İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 18 Ağu 2014 15:46:57
Pahalı Fetva

İmamı Azam (Rahmetüllahi Aleyh) Hz.nin en büyük talebesi İmam Ebu Yusuftur. Bu zat talebeliği zamanında bir gün hamama gitmek ister. Fakat parası yoktur. Hamamcıya, "parası olmadığını, fakat para yerine kendisine dini bir mesele öğretebileceğini" söyler. Hamamcı,

- Bana fetva değil para lazım. Paran yoksa hamama girme, der.

Üzülerek dönen Ebu Yusuf, hocasına gelir ve ilmi bırakacağını söyler. Sebebini de anlatır. İmamı Azam Hazretleri kendisini teseli eder ve,

- Evladım, sabret. İlme devam et. İlim seni aziz eder, der.

Aradan seneler geçer. Ama hamamcıdan gördüğü üzücü hareket hiç aklından çıkmamaktadır. Bu arada kendisi memleketin en yüksek ilmi makamındadır. Bütün meseleler kendisinden sorulmaktadır. Böyle olduğu zaten tarihen de sabi'ttir. Bir gün kendisinden bir fetva sorulmaktadır. Soru şudur:

Kızını evlendirmek isteyen bir kişi, ona dünyanın en kıymetli şeyini çeyiz vermek üzere yemin etmiştir. Bu yeminini nasıl yerine getireceğini sormaktadır. Soran kim olsa beğenirsiniz? O meşhur hamamcı.

İmam Ebu Yusuf, hamamcıyı tanır ve "Şu kadar altın verirsen, bunun cevabını alabilirsin" der.

Hamamcı razı olur ve bilmem kaç altına fetvayı alır.

Cevap şudur:

- Kızına bir adet Kur'an-ı Kerim ver. Yeminin yerine gelir.

Hamamcı memnun olarak ayrılacağı sırada, Ebu Yusuf Hz. der ki:

- Falan zaman hamama koymadığın talebe benim. O zaman sana öğreteceğim dini mesele buydu. Bir hamam ücretine öğrenecektin. Şimdi bu kadar altına öğrendin.

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 20 Ağu 2014 13:50:45
Adamın biri camiye gitmek üzere evinden çıkar, fakat karanlıktır ve
giderken yolda ayağı takılır düşer, kalkıp üstünü silkeleyip evine geri
döner, elbisesini değiştirip temiz kıyafetlerle tekrar yola çıkar, fakat yine
düşer. Yeniden eve gidip üstünü değiştirir ve yola çıkar. Yolda elinde
lamba ile birini görür. Yolunu aydınlatan bu adamla beraber mescide
doğru ilerlerler. Adam lambayı tutan kişiden namazı kendisinin
kıldırmasını ister lambayı tutan adam ise kabul etmez.
Düşen adam ısrarla teklif eder tekrar red cevabını alınca merak edip
sorar neden kıldırmıyorsun?
Lamba tutan adam kendisinin şeytan olduğunu söyler..
Adam şok olur ve neden kendine ışık tutup yolunu aydınlattığını sorar;
Şeytan der ki:
Seni düşüren bendim mescide gitmemen için ve sen ilk düştüğünde
eve gidip elbiseni değisip tekrar mescide doğru çıkınca Allah senin tüm
günahlarını affetti. Ben seni ikinci defa düşürdüm sen tekrar
üşenmedin eve gidip elbiseni değiştin tekrar yola çıktın, bu defa Allah
senin ehli beytinin günahlarını bağışladı. Ben korktum ki üçüncü
düşmende Allah bu kez tüm ülkenin günahlarını bağışlayacak ve benim
onca uğraşım boşa gidecek. O sebeple senin güvenli bir şekilde
mescide ulaşman için lambayla senin yolunu aydınlattım.
Senin takvan aileni ve milletini felaketlerden korunmasına vesile olur.
Bütün hamd ve övgüler ancak Allah'adır..
Kuran-ı taşıdığında şeytanda baş ağrısı olur
onu açtığında şeytan yıkılır
onu okuduğunda şeytan solar ve bayılır
onunla amel ettiğinde şeytan yanından kaçar.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 21 Ağu 2014 08:25:33
Suriyeli kadının verdiği ders!
“Pazar günü öğlene doğru balkonumuzda kurduğumuz kahvaltı sofrasına hep birlikte oturduk. Dopdolu soframızın huzurunda çocuklarla bir arada olduğumuzu görmenin sevinci beni durdurdu. Bu an, şükrü eda edilemeyecek güzellikte bir andı ve bu durumu çocuklarıma anlatma sorumluluğundaydım. Ben patates büyüklüğünde bir avuç kuru mısır ekmeğini kahvaltı niyetine koparıp evden çıktığım çocukluk yıllarımdan bu günlere geldim. Bu sofrada ikişer çeşit reçel, zeytin, peynir görüyorum. Böyle bir sofrada rahat oturmak bana yakışmıyor.
Bu sofranın vefasız kalmasının ürpertisiyle çocuklarımın dikkatini Mevla’nın bize lütfettiği nimetlerin paha biçilmez değerine dikkat çekmek istedim. “–Sizin gibi nice çocukların kahvaltı fırsatları yok. Nicesi aç. Nicesi böyle lezzetlerden habersiz büyüyor. Biz bu nimetleri ne ile hak ettik? Nankörlüğün sonu mahrum düşmektir.” diye anlatırken, hanım söze girdi. İki gün önce buluştukları sofrada sohbet ettiği Suriyeli bir kadının sözlerini nakletti.
Türkiye’ye sığınan Suriyeli kadın şöyle söylemiş: “-Bizim her şeyimiz vardı. Evimiz vardı, arabamız, topraklarımız vardı. Durumumuz sizinki kadar iyiydi. Şimdi ise sokaklara düştük, hepsini aldılar elimizden, bize bir tek Allah’ımız kaldı.”
“Bize bir tek Allah’ımız kaldı.” Cümlesi yüreğimde deprem gibi koptu. Ne ağır ve ne acı bir imtihan! Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Takılıp kaldım öylece…
Devam etmiş Suriyeli kadın: “Şimdi sizinle yemek yedikten sonra lavaboya giderken, bulaşıkları gördüm. Yemeklerinizin yarısını çöpe atmışsınız. Bizim memlekette kalan kardeşlerimiz açlıktan ağaç yaprakları yediler. Onlar da tükenince ağaçların kabuklarını soyup, kaynatıp suyunu içiyorlar. Ağaçlarda da kabuk kalmadı. Siz Cenabı Allah’ın bu israfınızı size sormayacağını mı sanıyorsunuz?”
Bu sözler üzerinde düşünelim, kör, sağır dilsiz gibi davranmayalım. Soframızdan bir lokma ekmeği çöpe atmak suçtur ve hele bu zamanda vicdana ihanettir. Çoğunluk harcamasından birazcık kısarak en az bir aç kardeşinin doymasına vesile olabilir. Herkesin gücünce yapabileceği bir hizmet vardır. Dr. Muhammed Bozdağ

Çevrimdışı efoo

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 5.522
  • 87.439
  • Müdür Yetkili
  • 5.522
  • 87.439
  • Müdür Yetkili
# 21 Ağu 2014 12:12:29
Bâyezîd-i Bistâmî "kuddise sirruh" hazretleri, Hacca giderken bir köyde konakladı. Fakat kimse onu tanımıyordu. Orada bir yemek daveti vardı. Onu da, bir garip yolcu diyerek davet ettiler. Yemek yenildikten sonra namaz için, orada bulunanlar abdest alıyordu. Bu esnada bir ihtiyarın, kendi başına bir köşede elindeki ibrikle abdest almaya çalıştığını gördü. Hiç kimsenin kalkıp da bu ihtiyara yardım etmemesi, Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin dikkatini çekti ve ihtiyarın yanına geldi. Usulcacık ibriği tutarak, ona su döktü. O zât da, pek memnun oldu. Ayaklarına da suyu döküp, ihtiyarın potinlerini giydirdiği sırada, yavaşça kulağına eğilen Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; "Amcacığım, sen gençliğinde bir büyük zata hiç hizmet etmedin mi ki, şu insanların hiçbiri sana hizmet etmiyor. Bu nasıl bir iş merak ettim" dedi. İhtiyar amca uzun uzun tebessüm etti, o da Hazret-i Şeyh'in kulağına eğilerek; "Ah güzel evlâdım elbette hizmet ettim. Hem de senelerce mürşidime hizmet ettim. Hiç hizmet etmeseydim, senin gibi bir kutb-ı âlem benim ayaklarıma su döker miydi?" dedi.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 22 Ağu 2014 07:31:55
SU, kendine SIRDAŞ arıyordu.
Önce BULUTA verdi sırrını. Ağır geldi sır buluta. Sağanak sağanak döktü suyun tüm sırlarını.
Sonra GÖLE gitti SU... Ona anlattı derdini. Bu arada bulut suyun sırrını yağmur yapıp, dolu yapıp, kar yapıp savurduğu için, zaman zaman taşıyordu göl ve çıkıyordu suyun sırrı iyice açığa.
Sonra NEHRE verdi SU sırrını. Nehir de aldı suyun sırrını çekti gitti. DEREYE verdi. Dere biraz daha yavaş olsa da nehirden, o da götürdü suyun sırrını bir başka bilinmeze…
ÇAĞLAYANLAR, ŞELALELER, AKARSULAR…
Hepsi kayboluyordu bir anda. Sonra bir gün su takip etti dereyi. Dere Okyanusa kavuşunca farketti su:
Bütün sırlarının akarsularla, çağlayanlarla, ırmaklarla OKYANUSA taşındığını.
Karar verdi su. Sırrını Okyanusa verecekti.
Öyle de yaptı zaten. Tüm sırlarını OKYANUSA verdi.
Artık suyun sırrını okyanustan başkası bilmiyordu.
Ne taştı OKYANUS, ne bir başkasına taşıdı suyun sırrını, ne de kurudu….
Geçenlerde karşılaştık suyla.
Bir bardaktaydı. Suskundu. Çok uğraştım konuşturamadım.
Ben tam giderken ”DUR !” dedi SU. Durdum!
”OKYANUS yürekli dostlar bulmadan sakın konuşma! Taşıyamazlar, kaldıramazlar senin yükünü, canını yakarlar, utandırırlar….” dedi.
Çevrenizde hep “OKYANUS YÜREKLİ” dostlarınızın olması dileğiyle...

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 23 Ağu 2014 11:36:36
- Birisi Hz Ali'ye geldi ve
"O kadar dertliyim ki sıkıntıdan ölüyorum." dedi.
Hz.Ali; "İki soru soracağım, cevabını verip dermanını bulacaksın. dedi.
Adam; "Sor Ya Ali dedi.
Hz.Ali; "Dünyaya geldiğin zaman bu dert seninle birlikte mi dünyaya geldi?"
Adam;"Hayır."
Hz Ali;"Dünyadan giderken bu dert seninle birlikte olacak mı?
Adam;"Hayır" dedi.
Hz. Ali son olarak şöyle buyurdu;
"Seninle birlikte gelmeyen ve giderken de seninle birlikte olmayacak
olan bir dert senin bu kadar zamanını almamalı Sabırlı ol.
Yer yüzündekilere çok ümit bağlamaktansa yüzünü Âlemlerin Rabbine çevir."

Çevrimdışı pufudukyanak

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 167
  • 292
  • Okul Öncesi Öğrt.
  • 167
  • 292
  • Okul Öncesi Öğrt.
# 23 Ağu 2014 11:48:17
O dertler yakamızı hiç bırakmıyor ki =(

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 24 Ağu 2014 08:17:30
"BİR ANNENİN OĞLUNA YAZDIĞI İBRETLİK MEKTUP"
Annemin sadece bir gözü vardı. Öteki gözü çukurdu, yani yeri boştu. Ondan nefret ediyordum. Çünkü bu durum beni arkadaşlarımın arasında utandırıyordu. Babam, ben daha küçükken bir kazada öldüğünden, ailemizi geçindirmek de anneme kalmıştı. Bunun için okulda aşçılık yapıyordu. İlk okulda iken bir gün annem bana "merhaba" demeye gelmişti. Sanki, yerin dibine geçmiştim. Bunu bana nasıl yapabilirdi.? Onu görmezden geldim, ona nefretle bakarak oradan kaçtım...
Ertesi gün sınıfta bir arkadaşım bana, "..Senin annenin sadece bir gözü var. Diğeri ne biçim.!" Dedi. Diğerleri de gülüşüyorlardı. O anda yerin dibine girmek ve de annemin ortadan kaybolmasını istedim.
Bu yüzden, o gün onunla karşılaşınca dedim ki:
-"Beni gülünç duruma düşüreceğine, ölsen daha iyi!.."
Annem karşılık vermedi. Sadece, tek gözüyle bana biraz baktı ve uzaklaştı gitti...
Dediklerim hakkında bir saniye bile düşünmemiştim, çünkü çok kızmıştım. Onun duyguları beni hiç ilgilendirmiyordu. Onu evde istemiyordum ama ev onun üzerineydi...
Çok çalıştım, kendime yeter oldum, sonunda Singapur'a okumaya gittim.
Bir süre sonra da evlendim. Birikimime borç ekleyerek kendime bir ev aldım.
Daha sonra çocuklarım oldu ve hayatımdan memnundum. Annemi unutmuştum...
Bir gün annem bizi ziyarete gelmişti. Öyle ya, kaç yıldır beni görmemişti.
Kapıya gelince, çocuklarım tek gözlü birini görünce birden korktular, sonrada güldüler.
"Babaanneniz" diyemedim. İçeri girince ilk fırsatta ona:
-"Evime gelip çocuklarımı nasıl korkutabilirsin.? Buradan hemen git.!" Dedim
Bu çıkışıma annem kısık bir sesle:
-"Kusura bakmayın, ben yanlış adrese geldim galiba.!" Dedi ve çıktı-gitti...
Aradan yine uzun bir zaman geçmişti.
Bir gün "mezunlar toplantısı" için okulumdan bir mektup aldım.
Karıma; "..iş seyahatine gidiyorum" diye bahane uydurdum.
Mezunlar toplantısından sonra, birden aklıma düştü.'Sadece meraktan' eski evime gittim.
Eski komşularımıza sorduğumda, "annemin öldüğünü" söylediler.
Önce biraz sevinç duyar gibi oldum ama içimde bir burukluk ve sızı hissettim.
Ben şaşkınca beklerken, "bana verilsin diye annemin bir mektup bıraktığını" söylediler.
Açtım ve okumaya başladım:
_En sevgili oğlum... Her zaman seni düşündüm.
Singapur'a gelip çocuklarını korkuttuğum için üzüldüm...
Mezunlar gününde geleceksin diye çok sevindim ve bekledim.
Ama; "seni görmek için yataktan kalkabilir miyim" diye çok düşündüm...
Seni büyütürken, 'tek gözümle' sürekli bir utanç kaynağı olduğum için de üzgünüm... biliyormusun biricik oğlum. .?
Sen küçücükken, babanla birlikte bir kaza geçirmiştin. Baban öldü fakat sen, bir gözünü kaybetmiştin. Bir anne olarak, senin tek bir gözle büyümene dayanamazdım...
Bu yüzden, babandan kalan tarlayı satarak, ameliyat masraflarına yatırdım.
İşte, şimdi o yeri boş olan gözüm var ya, onu sana vermiştim. Nakil çok başarılı geçmişti, hiç fark edilmiyordu. "O gözle, biricik oğlum görüyor ya..." diye çok mutlu oluyordum. Ana yüreği ya oğul, sana 'sen benim gözümle görüyorsun 'diyemedim...
Başarılarından dolayı seninle o kadar gurur duyuyordum ki, bu bana yetiyordu.
Her şeye rağmen, sen benim oğlumsun...
Bütün sevgilerimle... Annen.
Sadece 1 Anneniz Var. Annenizi Üzmeyin...

Çevrimdışı eml48

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 6.753
  • 25.449
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 6.753
  • 25.449
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 25 Ağu 2014 08:03:49
ADAM, bineceği otobüsün kalkmasına bir saatten fazla süre olduğu için, terminalin yarı aydınlık koridorlarını arşınlıyordu. Ellerini yıkamak üzere biraz ilerideki mescide yanaştığında, iş tulumları giymiş bir genç ona doğru gelerek:
— Herhalde namaz kılacaksınız, dedi. Abdest alma yerimiz de mevcuttur. 


Adam, elindeki sigaranın külünü delikanlının ayakları dibine silkelerken:

— Sen herhalde görevlisin, diye diklendi. Ne iş yaparsın burda?

Delikanlı, köşedeki süpürgeye işaret ederek:

— Temizlikçiyim efendim, diye kekeledi. Lavabo ve tuvaleti temizliyorum.

Adam, onu alaycı gözlerle süzerken:

— Ben, namazı senin gibi çulsuzlara bıraktım, diye sırıttı. Bu iş size öyle yakışıyor ki…

Temizlikçi genç, adamın hakaretine aldırmayacak kadar olgundu. Fakat namaza karşı yapılan saygısızlık, canını çok sıkmıştı. Vereceği cevabı bir süre düşündükten sonra, susmayı tercih ederek işine döndü.

Adam, mağrur adımlarla oradan uzaklaşırken, başının döndüğünü hissetti. Sırtından çıkartarak koluna aldığı kaşe paltonun ağırlığını da ilk defa farkediyordu. Biraz önce yediği iki porsiyon kebap, herhalde tansiyonunu yükseltmiş ve kendisini hâlsiz bırakmıştı. Birkaç adım daha attığında âniden fenalaşarak dizleri üzerine çöktü. Allah’tan ki kolundaki palto ondan önce yere serilmiş ve yeni aldığı takım elbisenin kirlenmesini engellemişti. Adam, çömelmiş vaziyette olmasına rağmen fırıldak gibi dönen başını yere dayayarak bir müddet dinlendi ve tekrar doğrulduğunda, aynı rahatsızlığı duyarak hareketini tekrarladı. Fakat, başkaları tarafından görülmüş olmaktan endişe ediyordu. Bunun için başını yerden kaldırıp sağa sola bakındığında, terminalin çaycısı olduğu anlaşılan bir gençle burun buruna geldi. Delikanlı, adamı saygılı bir ifadeyle selâmlarken:

— Allah kabul etsin bey amca, dedi. Ama kıble biraz daha sağa doğruydu.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 25 Ağu 2014 18:20:23
İNSANLARA TEMİZ VE GÜZEL GÖRÜNMEK, ALLAH RESÛLÜNÜN SÜNNETİDİR
Resûlüllah`ın ashabından bir cemaat toplanmış, Fahr-i Kâinat Efendimize ziyarete gelmişlerdi. Toplu halde Mescid-i Saâdetin bitişiğindeki Hâne-i Saâdetin kapısına gelince, içeri giriş izni istemişlerdi. Allah Resûlü, o sırada içerde istirahat halinde idiler. Ziyaretçileri geldiği kendisine haber verilince, derhal giyindiler ve misafirlerini karşılamak üzere kapıya doğru yürüdüler. Kapının hemen yanında, içi su dolu bir küp vardı. Resûlüllah Efendimiz, kapıyı açmadan önce, küpteki suya doğru eğildiler ve suya akseden kendi görüntüsüne saçlarını güzelce düzelttiler, başlarındaki sarığa da muntazam bir şekil verdiler. Resûlüllah`ın kendisini ziyarete gelen bir grup Müslümanı karşılamak için çıkarken kendisine bu şekilde çeki düzen vermesi, saç ve sakalını taraması, hanımı Âişe Vâlidemizin dikkatini çekmiş, hem de garibine gitmişti.
- Sen de mi süsleniyor, gösteriş ihtiyacı duyuyorsun yâ Resûlâllah, diye sormaktan kendini alamamıştı. Âişe vâlidemizin bu sorusuna, İslâm`ın gerçek mânâsını şahsında yaşıyarak bizlere de örnek olan Allah Resûlü bakınız ne cevab veriyor:
- Evet, ya Âişe! Bir Müslüman, kardeşlerinin karşısına çıkarken kendisine çeki-düzen verip onlara çirkin bir görüntü ile muhatap olmaktan kaçınmalıdır. Allah güzeldir, içi ve dışı temiz ve güzel olanı sever. Müslümanın diğer Müslüman kardeşlerine karşı güzel görünmesini ister." Demek ki giyim ve kuşamda kendini kapıp koyvermek, kılık kıyafeti kirli ve pejmürde olmak Müslümanlığın şiârı değildir. Bâzılarının zannettiği gibi, bu şekilde hırpanî giyim ve dağınıklık, tevâzu` ve fazîlet emâresi de değildir. Allah Resûlünün sünneti, tertemiz, derli-toplu bir giyim içinde insanlara güzel görünmektir. Binaenaleyh, dostlarımız ve din kardeşlerimizle karşılaşıp etrafımızla muhatap olurken, üstümüzü, başımızı, giyim ve kuşamımızı derleyip toparlamak zorundayız. Aksi halde, bizim dağınıklığımız ve pejmürdeliğimiz sadece şahsımıza değil, mensubu olduğumuz dîne de mâledilir. Muhatabımızda, bu hâl içinde bulunmamızı İslâmiyet emrediyormuş gibi menfî bir kanâat meydana gelebilir. Zaten bu hususu din düşmanları devamlı olarak işlemekte, Müslümanların "bir lokma bir hırka" felsefesine sâhip, dünyaya hiç ehemmiyet vermez kimseler olduklarını etrafa yaymaktadırlar. Bizim pejmürdelik ve dağınıklığımız, bu menfî propagandaya kuvvet vermekten başka bir şeye yaramayabilir.

Çevrimdışı eml48

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 6.753
  • 25.449
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 6.753
  • 25.449
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 26 Ağu 2014 15:02:29
Eski zamanlarda adamın biri başka bi şehre gitmek için yola çıkmaya karar verir ...ve gece yola çıkacaktır.

Şeytanda bu insanı yoldan çıkarmak istemektedir ve bunun için insan kılığına bürünür ve o adamla yolculuk yapmak ister ve adamda yolda arkadaş buldum diye sevinir beraber yola çıkarlar sabaha karşı sabah ezanı vakti dinlenmek için otururlar insan kılığındaki şeytan bakarki adam namaz kılmıyor içinden geçirir:
-Ohhhh bunu yoldan çıkarmak kolay olacak...der.

Daha sonra yola devam edilir öğle dinlenmek için oturulur yemek yenir ama adam öğle namazını da kılmaz tabi buda şeytanın işine gelir.

Yine yola devam ederler bu seferde ikindi zamanı dinlenmek için otururlar şeytan bakarki ikindiyide kılmıyor kalkar ve kaçmaya başlar adam arkasından bağırır:
-Heeeyy kardeş nereye gidiyosun hani beraber gidecektik???

Şeytanda cevap verir:

-Ey insanoğlu ben şeytanım ben Allah'a 1 kere karşı çıktım huzurundan kovdu sen sabahtan beri 3 kere karşı çıktın başına taş yağacak da benimde kafama düşecek diye korkuyorum der ve ordan ayrılır.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 26 Ağu 2014 21:51:21
Bir gün tatlı su getirebilmek için yola koyulmuştu.
Döndüğünde bir de ne görsün bin bir emekle yaptığı
ve
tek tutunduğu dal olan tahta kulübesi alevler içerisinde cayır cayır yanıyordu..
Başına gelebilecek en kötü şeydi bu.
Keder ve öfke içinde donakaldı.
Artık bu ıssız adada başını sokabileceği bir kulübesi bile kalmamıştı.

Bu üzüntüyle Allah ım bunu bana nasıl yapabildin diye feryat etti.
O geceyi üzüntü ve keder içinde geçirdi.
O kadar dua ettiği halde bu olayı başına getirmesinden dolayı Allah ü Teala’ya sitemler etti.

Ertesi sabah erken saatlerde adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı.
Onu kurtarmaya geliyorlardı.

''Benim burada olduğumu nasıl anladınız? ''diye sordu bitkin adam kendisini kurtaranlara.
Cevap onu hem şaşırttı hem de çok utandırdı:

“Dumanla verdiğiniz işareti gördük”

(Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize;
sevdiğiniz şey de,
kötülüğünüze olabilir.
Siz bilmezsiniz,
Allah bilir.) [Bakara 216]

(Allahü teâlâ, duanızı kabul eder.
Dua ettim, hâlâ duam kabul olmadı diye acele etmeyiniz!
Allah’tan çok isteyiniz!
Çünkü kerem sahibinden istiyorsunuz.) [Buhari] Hadis-i Şerif

Turgut TURGUT

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 26 Ağu 2014 22:01:10
**UNUTULAN TEŞEKKÜR*******
Hastanede olmasına rağmen mutluydu, huzurluydu. Çünkü yeni bir hayat dünyaya getirmişti. Bu yeni hayatı görmeye gelenler elleri boş gelmiyor, beraberinde hediyeler de getiriyordu.
Kimisi elinde çikolatayla, kimi büyük bir çiçek buketiyle, kimi sevimli oyuncaklarla geliyor; kimisi ise adetten olduğu üzere bebeğin yastığına altın iliştiriyordu.
Bebeğe uygun cicili bicili, renkli, allı pullu kıyafetler getirenler de oluyordu.
Her hediye getirene ayrı ayrı teşekkür edip, şükranlarını dile getiriyordu.
Yerde küçük bir oyuncak ayı gördü. "Bu oyuncak ayıyı kim getirdi, niye görmedim bunu getireni" diye söylenerek kendisine kızdı.
Çünkü bu hediyeyi getirene teşekkür etmemişti. "Nasıl böyle bir saygısızlık, nezaketsizlik," yaparım diye söylendi.
Hastaneye ziyarete gelenleri ve kimin ne hediye getirdiğini tek tek düşünerek buldu. Düşünürken de bunları not ediyordu.
Cem Abi altın taktı, Aylin çikolata getirdi, Okan çiçek getirdi... şeklinde notlar alarak oyuncak ayıyı kimin getirdiğini bulup ona hemen telefon etti.
"Osman Abi kusura bakma ben senin hediyeyi görmemişim, bir teşekkür bile edemedim" dedi.
Aldığı her hediye için teşekkür etmişti, teşekkür etmediği kimse kalmamıştı.
Oysa en büyük teşekkürü, şükrü unutmuş, tüm bu hediyelerin gelmesine sebep olan, o minik yavruyu kendisine hediye olarak gönderen Allah'a teşekkür etmemişti.
Üstelik her gelen Allah bağışlasın, Allah analı babalı büyütsün diyerek, asıl teşekkürü hak edeni işaret ediyordu.
Hastanede ikinci günlerinde bebeklerinde bir hastalık hasıl oldu. Doktorlar aceleyle bebeklerini alıp götürdüler. Koca odada eşiyle ve her birisi için tek tek teşekkür ettiği hediyeleriyle baş başa kaldı.
"Ya yavrumuza bir şey olursa, daha onu doğru düzgün kucaklayamadım bile" diye söylendi. Arkasından da:
"Allah'ım sen yavrumuzu bize bağışla" dedi.
Oysa Allah, yavrusunu zaten kendisine bağışlamış fakat bir teşekkür bir şükür bile alamamıştı.
Bu durumun kendisi de farkına varmıştı.
"Allah'ım bana bir çocuk verdiğin için sana sonsuz şükürler olsun. Ben aldığım her hediye için teşekkür edip, asıl büyük hediyenin sahibini unuttum, beni affet, yavrumuza da şifa ver" diyerek dua etti.
Bu dua kıldığı ilk namazın, ilk duasıydı.
Şifa bulan bebeğini her kucağına alışında bu mucizenin sahibine şöyle teşekkür ediyordu :
"Allah'ım sana şükürler olsun, hem bana bir çocuk verdin, hem de onun vasıtasıyla bana doğru yolu gösterdin."
Yazar:
Mustafa Eren Akçağlar

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 26 Ağu 2014 22:01:16
**UNUTULAN TEŞEKKÜR*******
Hastanede olmasına rağmen mutluydu, huzurluydu. Çünkü yeni bir hayat dünyaya getirmişti. Bu yeni hayatı görmeye gelenler elleri boş gelmiyor, beraberinde hediyeler de getiriyordu.
Kimisi elinde çikolatayla, kimi büyük bir çiçek buketiyle, kimi sevimli oyuncaklarla geliyor; kimisi ise adetten olduğu üzere bebeğin yastığına altın iliştiriyordu.
Bebeğe uygun cicili bicili, renkli, allı pullu kıyafetler getirenler de oluyordu.
Her hediye getirene ayrı ayrı teşekkür edip, şükranlarını dile getiriyordu.
Yerde küçük bir oyuncak ayı gördü. "Bu oyuncak ayıyı kim getirdi, niye görmedim bunu getireni" diye söylenerek kendisine kızdı.
Çünkü bu hediyeyi getirene teşekkür etmemişti. "Nasıl böyle bir saygısızlık, nezaketsizlik," yaparım diye söylendi.
Hastaneye ziyarete gelenleri ve kimin ne hediye getirdiğini tek tek düşünerek buldu. Düşünürken de bunları not ediyordu.
Cem Abi altın taktı, Aylin çikolata getirdi, Okan çiçek getirdi... şeklinde notlar alarak oyuncak ayıyı kimin getirdiğini bulup ona hemen telefon etti.
"Osman Abi kusura bakma ben senin hediyeyi görmemişim, bir teşekkür bile edemedim" dedi.
Aldığı her hediye için teşekkür etmişti, teşekkür etmediği kimse kalmamıştı.
Oysa en büyük teşekkürü, şükrü unutmuş, tüm bu hediyelerin gelmesine sebep olan, o minik yavruyu kendisine hediye olarak gönderen Allah'a teşekkür etmemişti.
Üstelik her gelen Allah bağışlasın, Allah analı babalı büyütsün diyerek, asıl teşekkürü hak edeni işaret ediyordu.
Hastanede ikinci günlerinde bebeklerinde bir hastalık hasıl oldu. Doktorlar aceleyle bebeklerini alıp götürdüler. Koca odada eşiyle ve her birisi için tek tek teşekkür ettiği hediyeleriyle baş başa kaldı.
"Ya yavrumuza bir şey olursa, daha onu doğru düzgün kucaklayamadım bile" diye söylendi. Arkasından da:
"Allah'ım sen yavrumuzu bize bağışla" dedi.
Oysa Allah, yavrusunu zaten kendisine bağışlamış fakat bir teşekkür bir şükür bile alamamıştı.
Bu durumun kendisi de farkına varmıştı.
"Allah'ım bana bir çocuk verdiğin için sana sonsuz şükürler olsun. Ben aldığım her hediye için teşekkür edip, asıl büyük hediyenin sahibini unuttum, beni affet, yavrumuza da şifa ver" diyerek dua etti.
Bu dua kıldığı ilk namazın, ilk duasıydı.
Şifa bulan bebeğini her kucağına alışında bu mucizenin sahibine şöyle teşekkür ediyordu :
"Allah'ım sana şükürler olsun, hem bana bir çocuk verdin, hem de onun vasıtasıyla bana doğru yolu gösterdin." Yazar:
Mustafa Eren Akçağlar

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.300
  • 223.455
  • 28.300
  • 223.455
# 28 Ağu 2014 07:54:50
OKUYUP PİŞMAN OLMAYACAKSINIZ, !
MUTLAKA OKUMANIZ GEREKEN İBRETLİK BİR
HİKAYE...!

Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir
şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali
olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu
onun halini:
- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim,
diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi
gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem
kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size.
Halbuki "sen bir garip çobansın, o padişahın kızı,
davul bile dengi dengine" dedim ya, dinlemiyor
efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye
de buna diyorlar, değil mi efendim...
İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş,
iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesi
ne zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara
dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı
kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah
çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını
sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.
- Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare
sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.
İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu
kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar
adam, aslında padişahın bütün dertlerini
paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi.
Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde
bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya
devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim
olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyar,
gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu.
Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç
çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi
bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan
olduğunu.
Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını
dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan
son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz
teslimiyetiyle:
- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani
o mağarada elimde tesbih, kırk gün Allah dersem
sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir
miyim?
- Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece
gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın
kızı senindir.
İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne
kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can
gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tesbih,
gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden
örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu.
Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü,
dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın
kızına bağladı, eline tesbihi aldı ve dudakları
kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah...
Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih
taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın
yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı.
Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece
gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami
çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar,
tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu
konuşuyordu:
- Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini
Allah´a adamış, gece gündüz durmadan Allah
diyormuş, Allah Allah..."
Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden
genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride
kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı,
dudaklarının da kıpırdamadığını görünce,
uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih
tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya
devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye
sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç
adam, karşısında arkadaşını görünce, günlerdir
yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardına
anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası
geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne
padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit
kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor,
hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan
sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor,
avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar.
Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık
dikkatini çekmişti genç çobanın.
Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini
kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği
kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu
artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu,
tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir
söz kaldı: Allah...
Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala,
mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış,
nihayet sarayın koridorlarında konuşulur
olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha,
bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından,
bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden,
ne yapıp edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya
ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti
başveziri. Ne yapması gerektiğini artık bilen
padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği
bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin
yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın
önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının
yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri
yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her
şey, bilgenin:
- Hünkârım, gönül erleri mala-mülke, makama-
mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.
Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin
önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine
derman eyler, ikisini de aynı tebessümle
bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:
- Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz
sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler
mi, kabul ederler mi?
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç
aşığın mağarasının üstünden... Padişah ve ihtiyar
bilge en önde, arkalarında vezirler, onların
arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en
arkada da olup bitenlere bir mana vermeye
çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru
yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık
kendinden öylesine geçmiş, tesbihiyle öylesine
bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir
tesbihten başka bir şey bulamasalar
şaşırmazlardı.
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri
girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir
sesle;
- Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik.
Yavaşça başını çevirdi aşık, sonra bütün vücuduyla
döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi
yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan
içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih,
sessizlik, duvar... Hatta güneş bile batmaktan
vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru
uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde
bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de
sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.
- Efendim, diyebildi en son, sessizce, benim bir
kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki,
ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar
edersiniz...
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen
olmuştu. İşte aşık maşukuna kavuşacak, murad
hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten
ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun,
cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa
bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler
genç adamdaydı.
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle
bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın
gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin
bir ifadeyle:
- Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum.
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah
mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler
şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm
ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı
gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu
sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:
- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi
ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında
mısın?
Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi
arayarak:
- A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için
Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma
getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim...

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK