İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 08 Eki 2015 17:36:12
Yemen civarında, "Karn" adı verilen bir köy vardı. Veysel Karânî (Uveys el-Karânî) hazretleri o köyde yaşar, geçimini çobanlık yaparak temin ederdi. Hasta, âmâ ve ihtiyar annesinden başka kimsesi yoktu. Onu çok sever, hizmetinde hiç kusur etmezdi.

Veysel Karanî, Peygamber Efendimiz'in peygamber olduğunu ve İslâm Dîni'ni yaymaya başladığını duymuş ve onu görmeden îmân etmişti. Fakat İki cihan güneşi Efendimiz'i dünya gözüyle göremediği için sahâbî olamamıştı.

Veysel Karânî hazretlerinin, müslüman olduktan sonra, Allâh Rasûlü'ne olan muhabbeti her geçen gün artmış ve artık tahammül edilmez bir seviyeye ulaşmıştı. Bir tek dileği vardı; Allâh elçisinin gül yüzünü görmek. Ondan sonra ölse bile gam değildi. Fakat Yemen ile Medîne arası çok uzaktı. Üstelik kendisini tamamen annesinin hizmetine vermişti, ihtiyar annesinden ayrılacak durumda değildi. Birgün annesinin dizlerine kapanıp gözyaşları içinde izin istedi;

- "Ne olur anneciğim, izin ver de gidip Sevgili Peygamberimiz'i göreyim, sesini duyayım!"

Annesi, oğlunun bu yalvarışına dayanamadı;

- "Peki yavrum, git! Ancak, Peygamberimiz'in kapısına kadar varacak, eğer evinde ise görüp hemen geri döneceksin!" dedi.

Veysel Karânî, bu kadarına da râzı olup hemen yola çıktı. Yol uzun, çöl ıssız, güneş de ortalığı kavuruyordu. Üveys, koşarcasına gidiyor, bir an önce Sevgili Peygamberimiz'e kavuşmak ve O'nun nûr yüzünü görmek istiyordu. Haftalarca yürüdü ve nihayet Medîne-i Münevvere'ye ulaştı. Heyecan içindeydi. Hemen Peygamber Efendimiz'in evini sordu. Ona gösterdiler. Eve gidip kapıyı vurdu. Hafifçe aralanan kapıdan bir kadın sesi duyuldu. Bu Peygamberimiz'in sevgili hanımı Hazret-i Âişe idi.

Veysel Karânî:

- "Ben Yemen'in Karn köyünden geliyorum. Adıma Üveys derler. Allâh Rasûlü'nü ziyâret etmek istemiştim." dedi. Hazret-i Âişe Vâlidemiz cevap verdi:

- "Ne yazık ki, Peygamberimiz evde değil. O'nu ancak mescidde bulabilirsiniz."

Üveys'in başına sanki dünyalar yıkılmıştı. Annesine verdiği sözü hatırladı. Eğer Peygamberimiz'i evde bulamazsa hemen geri dönmesi gerekiyordu.

- "Peygamberimiz'e selâmımı söyleyiniz." dedi. "O'nun gül yüzünü görmek için Yemen'den gelmiştim. Fakat kısmet değilmiş. Lütfen kendisine selâmımı arz edip geldiğimi söyleyiniz. Sevgisiyle yaşadığımı, canımdan çok sevdiğimi arz ediniz."

Veysel Karânî hazretleri gözü yaşlı, gönlü mahzûn olarak geri döndü. Çölü aşarak memleketine vardı.

Peygamber Efendimiz eve döndüğünde kapıda Üveys'den kalan nûru görerek Hazret-i Âişe'ye kimin geldiğini sordu. Hazret-i Âişe de; Yemen'den Üveys adında bir gencin geldiğini, ancak annesine verdiği sözden dolayı geri dönmek zorunda kaldığını söyledi.

Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz O'nu medhederek:

- "Üveys, sahâbîlerimden sonra gelen insanların en hayırlısıdır." buyurdu.

Veysel Karânî Hazretleri, annesinin vefâtını müteâkip Mekke'de hac vazîfesini îfâ edip Medîne'ye geldi. O sırada Peygamber Efendimiz de âhirete irtihâl buyurmuşlardı. Veysel Karânî, Ravza-i Mutahhara'ya vardı. Efendimiz'in türbesini görünce kendinden geçerek bayılıp düştü. Ayılınca, O'nsuz oralarda yaşamaya dayanamayacağını anlayarak tekrar Yemen'e döndü.

Hazret-i Ömer, halîfeliği zamanında Hazret-i Ali ile birlikte, Peygamber Efendimiz'in kendilerine emânet olarak bıraktığı Hırka-i saâdeti, Veysel Karânî'ye vermek üzere Kûfe'ye geldiler. Onun bulunduğu yere giderek emâneti teslîm ettiler. Veysel Karânî de; Hırka-i şerîfi büyük bir hürmetle aldı, onu öptü, kokladı ve yüzüne-gözüne sürdü ve dua etti.

Bu Hırka-i Şerîf, nesilden nesile Osmanlılara kadar geldi. Sultan Abdülmecîd Han, bu Hırka-i şerîf için Fâtih civarında Hırka-i Şerîf Câmii'ni yaptırdı. Müslümanların her sene Ramazan ayında teberrüken ziyaret ettikleri Hırka-i Şerîf de bu câmidedir.

Ömrünü Allâh Teâlâ'ya ibâdet, itâat ve zühd ile geçiren Veysel Karânî hazretleri, Hazret-i Ali'nin halîfeliği zamanına yetişti. O'na tâbi olarak Sıffîn muhârebesine katıldı ve bu muhârebede şehîd olarak Hakk'a kavuştu.

Cenâb-ı Hakk bizlere; Veysel Karânî Hazretleri gibi, annelerimize itâat ve hizmet etmeyi nasip eylesin ve şefâatlerine nâil buyursun!

Çevrimdışı harslan05

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 3.365
  • 69.096
  • 3.365
  • 69.096
# 09 Eki 2015 01:12:50
Hz.Aişe Annemiz
Efendimize birgün
- “Benim İçin dua edermisin ya Rasulallah?” der.
Efendimiz de
-“Ya Rabbi Aişenin gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışla.” der.
Hz.Aişe o dadar mutlu olur ki, bunu gören Efendimiz;
-“Çok mu sevindin ya Aişe der.
Hz.Aise
-“Evet” deyince
“Vallahi ben bu duayı her namazımın arkasından ümmmetim için ediyorum.” buyurur…

Bu duaya layık olma temennisiyle…!

Çevrimdışı s.kahya

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.773
  • 33.608
  • Müdür Yardımcısı
  • 8.773
  • 33.608
  • Müdür Yardımcısı
# 09 Eki 2015 12:23:29
Musa Efendi -kuddise sirruh- şu hâdiseyi anlatırdı:

Gayr-i müslim bir komşumuz vardı. Sonradan müslüman olmuştu. Bir gün kendisine hidâyete eriş sebebini sorduğumda şunları söyledi:

–Acıbadem’de tarla komşum Rebî Molla’nın ticaretteki güzel ahlâkı vesilesiyle müslüman oldum. Molla Rebî süt satarak geçimini temin eden bir zâttı. Bir akşam vakti bize geldi ve;

“–Buyurun, bu süt sizin!” dedi. Şaşırdım;

“–Nasıl olur? Ben sizden süt istemedim ki!” dedim. O hassas ve zarif insan;

“–Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin bahçeye girip otladığını gördüm. Onun için bu süt sizindir. Sadece bugün değil o hayvanın tahavvülât devresi (yediği otların vücüdunda tamamen izâlesi) bitinceye kadar sütünü size getireceğim…” dedi. Ben;

“–Lâfı mı olur komşu? Yediği ot değil mi? Helâl olsun!..” dediysem de Molla Rebî;

“–Yok yok, öyle olmaz! Onun sütü sizin hakkınız!..” deyip günlerce bize süt bize getirdi. İşte o mübârek insanın bu davranışı beni ziyâdesiyle etkiledi. Neticede gözümden gaflet perdeleri kalktı ve hidâyet güneşi içime doğdu. Kendi kendime;

“–Böyle yüce ahlâklı birinin dîni, muhakkak ki en yüce bir dindir. Böylesine zarif, hakşinas, mükemmel ve tertemiz insanlar yetiştiren dînin doğruluğundan şüphe edilemez!” dedim ve kelime-i şahâdet getirip müslüman oldum.


(Böyle hassas düşünen,güzel ahlaklı,topluma örnek teşkil edecek müslümanlar kaldı mı acaba?  :( Kendimizi sorgulama vakti geldi geçiyor bile... :-\ )

Çevrimdışı sayin19

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.555
  • 6.710
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 1.555
  • 6.710
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 09 Eki 2015 13:17:05
Çolak  Pehlivan (Molla Mümin) 1873-1915 tarihleri arasında yaşamış,"Molla Mümin" olarak da bilinen,bir kolunun sakatlığı nedeniyle "çolak" diye anılan Kavalalı bir güreşçimizdir.Gördüğü medrese eğitimi ve hocalığı nedeniyle de "molla" denmiştir.kıvrak tekniği ve zekası ile devrinin bir çok ünlü pehlivanını yenmiştir. en iyi ayak oyunlarına bile kanmadığı, rakiplerini kendi tuzağına düşürdüğü söylenir.

Kısa ömrüne ve çelimsizliğine rağmen adı güreş tarihine yazılmıştır.Dönemin en büyük güreşçilerinden kırkpınarda 18 yıl üst üste başpehlivan olan Adalı Halil'i yenmiştir.Yine tarihteki en büyük türk güreşçisi olarak kabul edilen Koca Yusuf'a sporculuğundaki tek yenilgisini tattırmıştır.. Sanılanın aksine Kel Aliçoyla (Gaddar Kel Aliço) hiç güreşmemiştir. sebebi kendisinin normalden çok daha tıfıl, Kel Aliço'nun ise çok daha iri ve neredeyse 30 yaş daha büyük olmasıdır.Yani dönem olarak ve vücut olarak denk değillerdir. nitekim yağlı güreşlerde eski güreşçiler hakem olurmuş. Koca Yusuf'la Çolak Mümin'in tuttuğu güreşin hakemi de Kel Aliço'nun kendisidir. öyle ki bu güreşte Koca Yusuf, yerde yuvarlandıktan sonra sırtının yere değmediğini iddia edip itiraz edince Kel Aliço kendisine "bu çolak tek kolla bu kadar da olsa sırtını yere değdirdi" der ve Çolak Mümin'i galip ilan eder..

Her ne şekilde olursa olsun tek kolunun sakatlığına ve iri olmayan cüssesine rağmen,deste(hafif siklet) güreşlerine çıkması beklenirken başpehlivanlığa soyunmuş ve kendisinden çok daha iri rakiplerine çimeni dar etmesi onu haklı şekilde efsaneleştirmiştir. yunanlı komitacılar tarafından bir kadın meselesi yüzünden cami çıkışında çıkan ateş sonucu kaza kuşunuyla genç yaşta ölmüştür. adını 7 cihana duyuramamıştır..Padişah İkinci Abdülhamit'in dahi namını duyup onun güreşlerini izlemeye geldiği söylenir. güreş hayatında hiç yenilmemiştir..(alıntı)

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 10 Eki 2015 09:46:58
~ Ashab-ı Kiram ~

Abdullah bin Abdullah bin Übeyy (r.a.)

Hz. Abdullah, Medineliydi. Hicret’ten önce Müslüman olmuştu. Asıl ismi Hu­bab’dı. Peygamberimiz bu isimden hoşlanmadığı için “Abdullah” olarak değiştirdi. Abdullah (r.a.), Peygamberimize bütün kalbiyle bağlanmıştı. Onun uğrunda yapamayacağı hiçbir fedakârlık yoktu. Bütün savaşlara iştirak etti. Fakat kaderin garip bir cilvesidir ki, babası Abdullah bin Übeyy, meşhur münafıklardandı. İman etmeyişinin sebebi ise, Re­sû­lul­lah’a duyduğu kindi. Çünkü o, Hazreç kabilesinin ileri gelenlerindendi. Zengindi. Kavmi tarafından çok se­viliyordu. Bilgili ve dirayetli bir adamdı. Medine’nin hükümdarı olacağı bir sı­rada, Hicret hadisesi vuku bulmuş ve İslam Devleti kurulmuştu. Bu durum onu çok rahatsız etti. Peygamberimize düşmanlık besledi. Etrafındakilerle birlikte Re­sû­lul­lah’a ve Müslümanlara ellerinden gelen kötülüğü yaptılar. Fakat Pey­gamberimizin günden güne kuvvetlendiğini görünce, çaresizlik içinde, iman et­tiklerini açıklamak zorunda kaldılar. Ancak her fırsatta ihanet etmekten, çeşitli dedikodularla Müslümanların maneviyatını sarsmaktan da geri durmadılar.

Mesela Uhud Savaşı başlamadan önce, İslam ordusunun üçte birini teşkil eden adamlarıyla birlikte Medine’ye dönmüştü. Neticede İslam ordusu mağlup olmuştu. Abdullah bin Übeyy’in oğlu Hz. Abdullah, bu savaşta çok büyük kahraman­lıklar göstermiş, birkaç yerinden yaralanmıştı. İki dişi de kırılmıştı. Babası onun bu hâline çok sevindi: “Sen beni dinleyip, gençlerin görüşüne uyan Muhammed’i dinlemeseydin bu felakete uğramazdın.” dedi. Hz. Abdullah böyle bir şeyden babasının memnuniyet duymasına çok üzüldü. O, bu neticede bir hayır olduğuna inanıyordu. Babasına: “Allah’ın takdir ettiği şeyde muhakkak bir ha­yır ve hikmet vardır.” cevabını verdi. Abdullah bin Übeyy, Benî Mustalık Gazası’na da katıldı. Niyeti bu defa da bozgunculuk çıkarmak, münafıklık yapmaktı. Başına topladığı münafıklara: “Medine’ye dönüşte izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zayıf olanı muhakkak ora­dan sürüp çıkaracaktır. Onları siz kendi elinizle yurdunuza yerleştirdiniz. Mal­larınızı onlarla paylaştınız. Eğer siz böyle yapmayıp onlara karşı sıkı davran­saydınız, onlar başka yerlere giderlerdi. Sizler onun uğrunda ölüp çocuklarınızı yetim bıraktınız, azaldınız. Onlar ise çoğaldılar. Yanındakilere zekât ve sadaka vermeyiniz ki, onlar etrafından dağılıp gitsinler.” dedi. Hz. Abdullah, babasının bu sözlerini duyduğunda çok üzüldü.

Hemen Pey­gambe­ri­mizin huzuruna çıktı. Şu ricada bulundu: “Yâ Re­sû­lal­lah, duyduğunuz sözler için eğer babamı öldürecekseniz, emrediniz bu işi ben yapayım, onun başını kesip size getireyim! Vallahi Hazreç kabilesi, aralarında babasına karşı benden daha hayırlı ve saygılı birinin bulunmadığını bilirler. Korkarım ki, öl­dürme işini benden başkasına emredersiniz de, nefsim, babamın katilinin halk içerisinde dolaşmasına razı olmaz. Sonunda bir kâfire karşı bir mümini öldürürüm de, cehenneme girerim...” Birtakım dedikodulara meydan vereceği düşüncesiyle, Peygamberimiz buna müsaade etmedi: “Hayır, babana karşı yumuşak davranırız, aramızda bulundu­ğu müddetçe iyi arkadaşlık yaparız.” buyurdu. Hz. Abdullah, babasının Re­sû­lul­lah hakkındaki sözlerini bir türlü unutamıyordu. Mutlaka babasını cezalandırmak istiyordu, daha fazla bekleyemedi. İler­leyip babasının önünü kesti ve: “İzzet ve kuvvetin Allah ve Resûl’üne ait olduğu­nu söyleyinceye kadar seni bırakmayacağım!” dedi.

Babası hayret içerisinde: “Demek beni Medine’ye bırakmayacaksın?!” diye sordu. Hz. Abdullah: “Evet!” dedi, “İzzet ve kuvvetin Allah ve Resûl’üne ait olduğunu itiraf etmeyecek olur­san, boynunu vuracağım!” Abdullah bin Übeyy, oğlunun kararlı olduğunu anla­yınca: “Ben şehadet ederim ki, izzet ve kudret Allah’a, Resûl’üne ve müminlere aittir.” de­mek zorunda kaldı. Peygamberimiz, Hz. Abdullah’ın bu davranışından dolayı çok memnun oldu: “Allah seni hayırla mükâfatlandırsın!” buyurarak ona dua etti. Sonra da ona, babasını bırakmasını emretti. Bir iman kahramanı olan Hz. Abdullah, hayatının sonuna kadar İslam’a hiz­metten geri durmadı. Hicret’in 12. yılında yapılan Yemâme Savaşı’na katıldı. Burada çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Birçok yerinden yaralandı. Neticede şehadet mertebesine erişti.
Allah ondan razı olsun![1]

Çevrimdışı eml48

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 6.753
  • 25.449
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 6.753
  • 25.449
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 10 Eki 2015 14:21:39
Bir adam dört kişiye bir miktar para verdi;

“–Bu para ile işinize yara­yanı alın!” dedi.

Dört kişiden biri Farsça biliyordu;

“–Bu parayla  alalım.” dedi.

Öbür arkadaşı Arap idi;

“–Aksilik etme!” dedi. “Ben  istemem, ‘ıneb isterim.”

Biri de Türk idi;

“–Ben ‘ıneb istemem,  isterim.” dedi.

Rum olan diğeri;

“–Bırakın bu lafları!” dedi. “Bu para ile  alalım.”

Derken dört kişi birbirleri ile çekişmeye, dövüşmeye başladılar. Çünkü muhataplarının sözlerinin anlamından haberleri yoktu.

Çünkü engür, ‘ıneb ve istafil, hepsi üzüm demekti.

Onlar ahmaklıklarından, birbirlerine yumruk atıyorlardı. Çünkü faydalı ilimden hâlî ve cehâletle dolu idiler.

Eğer orada çeşitli dil bilir, sır sahibi üstün bir er bulunsa idi onları barıştırırdı. Onlara derdi ki:

“Ben bu para ile hepinizin istediğini alırım. Hiçbir art düşünceye kapılmadan, hile yoluna sapmadan gönlünüzü bana verirseniz, bu paranız istediğiniz şeylerin hepsini yapar. Bu paranızla dördünüz de murâdınıza erersiniz.”


Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 11 Eki 2015 08:43:49
Sarhoş Komşu | Bir Kıssa Bin Hisse
İmam-ı Azam Hazretlerinin genç bir komşusu vardı.
Her gece evine içkili gelir, çıkardığı gürültü ile imamı çok rahatsız ederdi. İmam, gençten hiç şikayetçi olmaz, komşusunun haline tahammül ederdi. Bir gün başkalarının şikayetinden olsa gerek genci hapse attılar. Ertesi gece gencin sesini duymayan Ebu Hanife (r.a.) şaşırdı ve:

– Genç komşumuzun sesleri niçin kulağımıza gelmiyor? diye sordu.

– Efendim, o sarhoşu vali hapse attırdı, dediler.

Ertesi sabah doğruca valinin konağına gitti. Talebeleri, Hocamız her halde valiye teşekkür edecek, diye düşünüyordu. Vali, onu görür görmez ayağa fırladı. Hürmet etti ve:

– Ya imam! Teşriflerinizin sebebini lütfen söyler misiniz? dedi.

O da, komşusu olan gencin serbest bırakılmasını rica etti. Vali:

– Efendim, böyle ehemmiyetsiz bir mesele için iye zahmet ettiniz? Haber gönderseydiniz emriniz derhal yerine getirilirdi, cevabını verdi.Delikanlı serbest bırakıldı. İmam’la karşılaştıklarında oldukça mahcuptu. Kendisini bizzat çok rahatsız etmişti. Ebu Hanife:

– Bak biz seni unutmuyoruz, sözleriyle iltifat buyurdu.

Genç kısa zaman sonra tövbe etti ve İmam’ın talebeleri arasında katıldı.
Onlar, kimseyi itmiyor, kınamıyor, suçlamıyor, belki sadece kendine zulmeden zavallılara acıyor ve yardım etmeye çalışıyorlardı. Başkası ne yaparsa yapsın, onlar kendilerine düşeni yapıyordu.

KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Denizi, Nil Yayınları, İstanbul 2001,

Çevrimdışı s.kahya

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.773
  • 33.608
  • Müdür Yardımcısı
  • 8.773
  • 33.608
  • Müdür Yardımcısı
# 11 Eki 2015 21:28:03
VARLIK DUVARI
 
Deryâ kenarında bir duvar vardı. Duvar yüksekçe olduğu için duvarı aşıp deryâya ulaşmak mümkün değildi. Duvarın üzerinde susuzluktan kavrulmuş dertli biri bulunuyordu. Onu sudan men eden, üzerinde olduğu yüksek duvardı. O kimse ise, duvarın üzerinde suya kavuşmak isteyen bir balık gibi çırpınıp duruyordu.

Birden bire duvarın üzerinden bir tuğla parçasını söküp suyun içine attı. Tuğlanın düşmesi ile suyun sesi bir âb-ı hayat gibi geldi. O suyun sesinin ahengine mest oldu. Susuzluk mihneti çeken bu kimse, su sesinin verdiği safadan dolayı, duvardan tuğlaları koparıp koparıp suya atmaya başladı. Su ona:

“- Ey derviş! Bana böyle tuğla atmaktaki telaşın neden?” diye seslendi.

Susuzluktan yanan derviş cevap verdi ve dedi ki:

“- Ey su! Bu atıştan bana iki fayda vardır. Onun için bu san’attan, yani tuğla atmaktan vazgeçmem. Birinci fayda:

“Su sesini dinlemektir ki o, susamışlara mûsikî nağmeleri gibi gelir.”

“Yine o su sesi, ölüye, sesi ile tekrar diriliş imkanı veren İsrafil -aleyhisselâm-‘ın sûru gibidir.”

“Yine o ses, bahar mevsiminde nisan ayının bereketli yağmurları gibidir. Bağlar ve bahçeler, o semanın gözyaşlarıyla hasret giderir; hayat bulur ve nakışlanır.”

“Yine o ses, yoklukta kıvranan muhtac ve garîbe zekat infak edilmeye bir davet sesidir.”

“Yine o ses, Yemen’den Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘ne gelen nefes-i rahmanî gibidir.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Veysel Karanî için:

“Ben Yemen’den gelen nefes-i rahmanî’yi duyuyorum.” buyurmuştur.

“Yine o ses, huzûr-i ilahîden mücrimlere gelen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘nün şefaat rayihasıdır.”

“Yine o ses, zayıflamış Ya’kûb’ün rûhuna gelen güzel ve latîf Yûsuf’un kokusudur.”

“Yine o ses, Medîne-i Münevvere’deki Kubbe-i Hadra’nın minarelerinden aşıklara akseden bad-ı saba gibidir.”

“Yine o ses, perişan, bîtab ve bîkes Mecnûn’a gelen Leyla’nın huzur meltemidir.”

“Yine o ses, muzdaribe ve yetime gönülde açılan sıcak bir kucaktır.”

İkinci fayda da şudur ki:

Kopardığım her tuğla ile duvar alçalıyor. Ben de o nisbetle ey su, sana yaklaşmış oluyorum.

MESNEVİ:

“Ey şuurlu kimse! Yüksek bir duvardaki tuğlaların azalmasından şüphesiz duvar alçalır.”

“Duvarın alçalması, suya yakınlık hasıl eder. O tuğlaların duvardan ayrılması, vuslat dermanı olur.”

“Allah -celle celâlühû-‘a secde etmek, o yapışık tuğlaları koparmakla olur ki, kurbiyyeti (AIlah’a yakınlığı) mûcib olur. Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Secde et ve yaklaş!” Duyurulmuştur. “

“Bu varlık duvarı yüksek bulundukça, bu başı eğmeye, yani secde etmeye manî olur!”

“Bu toprak vücudun arzularından kurtulmadıkça, eğilip ab-ı hayat sahibine secde etmek ve o manevî deryâ suyundan doya doya içmek imkansız olur.”

“Duvarın üstünde kim daha ziyade susamış ise, duvarın taşını ve tuğlasını o daha çabuk koparır.”

“Suyun sesine her kim daha ziyade aşık ise, ona hicab ve mani olan varlık duvarından daha büyük parçalar kopartır.”

“O kimse suyun sesine mest olur. Suyun çıkardığı sesden başka ses işitmez.”

“Ne mutlu o kimseye ki, günlerini ganimet bilir de, borcunu, bir an evvel eda etmeye gayret eder.”

Şeyh Sadî insanı;

“Bir kaç damla kan, bin bir türlü endişe…” diye ta’rif eder.

Hikayede deryâya kavuşmaya set olan duvar, insanın nefsi arzuları ve hakîkate ermeye mani olan Dünyâya ait, bitmez, tükenmez, nihayeti olmayan arzular, hassaten “ben”liktir.

Deryâ ise, ilahî muhabbet ve ma’rifet (Allah’ı bilmek) tir.

Kalbi, ilahî muhabbete teşne insanlar, o deryâya varabilmenin ömür boyu iştiyak ve iştihası içindedirler. O muhabbet ve ma’rifet deryâsından gelen her ses ve nefes, onları sonsuz lezzetlere gark ederek yüksek bir Hakk yolculuğuna hazırlar.

İlahî muhabbetlerle duygulanan insan için bu cihan, idrak ve şuura sunulan bir hikmet aynasıdır, İnsan, maddesi ile değil, mânâsı ile mükerrem olduğu için, kulluğun kemaline rûhunun derinliği kadar erişebilir. Kur’an-ı Kerîm’de tekrim edilen vasıf da budur.

İlahî muhabbet ve uhrevî lezzetlerden mahrum, türlü eğlence ve çılgınlıklarla, hayvanî bir yaşayış ile geçen bir dünya günün hayırlı bir ölüm akşamı getirmeyeceği ma’lümdur. Bu karanlık gecenin mes’ud bir şafağı sökmeyeceği de tabîidir. İlahî ibret sahneleri ve hadiseleri karşısında alık ve abus kalmak, gayesiz erimek, ölümün mechul ızdırapları içinde kaybolmak, insan şeref ve haysiyeti adına ne acıdır!.. Nefsani Dünya hayatının pembelikleri, akıbet solgunluğu; kahkahaları ise, cehennem çatırtıları ile doludur.
(Altınoluk Dergisi - 1995 Mart ,Sayı 109, Sayfa 017)

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 12 Eki 2015 22:09:56
Kat Kat Sevap | Bir Kıssa Bin Hisse
İmran bin Husayn radıyallahu anh anlatıyor:
Bir adam, Allah’ın Resulüne geldi ve «esselâmü aleyküm» dedi. Peygamber aleyhisselâm da, «aleyküm es – selâm» diyerek selâmını aldı. Sonra adam oturdu. Peygamber aleyhisselâm bu âdâmın «esselâmü aleykum» demesiyle alâkalı olarak:
– On sevab! buyurdu.
Sonra bir başka adam geldi ve «esselâmü aleyküm ve rahmetullah» dedi. Peygamber aleyhisselâm aynı şekilde «ve aleykum es – selamü ve rahmetuilahi» demek suretiyle onun da selâmını aldı. Adam oturdu.
Adamın böyle demesi sebebiyle Peygamber aleyhisselâm:
– Yirmi sevab! buyurdu.
Daha sonra bir başkası geldi ve «esselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuhû» dedi. Allah’ın Resulü aynı o adamın söylediği şekilde selâmını aldı. Adam oturdu.
Peygamber aleyhisselâm bu adamın selâmı sonuna «ve berekâtuhû» yu ilâve etmesi üzerine de:
– Otuz sevab! buyurdu.
Kaynak; Ebû Davud, Tirmizî

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 13 Eki 2015 22:23:30


Nasıl Kâbe İmamı Oldum?
HAZIRAN 2, 2015

Eski Kabe İmamı Şeyh El Kalbani, Londra’da verdiği bir konferansta nasıl Kabe İmamı olduğunu anlatıyor:

Küçükken çok yaramazdım. Annemi sinirlendiriyordum. Ama annem çok erdemli bir kadındı ve duanın gücünü biliyordu.

Ne zaman onu sinirlendirsem, “Allah SANA hidayet versin! Allah sana KABE İMAMI olmayı nasip etsin!” diye dua ederdi.

İmam El Kalbani, “Allah, annemin duasını kabul etti ve Kabe İmamı oldum!” diyor.

Allah-ü Ekber!

Şeyh Adil Kalbani, Basra Körfezinde yaşayan fakir göçmen bir ailenin oğluydu ve Kabe’ye atanan ilk siyahi imam oldu. NY Times’taki bir röportajında Şeyh Kalbani:“Genellikle Suudi Arabistan’ın göbeğinden safkan Arapların bulunduğu Mescid-i Haram’da namaz kıldırmanın kendisi için çok büyük bir şeref olduğunu” söyledi.

Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın kendisini Mescid-i Haram’ın ilk siyahi İmamı olarak seçtiğini öğrendiğinde çok şaşırmış. Maşallah!

Sevgili anne-babalar yaramazlık yaptıkları zaman çocuklarınıza beddua etmeyin.. Allah muhafaza bedduanız tutabilir! Sözlerinize dikkat edin. Çocuklarınıza güzel dualar yapmayı alışkınlık haline getirin. Çocuklarınıza kızdığınız zamanlarda bile onlara güzel dualar edin.

Resulullah (sallahu aleyhi vesselem) buyuruyor ki:

“Üç dua şüphesiz kabul olunur: Mazlûmun duası, yolcunun duası, anne-babanın çocukları hakkında duası.”
(Tirmizî, Daavat 48)
Paylaşmak Sünnettir

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 13 Eki 2015 22:25:13
HZülkarneyn Aleyhisselâm ordusuyla gece yolda giderken ordusuna:
- Ayağınıza takılan şeyleri toplayın, diye emir verir.
Ordu bu emri duyunca; içlerinden bir grup:
-Çok yürüdük, çok yorgunuz. Gece vakti bir de ayağımızı takılan şeyleri
toplayarak boşuna ağırlık mı yapacağız. Hiçbir şey toplamayalım,
diyerek hiçbir şey toplamıyorlar.

İkinci grup ise;
- Madem Komutanımız emretti, birazcık toplayalım, emre muhalefet
etmeyelim. Zira ordunun komutanına itaat etmek gerekir, diyerek az bir
şey topluyorlar.

Üçüncü grup ise;
-Komutanımız bir şeyi boşuna emretmez. Muhakkak bildiği bir şey vardır. Bir hikmet vardır, diyerek bütün abalarını ağzına kadar
doldururlar.
Sabah olduğunda bir de bakıyorlar ki, meğer bir altın madeninden
geçmişler de, ayaklarına değen şeylerin altın olduğunun farkına
varamamışlar.

Bunu anlayınca:
Hiç almayan birinci grup;
😓-Ah niçin almadık! Nasıl dinlemedik komutanımızın sözünü. Keşke
alsaydık! Bir tane bari alsaydık diyerek pişman oluyorlar.

😢Az alan ikinci grup ise;
-Ah ne olaydı da biraz daha fazla alsaydık. Ceplerimizi, abalarımızı hınca hınç doldursaydık diye sitem ediyorlar kendilerine.

😔Çok alan üçüncü grup ise:
- Keşke gereksiz, lüzumu olmayan eşyalarımı atsaydım, daha çok
toplasaydım. Her şeyimizi doldursaydık, daha fazla alsaydık diyerek,
fazla almalarına rağmen üzülüyorlar.

✅ İşte bu misalde olduğu gibi, Ahirette bütün insanlarda bunun gibi
ağıtlarda bulunacak.

😓Kafir olan;
- Keşke iman etseydik, keşke inansaydık da hiç olmasa Cehenneme girdikten sonra iman etmemiz sonucunda Cennete girseydik, ebedi
cehennemden kurtulsaydık,

😢Mümin, fakat az sevabı olan;
-Keşke biraz daha sevap işleseydim de, biraz daha ikrama mazhar
olsaydım.

😔Mümin,çok sevabı olan ise;
-Ah ne olaydı da Makamımı biraz daha yükseltecek bir vakit daha namaz kılsaydım, biraz daha fazla sadaka verseydim,oruç tutsaydım,
biraz daha sevap işleyecek ameller yapsaydım... diyeceklerdir.  Rabbim bu misallerden ders almak nasip etsin...

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 14 Eki 2015 15:33:17
Ulu Hakan Sultan AbdülHamid Han tahttan indirildikten sonra kanı bozuklar, Yıldız Saray'ını yağmalamak için sarayın önünde büyük bir kalabalık oluşturdular. İçerisinde kasalarca altın olduğu sanılan Abdülhamid Han'ın yatak odasına girdiklerdinde gördükleri şunlardı:
"Bir kuru yatak, bir halı, yere abdestsiz basmamak için Teyemmüm abdesti aldığı bir tuğla."
İŞTE O BU YÜZDEN ULU HAKAN!

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 15 Eki 2015 18:18:09
Abdullah bin Ebî Bekir (r.a.)

Hz. Abdullah, Hz. Ebû Bekir’in oğlu, Peygamberimizin de kayın biraderi idi. İslamiyet’in ilk yıllarında Müslüman olmuştu. Zeki ve maharetli bir insandı. Peygamberimi­zin hicretinde mühim hizmeti oldu. Peygamberimiz, Hicret esna­sında üç gün Sevr Ma­ğarası’nda kalmıştı. Hz. Abdullah hem onlara yiyecek ge­tiriyor, hem de babasının tembihi üzerine müşriklerin arasında dolaşarak topla­dığı haberleri geceleyin Peygamberimize ulaştırıyordu. Orada koyun güden Hz. Ebû Bekir’in hizmetçisi de, Abdullah’ın (r.a.) izlerini kaybediyordu.

Hz. Abdullah, Mekke’den hicret ederek “Muhacir” olma faziletini kazandı. Mekke’nin Fethi’nde bulundu. Huneyn Savaşı’na ve Tâif Muhasarası’na katıldı. Bu muhasarada isabet eden bir okla yaralandı. Yarası iyileşmedi. Babasının ha­lifeliğinin ilk yılında yarası açıldı. Kurtulamayarak vefat etti. Cenaze namazını Hz. Ebû Bekir kıldırdı.

Ebû Bekir (r.a.), Abdullah’ın yaralandığı oku saklamıştı. Sonradan Müslüman olarak Medine’ye gelen Sakîf heyetine oku gösterdi ve:

“Bunu tanıyanınız var mı?” diye sordu. Sâid bin Übeyd (r.a.):

“Bu oku ben yonttum, ucunu da ben sivrilttim. Tüyünü ben taktım ve ben attım.” dedi.

Hz. Ebû Bekir, bir insanın müşrik olarak ölüp cehenneme gitmesini asla iste­mezdi. Eğer oğlu Sâid bin Übeyd’i öldürseydi o cehenneme giderdi. Fakat onun eliyle ölen oğlu şehitlik makamını kazanmıştı. Bu sebeple Sâid bin Übeyd’e şöyle dedi:

“Bu ok Ebû Bekir’in oğlunu şehit eden oktur. Ona senin elinle şehitlik veren, seni onun eliyle küfür üzere öldürmeyen Allah’a hamd olsun! Onun rahmeti ve ik­ramı ikinizi de kuşattı.”

Hz. Said de o savaşta müşrik olarak öldürülmediğine sevindi, Allah’a şükret­ti.

Allah onlardan razı olsun! [1]

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 16 Eki 2015 15:23:35
Güzel Bir Hikaye...

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkan için yeterliydi.

Onların en güzelini öntarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle.. Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu.

Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti.Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:

- Küçükk!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!.

Çocuk, ona dönerek:

- Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.

- Bence önemli değil!. diye, atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı.
Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:

- Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.
Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:

- Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?

- Çok basit!. dedi, adam. Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükafat görecekler...
Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işaret ederek:

- Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin?

Çocuk, başını yanlara sallayıp:

- Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!.
İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder. Çocuk biraz düşünüp:

Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?

- Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım.

Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:

- Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.
- İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır.
- Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!.

Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek
- Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.
- Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?

- Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi, adam. Antika eşyalardan haberin yok her halde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30- 40 lira eder.
Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları, üzerinden atabilmiş
değildi.Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:
- Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..

Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu.
Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
- Babam haklıymış!. dedi. 'Sakat olduğum için, üzülmeme hiç gerek yok!'
demişti.

* Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur,
* Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur,
* Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur
* Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 16 Eki 2015 19:04:34
Abdullah bin Ebî Evfâ (r.a.)

Cihat meydanlarında kılıcıyla, normal zamanlarda ilim ve zekâsı ile Hakk’ın davasını dünyanın dört bir tarafına duyurmaya çalışan sahabilerden biri de Ab­dullah bin Ebî Evfâ’dır. Hz. Abdullah, “Abâdile-i Seb’a [yedi Abdullah]” olarak meşhur olan âlim sa­habiler arasında yer alıyordu.

Babası Ebû Evfâ ile birlikte Re­sû­lul­lah’ın feyizli sohbetine mazhar olan Hz. Abdullah, bir gün mallarının zekâtını teslim etmek üzere Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vardılar. Bu fedakâr ailenin ihlas, samimiyet ve İslam’a bağlılıklarından dolayı Peygamber Efendimiz, baba oğula takdir ve duasını eksik etmezdi. Zekâtlarını getiren diğer sahabilere yal­nız kendileri için dua ettiği hâlde, Abdullah için, “Yâ Rab, Ebû Evfâ ailesine rahmet ve keremini bol eyle.” buyurdu. [1]

Bu dua, Hz. Abdullah için dünyalara bedeldi. Bu ânı ve sözleri hayatının en tatlı ve mesut hatırası olarak yâd ederdi. Sonunda Re­sû­lul­lah’ın duası Ebû Evfâ ailesi hakkında kabul olmuş, Hz. Abdullah, Re­sû­lul­lah’ın yüce davasını cihana yayma bahtiyarlığına ermişti.

Hz. Abdullah bir taraftan ilimle uğraşırken, diğer taraftan savaşlara da katılır­dı. [2] Re­sû­lul­lah ile birlikte yedi gazaya katıldı. Huneyn ve Hayber Savaşlarında üstün kahramanlıklar gösterdi. Huneyn’de birçok kimsenin sıkışıp kaçtığı, Müslümanların mağlubiyet ihtimalinin ortaya çıktığı bir sırada Hz. Abdullah, sarsılmadan canını Re­sû­lul­lah’a siper eden sahabiler içinde bulunuyordu. Sava­şın dehşeti ve şiddeti onu korkutmu­yordu. Re­sû­lul­lah’a gelecek tehlikelere karşı göğsünü geriyordu. Nihayet Hu­neyn’de yaralandı. Bu yaraların izleri, hayatının sonuna kadar bir alamet ve işaret olarak kaldı.

Umretü’l-Kazâ’da Re­sû­lul­lah Efendimiz Kâbe-i Muazzama’yı tavaf ederken, Hz. Abdullah, Peygamberimize muhafızlık ediyordu. Kendisinden nakledilen bir rivayette, “Peygamber Efendimiz umre için Kâbe’yi tavaf ve Safa ile Merve arasında sa’y ederken biz de onu müşriklere karşı koruyorduk.” der. Bir bakıma Hz. Abdullah, Re­sû­lul­lah’ın muhafızıydı. Gerçi Re­sû­lul­lah daima Allah’ın inayeti altındaydı, onun koruyucusu Hz. Allah’tı; fakat sebepler dünyasında ya­şadığı için ümmetine örnek olsun diye esbaba tevessül ediyordu.

Hadis ilminde mühim isimlerden olan Abdullah bin Ebî Evfâ, Re­sû­lul­lah’tan 95 hadis rivayet etmiştir. Bunların çoğu cihat hakkındadır. Mesela “Cen­net kılıçların gölgesi altındadır.” mealindeki hadisi Hz. Abdullah rivayet etmiş­tir.

Abdullah bin Ebî Evfâ son derece sabırlı bir insandı. Vuku bulan musibetler karşısında ailesine, çevresine daima sabır telkin ederdi. Bir defasında çok sev­diği küçük kızı vefat etmişti. Hanımı yana yakıla ağlıyordu. Hz. Abdullah, hanı­mının bu şekilde sesli ağlamasını hoş görmedi, ikaz etti:

“Kalben üzülebilirsin, gözyaşı dökebilirsin; fakat seslice ağlama!”

O, Re­sû­lul­lah’ın yaptığını aynen tatbik ediyordu. Zira Re­sû­lul­lah Efendimiz de oğlu İbrâhim vefat ettiğinde aynı şekilde hareket etmişti.

Hz. Abdullah, Resûl-i Ekrem’in vefatına kadar Medine’de kaldı. Re­sû­lul­lah’ın nübüvvet nurundan feyiz aldı. Vefaından sonra Kûfe’ye gitti, oraya yerleşti. Hz. Abdullah, Kûfe’de Hicrî 86 senesinde vefat eden son sahabidir. İmam-ı Âzam Ebû Hanife, Hz. Abdullah’ın devrine yetişti. Hz. Abdullah vefat ettiğinde Ebû Hanife altı yaşındaydı.

Allah ondan razı olsun!

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK