İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.228
  • 222.955
  • 28.228
  • 222.955
# 09 Ağu 2017 08:39:28
Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endonezya'ya gitti, oraya yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. Bir gün geç geldi iş yerine. Eleman iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallardan. Merak etti, sordu:

- Hangi kumaştan sattın?

-Şu kumaştan efendim.

-Metresini kaça verdin?

-On akçeye.

-Nasıl olur?" diye hayret etti,

-Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?

Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi. Dükkan sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, helâllik istedi ve fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu.

-Ne demekti hakkını helâl et?

Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı. Kral sordu:

-Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı nedir?

-Ben, dedi tüccar, bir Müslüman'ım. İslâm dini böyle emreder. Müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.

Kral,

-İslâm nedir, Müslümanlık nedir? gibi peş peşe sorular sordu. Birer birer sorularını cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm'ı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu.

250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya'nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır sadece beş akçelik kumaştı. Yapılan tek şey vardı sadece: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı. Efendimizin müjdesi herkese açık: "Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir." Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. Anlatmaktan ziyade davranış dilinin devreye girmesiydi.

Kaynak : Mehmet Paksu, İman Hayata Geçince

Not: Diğer kaynaklarda da Endonezya'nın Müslüman olmasındaki etkinin "Müslüman Tüccarlar Olduğu belirtiliyor".

Çevrimdışı el_se

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.102
  • 29.326
  • 3.102
  • 29.326
# 10 Ağu 2017 01:50:08
Hepimiz Aslında Çatlak Kovalarız

Hindistan’da bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış.

Sağlam olan kova her seferinde ırmaktan efendisinin evine ulaşan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını eve ulaştırabilirmiş.

Bu durum iki yıl boyunca her gün böyle devam etmiş.

Sucu her seferinde efendisinin evine 1,5 kova su götürebilmiş.

Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş.

İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın kıyısında sucuya seslenmiş:

“İki yıldır çatlağımdan su sızdırdığımdan dolayı görevimin yarısını yerine getirebildiğim için kendimden utanıyor ve senden özür diliyorum.”

demiş. Sucu şöyle demiş:

“Patronun evine dönerken yolun kenarındaki çiçekleri fark etmeni istiyorum.”

Gerçekten de tepeyi tırmanırken patikanın bir kenarındaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş.

Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine sucudan özür dilemiş.

Sucu kovaya sormuş:

“Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını fark ettin mi? Bunun sebebi benim senin kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki yıldır ben bu güzel çiçekleri toplayıp onlarla patronun sofrasını süsledim. Sen böyle olmasaydın, o evinde bu güzellikleri yaşamayacaktı.”

Farkında mısınız? Hepimiz aslında çatlak kovalarız.

Allah’ın büyük planında hiçbir şey ziyan edilmez.

Kusurlarınızdan korkmayın.

Onları sahiplenin.

Kusurlarınızla birlikte gerçek gücünüzün oluştuğunu bilirseniz eğer, siz de güzelliklerin yaşamasına sebep olabilirsiniz.

Çevrimdışı seheryeli_

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.916
  • 19.360
  • 2.916
  • 19.360
# 10 Ağu 2017 04:39:29
Yıl 1943.
 Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok.
 
Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:

“Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.
 
– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?
 – Alıyorum.
 – Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten…
 
23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.

O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir.

Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.
 
O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası da olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır.

İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İare Sandığı” yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.

Kütüphaneye de bir yazı asar:

“Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.”

Köydeki çocuklar şaşırır.
Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var.

Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.
 
“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.
 
Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir.

Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.
 
Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar.

Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor.

Zenith ve Singer’e mektup yazar:
 
“Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.
 
Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.
 
Girişimcilik ne biliyor musun?
 
Bulunduğun yere yenilik katmalısın.

Mutlaka adım atmalısın.

Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş. İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.
 
Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.

Çevrimdışı el_se

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.102
  • 29.326
  • 3.102
  • 29.326
# 12 Ağu 2017 11:28:24
Kadın eşine sorar. Ben ölürsem ne kadar süre sonra evlenirsin?
Eşi , toprağın kuruduğu zaman der.
Kadın 2 sene sonra ölür.
Eşi her mezar ziyaretine geldiğinde toprağı ıslak görür ve üzgün şekilde geri döner :) :)
Aylar sonra bir gün mezarlığa giderken kayınçosunu görür ve ne yaptığını sorar?
Ablamın toprağını suladım. Kurumasın ordan geliyorum. Ölmeden önce vasiyet etti der.
Adam güler ve der. Ah kadınlar ... kadınlar ... öteki dünyadan bu dünyayı yönetirler :) :)

Çevrimdışı el_se

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.102
  • 29.326
  • 3.102
  • 29.326
# 19 Ağu 2017 20:43:15
Bu olay 14 ekim 1998 de kıtalar arası bir uçuş esnasında gerçekleşmiş.

"Bir kadın, uçakta zenci bir adamın yanında oturuyordu. Durumdan rahatsızlığını belli edercesine, hostesten başka bir yer bulmasını istedi, zira öylesine antipatik birinin yanında oturamazdı. Hostes, tüm uçağın dolu olduğunu fakat birinci sınıfta yer olup olmadığına bakacağını söyledi.

Diğer yolcular şaşkınlık ve tiksintiyle olayı izliyorlardı, bu kadının sadece terbiyesizliğine değil, bir de birinci sınıfta yolculuğu devam edeceğine şahit oluyorlardı. Zavallı adamcağız çok kötü bir durumda olmasına rağmen cevap vermemeyi tercih etti. Bu yüksek tansiyondaki durumda kadın, birinci sınıfta ve o adamdan uzak uçabileceğinden tatmin olmuş, hostesin dönmesini bekliyordu.

Birkaç dakika sonra geri gelen hostes, kadına:

"Çok özür dilerim geciktim.Birinci sınıfta bir yer buldum Bu yeri bulmak biraz zamanımı aldı, sonra yer değişikliği için pilottan izin almam gerekiyordu. 'Hiç kimse sorun yaratan bir diğerinin yanında oturmak mecburiyetinde tutulamaz' dedi ve bu izni verdi."

Diğer yolcular kulaklarına inanamıyorlardı, bu esnada kadın da bir zafer kazanmış gibi yerinden kalkmaya hazırlandı. Aynı anda hostes, oturmakta olan zenciye dönerek:

"Beyefendi, sizi uçağın birinci sınıfındaki yeni yerinize götürmem için beni takip eder misiniz lütfen? Seyahat firmamız adına kaptan pilotumuz sizden böyle nahoş bir olay yaratan kimsenin yanında oturmak mecburiyetinde bırakıldığınız için çok özür diliyor."

Tüm yolcular hep birlikte, bu olayı iyi bir biçimde sonuçlandıran uçak personelini alkışlayarak tebrik ettiler.

O yıl, kaptan pilot ve hostes uçaktaki davranışlarından dolayı ödüllendirildiler. Aşağıdaki mesaj, tüm ofislere personelin görebileceği bir biçimde iletildi:

"İnsanlar onlara ne söylediğinizi unutabilirler. İnsanlar onlara ne yaptığınızı da unutabilirler. Ama insanlar, onlara kendilerini nasıl hissettirdiğinizi asla unutmazlar."

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı el_se

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.102
  • 29.326
  • 3.102
  • 29.326
# 20 Ağu 2017 10:39:01
ÖĞRETMEN "BAYAN THOMPSON"

Öğretmenin adı bayan Thompson'du ve 5.sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün onlara bir yalan söyledi.

Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Bu mümkün değildi, çünkü orada en
önde, sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı.
Adı Teddy Stoddard. Bir önceki yıl, bayan Thompson, Teddy'i gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını;
giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü ve Teddy mutsuz da
olabilirdi.

Çalıştığı okulda bayan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti ve Teddy'nin
bilgilerini en sona bırakmıştı. Onun dosyasını incelediğinde
şaşırdı. Çünkü; birinci sınıf öğretmeni: "Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak
yapıyor ve çok iyi huylu... Ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı.

İkinci sınıf öğretmeni:
"Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım
evdeki yaşamı çok zor.." diyordu.

Üçüncü sınıf öğretmeni:
"Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer birşeyler yapılmazsa evdeki
olumsuz yaşam onu etkileyecek.“ diye yazmıştı.

Dördüncü sınıf öğretmenine gelince:
"Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti.

Şimdi bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış süslü
kurdelelerle paketlenmiş yeni yıl hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin armağanı kaba
kahverengi bir kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı.
Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi.
Bazıları, paketten çıkan sahte taşlardan yapılmış, birkaç taşı düşmüş bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce
gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı
bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı.

O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek; "Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi.
Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma,
matematik öğretmekten vazgeçerek onları eğitmeye başladı. Teddy'ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken
zekasının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en
çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu.

Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına karşın Teddy, onun en sevdiği öğrenci olmuştu.
Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy'dendi. Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu
yazıyordu. Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti. Notunda liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci
olduğunu ve bayan Thompson'un halâ hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu.

Dört yıl sonra, bir
mektup daha aldı Teddy'den. O arada zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi
dereceyle mezun olmak için çok çaba sarfetmesi gerektiğini yazıyordu. Ve bayan Thompson halâ onun hayatında
tanıdığı en iyi öğretmendi. Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi.
Çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha
ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve halâ bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi.

Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu. Theodore F.Stoddard Tıp Doktoru.
Bu hikaye burda bitmedi. İlkbaharda bir mektup daha aldı bayan Thompson. Teddy hayatının kızıyla tanıştığını ve
evleneceğini yazmıştı. Babasının birkaç yıl önce öldüğünü, bayan Thompson'un düğünde damadın anne ve babası
için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.
 
Tabii ki oturabilirdi. Tahmin edin ne oldu?
Bayan Thompson törene giderken özenle sakladığı birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı,
Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümden sürmeyi de ihmal etmedi.

Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy, onun kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler bayan Thompson,
kendimi önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için de..." diye fısıldadı.

Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi:
"Yanılıyorsun Teddy... Ben değil, sen bana öğrettin.
Seninle karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum..!"


[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.764
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.764
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 31 Ağu 2017 17:31:44
KURBAN PARASI "Mutlaka okuyun"
YILLARIN marangozuydu. Saçlarını o küçük atölyesinde ağartmıştı. Eskisi kadar işi yoktu artık. Fabrika mamulü eşyalar piyasayı istila etmişti. El işi özel imalat meraklıları dışında kimse gelmiyordu dükkânına. Hani neredeyse birer sanat eseri olan masalar, sehpalar, kitaplıklar yapar, geçimini bununla sağlardı. En iyi tahtaları kullanır, görülmedik bir . özenle çalışırdı.
Tahta mı gerekiyor, keresteciye mutlaka kendisi gider; ceviz, gürgen, çam cinsinden en iyi tahtaları bizzat seçip alırdı. Üzerlerinden en az bir yıl geçmedikçe bu tahtaları asla kullanmaz, kurumalarını beklerdi. Bu yüzden de yaptığı eserlerinde en küçük bir ayrılma, eğilme, bükülme olmazdı. İmal ederken pek az çivi kullanırdı, “Demir çivi eşyanın ömrünü kısaltır” derdi.
İşinde gayet titizdi. Az konuşur, sorulan sorulara kısa cevaplar verir, ücret konusunda hiç pazarlık etmezdi. Tanıyanlar bilirlerdi bu huyunu, tanımayan müşteri gelir de fiyata itiraz ederse, sözü uzatmaz, “Ben hakkımdan fazlasını istemem” der, pahalı geliyorsa başka bir marangoza gitmesini söylerdi. Sinirliydi biraz, bu huyunu bilir, kimseyle tartışmamaya çalışırdı.
Sabah namazından beri çalışıyordu. Bir hayli yorulmuştu. Sipariş edilen bir masayı daha bitirdikten sonra, “Bugünlük bu kadar yeter” deyip oturdu. Kurban bayramına üç gün kalmıştı, kurbanlık alması gerekiyordu. “Bir bardak çay içeyim de ondan sonra giderim” dedi. Kendi kendine konuşurdu yalnız zamanlarında. Emektar aletleriyle sohbet ederdi bazen. Bunlar onun organları gibiydi.
İki dükkân ötedeki çay ocağına gitti, selam verip bir sandalyeye oturdu. Onun her zaman “orta açık çay” içtiğini bilen garson, sormaya bile . lüzum görmeden getirdi çayını. Şekeri karıştırırken, kendisi gibi emektar ustalardan biri olan arkadaşı kapıda belirdi. Sonra da gelip yanına oturdu. Tornacıydı adam. Son zamanlarda iyice yaşlanmış, işini göremez olmuştu. Dalgındı, hüznün resmi mürtesemdi yüzünde.
Söz kurbandan açıldı, konuştular bir iki satır.
.
“Biraz sonra gidip kurbanlık alacağım” dedi marangoz.
Tornacı dalgın gözlerle marangozun yüzüne bakıyordu. Söyleneni işitiyor ama anlamıyordu. Marangoz farkına vardı bunun:
“Canın sıkkın” dedi.
“Evet.”
“Sebep?”
“Bir talebe var... Üniversitede okuyor.”
“Ne var bunda?”
“Önüm sıra yürürken birden yere yıkıldı çocuk.”
“Niye?”
“Kaldırdım hemen. Sebebini sordum. Önce söylemek istemedi. Israr ettim... Açlıktan başı dönmüş...”
“Kimi kimsesi yok mu peki?”
“Gurbet hali, bilirsin. Arkadaşları var gerçi. Bizim binanın bodrum katında kirada oturuyorlar. Hepsi memleketlerine
gitmişler.”
“Bu niye gitmemiş?”
“Gidememiş. Para beklemiş ama gelmemiş parası. Ailesi fakirmiş anlaşılan, gönderememişler. Cebindeki üç beş kuruş da bitince aç kalmış. Kimselere söyleyememiş derdini.”
Marangoz şakaklarını ovdu bir süre. İri bir eli, nasırlı parmakları vardı. Âdetiydi, canı sıkıldı mı iyice bastırarak alnını, şakaklarını, göz çukurlarını ovardı. Tornacıyı ilk kez görüyormuş gibi bakarak sordu:
“Sen ne yaptın peki?”
“Ne yapacağım” dedi Tornacı, “aldım eve götürdüm. Allah ne verdiyse beraber yedik. Lakin fazlasını yapamadım. Benim de meteliksiz zamanıma rast geldi. Kalktım buraya geldim, belki bir iş çıkar diye.”
“Çıktı mı peki?”
Tornacı “Nerde o eski günler!” dercesine elini sallayıp sustu. Önüne konan çayı karıştırmaya başladı. Şeker atmayı unutmuştu.
Marangoz da susuyordu. Bir yanda evde kurban bekleyen hanımı vardı, öte yanda parasızlıktan yere yıkılan bir garip talebe. Elini cebine attı, bütün parasını çıkarıp tornacıya uzattı:
“Götür ver!” dedi, “Söyle ona, memleketine gitsin.”
Tornacı hayretle baktı:
“Hepsini mi?”
“Hepsini.”
“Kurban alacaktın hani?”
“Allah kerim!” dedi Marangoz, başka da bir şey söylemedi.
Uzunca sustular. Tornacı parayı cebine koyup gitti. Marangoz da atölyeyi kapatıp evin yolunu tuttu. Yürüyerek gitmek zorundaydı, son parasını da çaycıya vermişti çünkü.
Evde, “Kurbanlık almadın mı Bey?” diyen hanımına da Tornacıya verdiği cevabı verdi:
“Allah kerim!”
Kadın başka soru sormadı. Tanırdı . kocasını. Sessizce sofra hazırlamaya başladı.
İkinci gün tekrar atölyesine gitti Marangoz. İş elbisesini giyip tezgâhının başına geçti. Çam ve tutkal kokuyordu atölye. Yıllardır bu kokuyla yaşamıştı. Bu koku elbisesine de siner, her nereye gitse onunla gelirdi.
Eline planyayı aldı, işe başlayacaktı ki kapıda bir adam . belirdi: Merhaba usta!”
“Merhaba!”
Adam eşikte duruyordu, arkası güneşe dönük olduğu için yüzü iyi seçilmiyordu. Marangoz tanıyamamıştı. Adam anladı durumu, bir iki adımda içeriye girdi.
“Beni tanıyamadın . galiba.”
“Evet.”
“Üç ay kadar önce sana bir iş yaptırmıştım. Çalışma odam için masa, sehpa, kitaplık falan... Paranın bir kısmını
vermiş bir kısmını sonraya bırakmıştım. Şimdi hatırladın mı?”
“Hatırlar . gibi oldum. Gebzeliydin galiba.”
“Evet... Ya usta, kusura bakma, parayı geciktirdim. Bir türlü yolum düşmedi buralara. Sen de arayıp sormadın.”
Cebinden bir deste para çıkartıp uzattı Marangoza:
“Buyur. Bayram yaklaştı, lazım olur. Hakkını helal et.”
Marangoz parayı alıp tezgâhın üstüne koydu.
“Buyur bir çay iç” dedi.
“Sağ ol usta, başka zaman. Arabayı çalışır vaziyette bıraktım. Bana müsaade.”
Ustanın elini sıkıp gitti adam.
Marangoz parayı saydı.
Kurban bayramı için ayırıp da sonra Tornacıya verdiği paranın tam iki katıydı!
En küçük bir hayret ifadesi belirmedi yüzünde. Hafifçe gülümsedi ve “Allah kerim!” dedi.

Çevrimdışı C_70

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.003
  • 36.580
  • 4.003
  • 36.580
# 04 Eyl 2017 11:19:30
                BU YAZIYI UMARIM OKURSUNUZ..!!

   Yaşlı kadın, usulca odasından çıktı. Salondan torunu ile gelinin sesleri geliyordu:
   "-Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum; haydi gel de soğutmadan ye!.."
Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin üzerine oturdu.
    Çocuk, babaannesini görünce:
 "-Babaanneciğim, gel beraber yiyelim!.." dedi.
 Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:
 "-Evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele babanız gelsin, beraberce yeriz inşaâllah!" dedi.
Evin gelini:
"-Aman anneciğim, eskidenmiş onlar!.. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur, o da gelince yer." dedi.
  Yaşlı kadın:
 "-Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır."
 Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı:
 "-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti... Anlat bakalım, merak ettim!.." dedi.
 Yaşlı kadın söze başladı:
"-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.
 Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi.
 Huzurla hepimiz başlardık yemeğe... Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!.."
 Torunu:
 "-Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz babaanneciğim!" dedi.
 "-Hayır, yavrum bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi hep bâkî kalırdı. Sevgi var oldukça da hiç depresyona giren olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. Biliyor musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum, hattâ köyümüzde bir tane akıldan mahrum birisi vardı, «Deli İbram» derlerdi.
  Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki, anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca bir kapıyı tıklatır; «Aba acıktım, aba su ver!» derdi. Hangi kapıyı çalsa, boş çevrilmezdi. Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı. Cumaları esnaf elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu dışlamazdı..
  Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok bu şehirde! Herkes akşam olduğu hâlde perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor, ama kimse utanmıyor. Biz daha hava kararmaya başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını yakardık. Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder; ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik. Gölgemizin bile dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz kızarırdı." Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini çekti.
 "-«Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur.» derdi büyüklerimiz... Evler, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç çamaşırlarını ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep ederlerdi. Ben daha küçükken giydiğim şalvarı en ön ipe asmışım, hemen anam gelip; «Kız, baban bugün avluya çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine girdim. Bir daha öyle ortaya asma, çamaşırların en arkasındaki ipe as!.. Üstüne uzun bir tülbent ört, sonra mandalla... Altında ne olduğu görünmesin!.. İffetimiz, edebimiz bir giderse, ortada îmanımız kalmaz!..» dedi.Tabiî ben 12 yaşlarındaydım,  annem bunları bana söylerken ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes alayım diye balkona çıktım, karşı komşu, bütün çamaşırları asmış uluorta, ben utancımdan hemen içeri girdim.
 Bugün yemekler dışarıda yeniyor, «göz hakkı» oluyor, kimse umursamıyor. Çarşı pazardan alınanlar şeffaf poşetlerde eve geliyor; alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde...
Hiç şifâ olur mu yavrum? Bizim Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, «Yemeğinizin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz.» buyuruyor. Bugün kokuyla, gösterişle çevredekilere hep ezâ veriliyor. Tabiî ki yenilenler içinize sıkıntı veriyor. Sonra da «depresyon» diye diye doktorlara gidiliyor.
 Evin bir edebi daha vardır ki, en önemlisi de budur herhalde...
 Evin içinde yaşananlar, aslâ dışarıda anlatılmaz; yenenler, içilenler, muhabbetleşmeler, kavgalar... Bu da evin iffetinden sayılır ve hiç kimseye anlatılmazdı.
 Bu yüzden problemler ev içinde kolaylıkla çözülürdü. Zaten Peygamberimiz de özellikle karı-koca arasında olanların etrafa yayılmasının ne büyük bir günah olduğunu hep hadislerinde anlatıyor, değil mi Leylâcım!.." dedi gelinine... Leylâ mahcup bir şekilde:
 "-Evet anneciğim." diyebildi.
 Torunu:
 "-Babaanneciğim, şimdi facebook diye bir şey var; insanlar gittikleri lokantalarda yedileri şeylerin fotoğrafını çekip binlerce kişiye gösteriyorlar!.."
 "-Aayy ne ayıp... İnsan hiç yediğini söyler mi?"
 "-Âh anneciğim, her hâllerinin fotoğrafları var. Gezdikleri yerlerin, yedikleri yiyecek-içeceklerin, aldıkları eşyâ ve kıyâfetlerin, hattâ beylerinin aldığı çiçekleri üzerinde yazdıkları notlarla paylaşıyor insanlar..."
 "-Yavruuum, sen neler diyorsun? Kıyamet koptu kopacak desene... Evler çırılçıplak kaldı desene..." dedi gözyaşları içinde anlatmaya devam etti:
 "-Biz beylerimizle yan yana yürümeye ar edinirdik; dul kalanlar var, evlenemeyenler var. Onların gönül yaralarına tuz basmayalım diye, beylerimizin bir adım gerisinden yürürdük... Şimdi kavgalar ortada, sevmeler ortada...Tabiî ki, hiç mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor. Evin bereketi, büyüklere saygıdadır. Evin iffeti, örtülen perdedir. Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır. Bedenin iffeti, tesettürdedir. Utanma, hayâ, îmandan bir şûbedir. Bakın size, benim annemin anlattığı bir hikâyeyi anlatayım.
  Hikâye dedimse, adı hikâye... Aslında bir hadîs, hadîs-i kudsî hem de...  Yani mânâsını Allâh'ın Peygamber Efendimize haber verdiği, sözlerini ise Peygamberimizin kendi sözleriyle ifade ettiği bir hadis...
 Bu hadîs-i kudsîye göre:
 "Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'ı yarattığı vakit Cebrâil aleyhisselâm ona üç hediye getirdi: İlim, hayâ, akıl. Ona dedi ki: «Ya Âdem!.. Bunlardan dilediğini seç!..» Âdem aleyhisselâm aklı tercih etti.
Cibrîl aleyhisselâm hayâ ve ilme, makamlarına dönmelerini emretti. Hayâ ve ilim dediler ki:
"-Biz, âlem-i ervâhta (ruhlar âleminde) hep beraber idik. Birbirimizden aslâ ayrılmayız. Ruhlar cesetlere girdikten sonra da aynı şekildedir. Ve akıl nerede olursa, biz ona tâbî oluruz. Cibrîl aleyhisselâm da öyle ise yerlerinize yerleşin!.." diye emretmekle akıl dimağda, ilim kalpte, hayâ da gözde yerleşti."
  İşte bu hadîs-i kudsîde de anlatıldığı gibi, hayânın makamı gözdür. Bu yüzden hem gözümüzü korumak önemlidir, hem de göze hitâp eden şeyleri kontrol altında tutmak..."
 Gelini:
 "-Haklısın anneciğim, biz iffetimizi kaybettikçe buhranlarımız arttı." dedi.
 Torunu kaşığı sessizce bırakıp:
 "-Ben babam gelince yemeğe başlayacağım, anneciğim!" dedi.
Babaanne de söylediklerinin evlatları üzerindeki tesirini görünce sessiz bir şekilde Allâh'a hamd etti.

Çevrimdışı el_se

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.102
  • 29.326
  • 3.102
  • 29.326
# 05 Eyl 2017 18:49:14
                  Sorumluluk Almanın Mükafatı

Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine
kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak?  Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları,  saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu. Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu.

Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına ıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı ama kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde.  "Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral. Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı. "Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır."

Çevrimdışı el_se

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.102
  • 29.326
  • 3.102
  • 29.326
# 07 Eyl 2017 01:07:25
Terzi dükkanlarıyla dolu caddede terzilerden biri dükkanına şöyle bir tabela asmış: "Dünyanın en iyi terzisi". Bunu gören bir başka terzi de rekabet için tabela yazdırmış: "Evrenin en iyi terzisi". Gerçekte en iyi terzi olan adam da bir tabela asma ihtiyacı duymuş ve tabelaya yazdırmış: "Caddenin en iyi terzisi".
"Caddenin en iyi terzisi" ne kadar dar bir anlam değil mi? Fakat; "Dünyanın en iyi terzisi" ve "Evrenin en iyi terzisi"nin bulunduğu caddenin en iyi terzisi iseniz onlardan bile iyisiniz demektir.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.764
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.764
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 21 Eyl 2017 19:23:32
Tilkiyle yılan arkadaş olur ve birlikte yolculuğa çıkarlar.

Bir ırmağın kenarına geldiklerinde yılan tilkiye “Tilki kardeş! Ben yüzme bilmem. Beni sırtına al da karşı kıyıya beraber geçelim!” der.

Tilki, arkadaşının teklifini kabul eder. Yılan tilkinin beline sarılır, o da ırmağa girip yüzmeye başlar.

Karşı kıyıya vardıklarında yılan “Tilki kardeş! Ben seni sokacağım!” deyiverir. Neye uğradığını şaşıran tilki “Yılan kardeş! Biz seninle arkadaş değil miyiz? Bak, ben sana bunca iyilik ettim. Seni sırtıma al­masam ırmağı geçemezdin!” diye ne kadar dil dökmeye çalıştıysa da yılan hiç oralı olmaz ve “Bu benim huyum. Sokmak benim yapımda var!” der.

Bunun üzerine tilki bir an durur, sonra yılana “Peki yılan kardeş! Sok, ne yapalım? Bu benim kaderimmiş. Yalnız yüzüme bir defacık bak ki, ölmeden önce o güzel gözlerini son bir defa göreyim!” Bu sözlere aldanan yılan, başını uzattığı an, tetikte duran tilki derhal atılıp başını kapıverir.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.764
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.764
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 22 Eyl 2017 23:52:15
Galata Köprüsü’nü satmak üzereyken tesadüfen yakalanan meşhur dolandırıcı Sülün Osman;

“Benim dolandırdığım insanlar dolandırıcıydı aslında.

Yani bana yaklaşma sebepleri beni dolandırmaktı.

On tane bilezikle geliyorum adamın önüne akşam vakti.

Kuyumcunun kapısındayız…

Ve dükkân kapalı.

Karımın hastalığını anlatıyorum, acilen bilezikleri bozdurmam gerektiğini, o an nöbetçi eczaneye gidip hastaneden istedikleri ilaçları almamın şart olduğunu söylüyorum falan.

Hakiki olsalar bileziklerin fiyatı 1000 lira.

Diyorum ki 300 liraya ihtiyacım var.

Paranın gerisi umurumda değil, yeterki karım ameliyat masasında kalmasın…

Adam sabah kuyumcuya gidip bilezikleri 1000 liraya bozdurabileceğini ve birkaç saat içinde havadan 700 lira kazanacağını düşünüyor.

O arada benim ayakçım da ortaya çıkıyor ve o almak istiyor bilezikleri.

Telaşlanıyor adam kazanç imkânı kaybolacak diye.

300 lirayı verip alıyor bilezikleri, ben de kayboluyorum ortalıktan.

Adam ertesi sabah kuyumcuya gidip de bileziklerin sahte olduğunu öğrenince, dolandırıldım diye karakola gidiyor.

Ben aranıyorum.

Demiyorlar ki ona, be adam 1000 liralık bileziği 300 liraya almayı düşünürken aklında ne vardı, diye.

Gayet açık ki, beni dolandırmayı planlamıştı.

Ben hayatım boyunca beni dolandırmaya kalkışmamış tek bir kişiyi dolandırmadım.”

Ayrıca Sülün Osman cezaevinde “Alınteri ile yaşamak” konulu konferans vermiştir…

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.228
  • 222.955
  • 28.228
  • 222.955
# 23 Eyl 2017 10:19:45
 Teheccüd (Gece) Namazının Fazileti

Vaktiyle herkesin sevip hürmet ettiği bir adam, hali ve tavırları garip bir köleyi satın almıştı. Köleyi alıp konağına götürdü. Ona yapacağı işleri öğretti ve:
     ''Benden bir isteğin varmı? diye sordu.
     Kölesi ''Efendim! Her emrinizi gücümün yettiği kadar yerine getirmeye çalışacağım. Yalnız sizden şu üç şartımı kabul etmenizi istiyorum: Birincisi, namaz vakti girdiği zaman bana müsaade etmenizi.
İkincisi, beni gündüz çalıştırıp gece meşgul etmemenizi. Üçüncüsü, bana bir oda tahsis edip, oraya başkasını sokmamanızı, sizden rica ediyorum.'' dedi. Bunun üzerine adam:
     Peki, istediklerini kabul ediyorum. Evimin odalarına bak. Hangisini istersen o odada otur.'' dedi
     Köle odaları dolaştı, sonunda eski ve harap bir odayı seçti. Efendisi buna şaşırdı ve kölesine:
     ''Niçin bu odayı seçtin?'' diye sorunca o garip köle: ''Ey Efendim! Bilmez misin ki, Allah ile Beraber olduktan sonra, harap olan yer saray olur'' diye cevap verdi. Odasına Yerleşti.
     Aradan günler geçtikçe o zengin kişi, kölesine karşı gittikçe artan bir hürmet duymaya başlamıştı. Dürüst ve çalışkan olan, az konuşan kölesine, yediğinden yediriyor, giydiğinden giydiriyor ve
ona bir arkadaş gibi davranıyordu. Fakat onun halini ve hareketlerinide merak ediyordu.
   
     Bir gece kölesinin odasına gidip bakmaya karar verdi. Yavaş yavaş, sessizce o harap odanın kapısına geldi. İçeriye baktığında gözleri kamaştı, hayret içerisinde kalmıştı. Odanın tavanında göğe
açılmış bir yarık ve oradan uzanmış nurdan bir kandilin ışığıyla odayı tatlı bir aydınlık kaplamıştı. O garip kölr ise secdeye kapanmış, Allah'a Niyazda bulunarak şöyle diyordu:
     ''Ya Rabbi! Beni, gündüzleri efendime hizmet etmekle vezifelendirdin. Eğer efendime olan hizmetim olmasaydı, gece ve gündüz sana ibadet etmekten başka hiçbir işle meşgul olmazdım. Kusurumu affet,
Allah'ım''
     Efendisi sabaha kadar lökenin bu halini seyretti. Köle ise ondan habersiz, niyazına devam ediyordu. Sabah olunca Nur kandili göğe Doğru çekildi, Tvandaki yarıkda kaybolmuştu.
     Kölenin efendisi birçok geceler onun halini aynı şekilde gizlice seyretti. Bir sabah kölesini yanına çağırdı ve ona: ''Allah için seni azad ediyorum. Seni meşgul eden kimseye hizmet etmekten kurtulup,
Allah'a gece gündüz ibadet ve taatte bulunasın''dedi. Bunları duyunca kölenin gözleri yaşla doldu. Cevap vermedi. Bir zaman sessiz öylece kaldı. Sonra ellrini kaldırıp Allahü Teala’ya şöyle niyazda bulundu:
     ''Ey Rabbim! Senden, benim sırrımı gizlemeni talep etmiştim. Şimdi sırrımı açığa vurup, halimi insanlara bildirmeyi diledin. Ey kudret sahibi Allah'ım! beni kendine al'' diye dua etti. Allahü Teala onun
bu niyazını kabul buyurdu. Çok geçmeden Köle yere düştü. Kelime-i Şehadet getirerek Beka alemine göçtü.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.764
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.764
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 30 Eyl 2017 19:13:21
Çocuk Cenneti Parselliyorum Satıyorum Abla Der
Cevap Hoşuna Giden Kadın
Banada Bir Parsel Ver,ne Kadar Der,çocuk 20 Tl Abla Der.
Kadın Parayı Verir.
Evine Giden Kadın Olayı Unutur,
Yatar Bir Rüya Görür Ki
Kendisi Cennette,
Sonraki Günlerde Rüya Olayı
Eşine Anlatır
Eşi Hemen Çocuğun Olduğu Yere Gider. 

 
Çocuğa Aynı Şekilde Adam Sorar
Ne Yapıyorsun. Cevap Aynı
Adam Der
Banada Bir Parsel Ver Kaç Lira.
Çocuk Derki
Bir Tirilyon.adam Ne Yapıyorsun
Hanıma 20 Tl Ye Vermişsin.
Çocuk Der
Amca Eşin O Parayı Cenneti Almak İçin Değil,gönlümü Almak İçin Verdi.
Sen Cenneti O Kadar
Ucuz Mu Zannettin.

Cennet Ne Çok Ucuz,ne Çok Pahalıdır.
Cenneti Almak Gönülleri Almaktan Geçer…

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.460
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.460
  • Müdür Yardımcısı
# 01 Eki 2017 00:00:11
FATİHSULTAN MEHMED HAN’IN HOCASINA SAYGISI

•29 Mayıs 1453 sabahı son hücum emri ile birlikte İstanbul Osmanlı'ya teslim olmuştu. Fatih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemsettin  ile birlikte, coşkulu bir törenle İstanbul'a giriyordu. Bizans halkı ve kadınlar yollara dökülmüş, genç Fatih'i selamlıyor, üzerine çiçekler atarak onu tebrik ediyorlardı. Hatta Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul'a girerken, yer yer Bizans halkı öndeki "Akşemsettin"i padişah zannediyor, Akşemsettin "hükümdar arkada" işaretini yapınca, Fatih Sultan Mehmet Han da edep, terbiye ve inceliği ile, şöyle karşılık veriyordu:

"Evet, hükümdar benim, lâkin o da benim Hocam'dır!"
 
•Fatih Sultan Mehmet Han, bir gün veziri Mahmut Paşa'yı yanına alarak hocası Akşemseddin'i ziyarete gitmişti. Akşemseddin, Padişah içeri girdiği halde ayağa kalkmamıştı.Bir süre geçtikten sonra Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed Han'ın huzuruna gitti. Padişahın yanında Mahmut paşa'da bulunuyordu. Fatih Sultan Mehmed Han hemen ayağa kalkarak hocasına yer gösterdi.

iki olayı kıyaslayan Mahmut Paşa dayanamayıp sordu:

- Hünkârım, hocanız geldiğinde siz ayağa kalktınız. Hâlbuki siz onun yanına gittiğinizde o ayağa kalkmaz. Sebebi ne ola?
 
Fatih Sultan Mehmed Han şöyle cevap verdi:

- Hocam Akşemseddin'e saygı göstermemek elimde değil. O yanıma geldiğinde gayri ihtiyari bir heyecan kaplar ve farkında olmadan kendimi ayakta bulurum.
O ise, ilmin izzetini korumak için bana ayağa kalkmaz, buyurdu.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK