ diye sorup duruyormuş. Hakim son olarak saraca:- Bu atın koşumlarını incele, demiş. Nasıl eyerlenmiş? Saraç hiç beklemeden cevap vermiş:- Efendim, ilk bakışta bizim yöremize ait olmadığı anlaşılıyor. Yitan yöresinin koşum şeklidir.Hakim cevapları aldıktan sonra atın sahibine dönerek:- Evet, sen doğru söylüyordun, demiş. Bu at senin. Artık atını alıp gidebilirsin. İhtiyara da gereken ceza verilecektir. Hiç meraklanma. Fakat adam dayanamayarak hakime sormuş:- Siz böyle bir şey yapmayı nasıl düşündünüz? Bu adamlar, bu atın Yitan yöresine ait olduğunu nereden anladılar? Lütfen bana söyler misiniz bütün bunlar nasıl olabiliyor?Hakim adamın sorusuna gülerek cevap vermiş:- Ben ve bu gördüğün herkes, bu şehirdeki Akıl Okulunu bitirdik. Her şeyi o okulda öğrendik. Orada doğrunun nerede ve nasıl bulunacağı öğretilir.Adam böylece Akıl Okulunun ne anlama geldiğini yaşayarak öğrenmiş. Heyecanla memleketi olan Yitan’a dönmüş. Bütün olanları ailesine ve arkadaşlarına anlatmış. Sonra da bütün çocuklarını bu Akıl Okuluna göndermiş. Anlamış ki, herkeste akıl var, ama onu kullanabilmek için eğitim gerekiyor.

Çevrimdışı seliali

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.869
  • 31.318
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 4.869
  • 31.318
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 21 May 2015 10:58:13
İki acı hadise, iki ibretlik hatıra...
Hâfız Ahmet Sağlam hocam’dan, dinlemiştim:
“-Bir cenazemiz var; defninde Yâsin-i Şerif okumaya müsait misiniz?” diye rica ettiler, araçla alınma durumunu sordum,
“-Hayhay...” dediler.
Araca bindiğimde ben, şoförün yanında oturuyordum. İlk izlenimime göre arkada iki bayan vardı. Ortamda tabii bir sessizlik hâkimdi. Kısa bir hâlleşmeden sonra şoför koltuğundaki abiye sordum:
“-Cenazemiz, bir çocukmuş herhalde değil mi?”
“-Evet, 7 yaşında, erkek, ailenin tek çocuğuydu. Arkamda oturan annesidir.”
Aldığım bu cevap benim arkaya dönüp o yüreği yaralı anneye baş sağlığı dilememi gerektirdi ve öyle yaptım:
“-Başınız sağ olsun hanım abla. Allah sabır versin.”
Ancak evlâdını kaybetmiş bir annenin kaybedeceği renk kadar canlılığını yitirmiş, ama hâlen tavır ve bakışlarıyla güçlü durmaya çalışan bu kadıncağız, konuşurken beklediğim o ağlamaklı sesi dahî çıkarmayarak, büyük bir metânetle:
“-Sağ olun hocam, sağ olun, Allah râzı olsun.” deyiverdi.
Şaşırdım doğrusu. Evlâdını kaybetmiş bir anneden, velev ki o evlat bu yaşına kadar her gün ölmesi beklenecek kadar ağır bir hasta olsa bile, inilti dolu ağlayışlar beklerdim doğrusu.
“-Maşallah hanım abla, çok metanetlisiniz. Hasta mıydı oğlunuz?’’ dedim.
“-Hayır, hiçbir şeyi yoktu. Sokakta, evin önünde oynarken, nasılsa, birden bir çığlık geliyor içinden, sıçrayıp, beyninin üstüne çakılıyor asfalta... Orada can veriyor...”
Dehşete kapılmıştım. Bugün burada, bu arabada, yaşadıklarım alışılmış şeyler değildi.
“-Aman yâ Rabbi...” dedim. Ve hemen ekledim:
“-Hanım abla, elbette üzgünsünüz ama bu hâliniz gerçekten etkiledi beni. Sabrınız diri, yüce maşallah.” dedim.
Hislerimi çözmekte hiç de zorlanmayan bu hanımefendi, bana şu cevabı verdi:
“-Neye ağlayayım hocam? İsyan mı edeyim? Ben Rabb’imden 25 seneye yakın çocuk istedim; olmadı, vermedi... Eşimle başvurmadığımız çâre kalmadı. Sonra ellimizden sonra bu yavrucağı verdi Allah bize... Sonra o her şeyi elinde bulunduran Rabb’im, benim gibi bir kuluna tam 7 sene anneliği tattırdı... Hiç çocuğum olmayacak diye bir hayata kendimi alıştırmaya çalışırken, tam 7 sene yine O’nun yarattığı bir kul ‘anne’ dedi bana; ben de ona ‘oğlum, yavrum’ dedim... Neye ağlayayım, neye inleyeyim? O ki, “hayırdır, neye ağlıyorsun?” deyivermez mi? Bana çok duâ edin hocam, işim çok zorda...”
“-?!?!...”
Bu cümleleri dilinden dökerken bile ağladığını duymadığım bu anne, anneliğe bakışımda önemli değişiklikler yapmayı birkaç dakika içerisinde, nasıl da başarmıştı...
***
Şimdi yazacaklarımı da Ali Aroğlu ağabeyimden dinledim; hem de tâzecik: Irak Erbil’de, yol kenarına park ettiği aracından inen bir baba, karşıdan karşıya geçerek, hemen yolun diğer tarafındaki camiye namaz kılmaya gider. Çok kısa bir süre sonra, arkasından, 6 yaşındaki oğlu; “ben de namaz kılacağım” diye birden kendi kendine karşıya geçmek için yola atılır. Ancak, işlek ve araçların çok da yavaş gitmediği bu yolda o yavrucak bir aracın altında kalarak can verir.
Kısa zamanda hastane, emniyet, resmiyet işleri nihayete erdirilir ve yakışıklı günahsızı toprağın bağrına emânet ederler. Bölgedeki âdet gereği, üç gün boyunca cenaze evinde tâziyeler kabul edilir. Kur’ân tilâvetleri, ikramlar, misafirler, evi doldurup taşırır.
Üçüncü günün sonunda, artık tâziye programları sona erince, vefât eden çocuğun anne-babası, arabasıyla çocuklarına çarpan, ve kendilerini bu süreçte asla yalnız bırakmayan şahsın evine bir ziyarette bulunurlar. Hâl hatır ikramdan sonra, ölen çocuğun anne-babası, bir yandan gözyaşlarına hâkim olamayarak, ziyaretinde bulundukları o kendileri kadar üzgün şahsa şöyle söylerler:
“-Biz buraya, size teşekkür etmeye geldik. Zîra bizim yavrumuz, namaz şehîdi oldu, buna da siz vesîle oldunuz.”

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 21 May 2015 11:04:49
Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini:
- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki “sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine” dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim…
İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.
- Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.
İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu dağ kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyor, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.
Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:
- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih , kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?
- Evet , dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir.
İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tespih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihini aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah…
Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çe ş me başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:
- Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah’a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah …”
Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam , karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı… Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.
Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah…
Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmu ştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri . Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:
- Hünkârım , gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.
Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:
- Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden… Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle;
- Efendim , dedi, sizi ziyarete geldik.
Yavaşça başını çevirdi aşık , sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar… Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.
- Efendim , diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz…
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavu ş acak , murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:
- Hayır , dedi, kızınızı istemiyorum.
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:
- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?
Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:
- A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim…

Çevrimdışı eml48

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 6.753
  • 25.449
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 6.753
  • 25.449
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 21 May 2015 13:42:35
Çoban ve Elma Ağacı

Yaşlı çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak: 

"Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık". 


Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur'an'ını okumaya koyulurdu.

Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken : 

"Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi." 

Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan.

Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi.

Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense birşey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini. Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinde daha nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Birşey hatırlamıştı. 

Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken : 

"Canım" dedi, hıçkırıp ağlayarak. 

"Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazan'ın ilk günü olduğunu ?" 

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.282
  • 223.324
  • 28.282
  • 223.324
# 23 May 2015 07:56:13
CANIM OĞLUMA / KIZIMA...
Benim yaşlandığımı düşündüğün gün
Sabırlı ol lütfen ve beni anlamaya çalış…Yemek yerken üstümü kirletirsem üzerimi değiştirecek gücüm yoksa.
Lütfen sabırlı ol.Benim sana bir şeyler öğretmek için seninle ilgilendiğim zamanları hatırla...
Seninle konuşurken,sürekli aynı şeyleri 1000 kere tekrarlıyorsam… sözümü kesme beni dinle.
Sen küçükken,uyuyana kadar sana aynı hikayeyi 1000 defa tekrar tekrar okumak zorunda kalıyordum.
Banyo yapmak istemediğimde;
Beni utandırma yada azarlama…
Seni banyoya götürmek için icat ettiğim küçük yöntemlerimi
ve oyunlarımı hatırla..Yeni teknolojiler karşındaki cahilliğimi görürse bana zaman tanı ve beni yüzünde alaycı bir gülümsemeyle izleme…
Bazı zamanlarda unutkan olursam yahut konuşmalarımızda ipin ucunu kaçırırsam…lütfen hatırlamam için gerekli zamanı bana tanı… eğer hatırlayamazsam,sinirlenme…çünkü asıl önemli olan benim konuşmam değil,senin yanında olabilmem ve senin beni dinliyor olmandır.
Ben sana bir sürü şeyi nasıl yapacağını gösterdim…
İyi yemek yemeyi, iyi giyinmeyi… yaşamı göğüslemeyi…
Eğer bir şey yemek istemezsem, baskı yapma bana. Ne zaman yemem yada yememem gerektiğini ben gayet iyi bilirim.
Ve yaşlı bacaklarım yürümeme izin vermediğinde bana elini ver…
Tıpkı,benim sana ilk adımlarını atarken verdiğim gibi.
Ve bir gün artık daha fazla yaşamak istemediğimi söylediğimde ve ölmek istediğimi…kızma…Bir gün anlayacaksın…yaşımın;zevk alma değil artık idareten yaşama yaşı olduğunu anlamaya çalış,
Bir gün şunu anlayacaksın:hatalarıma karşın hep senin için iyi olanı gerçekleştirmeye çabaladım ve senin yolunu hazırlamaya çalıştım
Senin yanında olduğumda üzgün,kızgın yada güçsüz hissetme kendini.
Benim yanımda olmalısın,beni anlamalısın ve bana yardım etmelisin.
Yürümeme yardımcı ol ve yolumu sabır ile,sevgi ile bitirmeme....
Benim için yaptıklarını,bir gülümseme ve senin için her zaman taşıdığım çok derin bir sevgi ile geri ödeyebilirim ancak.
Seni çok seviyorum oğlum/kızım….Ve hep seveceğim…

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.282
  • 223.324
  • 28.282
  • 223.324
# 23 May 2015 08:32:17
Yavuz Sultan Selim döneminde ihtiyaç sahibi bir adam varmış..Mübarek adam hergün teheccüde kalkar ve ihtiyacını Allah'a arzedermiş..Adamın geçim sıkıntısı artınca ellerini semaya kaldırarak ''Ey Allah'ım, merhametli olanı merhametsize mi şikayet edeyim, ben kimseden birşey isteyemiyorum lütfen bana yardım et'' demiş..Gece yattığında rüyasında rasulullah efendimizi görmüş..Efendimiz ona ''Ey falan git bizim selime selam söyle, sana borcunu versin''demiş..Adam rüyadan uyanır uyanmaz yola koyulmuş..Günler sonra şehre inmiş ve padişahın sarayına uğramış..Sarayın kapısındaki askerlere ''Yavuz Sultan Selim'e rasulullahın selamını getirdim onda alacağım var'' demiş..Askerler şaşırmışlar ''Biz bunun doğru olduğunu nereden bilebiliriz ey yaşlı adam'' deyince vezir adamı görmüş ve sultanın huzuruna çıkarmış..Adam Yavuz Sultan Selim'in karşısına geldiğinde sultan hazretleri ne istediğini sormuş..Adam Yavuz Sultan Selim'e dönerek Rasulullah'ı dün rüyamda gördüm bana dedi ki ''Git bizim selim'e söyle dün çekmeyi unuttuğu zikirlerin kefareti olarak sana 1 kese altın versin'' dedi demiş..Yavuz Sultan Selim gerçekten de bi önceki gece çekmesi gereken zikri çekmediğini hatırlamış..Yalnız takıldığı bir nokta vardır..Rasulullah'ın ''bizim selim'' lafına takılmıştır sultan hazretleri..''Rasulullah ne dedi birdaha söyle'' demiş..Adam ''Bizim selim'' dedi demiş..Yavuz Sultan Selim adamın eline 10 kese altın koymuş ve tekrar sormuş ''Rasulullah ne dedi?''..Adam ''bizim selim'' dedi demiş..Yavuz Sultan Selim 50 kese altın koymuş adamın eline..Tekrar sormuş ve tekrar sormuş..Her ''bizim selim'' cevabını aldığında bi o kadar altın daha koymuş adamın eline..Vezir Yavuz Sultan Selim'in kendinden geçtiğini görünce ''Ey adam tamam bu kadar altın sana yeter git artık'' deyince adam gitmiş..Yavuz Sultan Selim kendisine geldiğinde vezire dönerek şunu demiş:''Rasulullah bizi kendisinden sayıyor görüyor musun, eğer onu göndermeseydin sırf Rasulullah'ın ''bizim selim'' sözü içün bütün varımı yoğumu o adama verirdim''...

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.282
  • 223.324
  • 28.282
  • 223.324
# 24 May 2015 09:04:34
Uhud’ta şehit düşen bir sahabenin küçük oğlu, aynı gün akşamüstü Rasulullah Efendimiz’e “Babam nerede?” diye sorunca Rasulullah (s.a.v) “Baban şehit düştü” dedi. Şehit çocuğu ağlamaya başlayınca Efendimiz (s.a.v) dayanamadı, onun başını okşayarak kucağına aldı ve “İstemez misin, ben baban, Ayşe de annen olsun?” dedi ve yetimin başını tekrar okşadı. Bu küçük sahabi yıllar sonra şöyle demiştir: “Şu anda saçlarım ağardığı halde Rasulullah’ın (s.a.v) elinin başıma değdiği yerler hala siyah kalmıştır. (Buhari)

Çevrimdışı yaar23

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.393
  • 37.749
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 3.393
  • 37.749
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 24 May 2015 09:14:43
Babanın kemikleri

Diyojen’in yaşamı ve yaptıkları Büyük İskender’e her zaman ilginç gelmiştir. Diyojen’e saygı duyan Büyük İskender onun bilgeliklerinden istifade etmek ister.

Bir gün Diyojen kemik yığınını karıştırıyormuş. Büyük İskender’in kafilesi Diyojen’i görünce durmuş. Büyük İskender bütün heybetiyle ve haşmetiyle atından inip Diyojen’e yaklaşmış. Diyojen’in neden kemikleri karıştırdığını merak ediyormuş.” Ne arıyorsun?” diye sormuş Diyojen’e. Diyojen cevap vermiş:

-Babanızın kemiklerini arıyorum ama bulamıyorum. Hangi kemiklerin babanıza, hangilerinin kölelere ait olduğu belli değil.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK