KIYAMETİ ÇAĞIRMAK -7. BÖLÜM
Tam sandalyeye oturmuştum ki beklemediğim bir ses:
“Rahatsız etmiyorumdur umarım?”
Karşımda, kazadan sonra yardım eden genç adam duruyordu. Üzerinde sade bir mont, elinde kahve kartonu.
“Elimde fazladan bir kahve var. Sizin sevdiğiniz türden mi bilmiyorum ama getirmek istedim.”
Şaşırdım. “Nasıl buldunuz beni?”
“Bulmadım. Şanslı bir tesadüf diyelim. Aslında ben de yandaki bölümde kitaplara bakıyordum. Bir kahve almak için geçerken sizi gördüm. Bir merhaba deyip geçeyim. Size engel olmak istemem.”
“Estağfurullah. Zaten benim de bir kahveye ihtiyacım vardı.” dedim.
Birlikte kütüphanenin kafeteryasına geçtik. Oturdu. Bir süre sessizce kahvelerimizi yudumladık.
Ardından ben sordum:
“Adınızı hala bilmiyorum.”
Gülümsedi. “Adım Asaf.”
“Asaf… Güzel bir isim.”
“Teşekkür ederim. Küçükken ismimi sevmezdim. Sonra anlamını öğrendim: Bilge, sadık, sır taşıyan gibi anlamları olduğunu öğrendiğimden bu yana ben de ismimle barıştım.”
lginçti. Derin ama boğmayan bir sohbetti. Merak ettim.
“Ne işle meşgulsünüz?”
“Çocuklarla çalışıyorum. Rehberlik alanında. Gönüllü projelerde. Siz?”
“Ben öğretmenim.”
“Demek öğretmensiniz?” dedi.
“Evet.”
“Tahmin etmeliydim.”
“Öyle mi, neden?”
“Konuşurken hep cümlelerin sonunda nokta koyuyorsunuz.” dedi.
Güldüm. Belki de günlerdir ilk kez gerçekten güldüm.
Bir an sessizlik oldu. Ardından:
“Biyoloji dersleri sayısalcılar için hep sözel gibi görünür ve gereken değeri görmez.” dedi.
Sahiden de öyleydi. Sonra devam etti.
“Hiç… geçmişte yanlış davrandığınız bir öğrenciniz oldu mu?” diye sordu.
Bir an donakaldım. Sıra dışı bir soruydu ama ses tonu öyle sakindi ki yargı değil, sadece merak vardı içinde. Yine de bunu ondan duymak istedim.
“Neden sordunuz?”
“Bir öğretmenim vardı. Biraz sertti. Belki farkında bile değildi ama onun gözünde hep yetersiz kaldığımı hissederdim. Şimdi düşünüyorum da, belki o da kendi yaralarıyla uğraşıyordu.”
Kahvemi bitirdim. Gözüm kitap raflarına takıldı. Bir süre cevap vermedim. Sonra:
“Hata yapmayan öğretmen yoktur. Ama bazı hatalar insanın içini kemirir. Hatta affedilmek isteyip istemediğini bile bilemez bazen.”
O sadece başını salladı.
Kendimi onun karşısında bir suçlu gibi hissettim. Ama o, ne yüzünde bir kırılma ne de sesinde bir titremeyle karşılık verdi.
Sadece içten bir sakinlikle karşılamıştı durumu.
“Hayat,” dedi, dudaklarının kenarında yarım bir tebessümle. “Belki de o an için öyle olması gerekiyordur.”
Sustu. Sözlerinin arkasına saklanmış bir düşünce vardı sanki. Ardından birkaç saniye sessizlik oldu. Nefes aldı, derin, neredeyse iç çekmeye yakın bir nefes.
Onu izliyordum.
Gözleri hâlâ önündeki kahve fincanına takılmıştı. Buharı yavaşça yükselen o fincanda, düşüncelerini izler gibiydi. Parmakları fincanın kenarına dokunuyor ama kaldırmıyordu.
Sanki bir zaman diliminin içinde duruyordu. Ve ben de onunla birlikte o zamanın içine çekiliyordum.
Sonra başını kaldırdı. Bakışları bana döndüğünde zaman bir anlığına durdu gibi oldu.
Gözlerimin içine baktı, doğrudan. Ne bir beklenti vardı ne de bir açıklama arayışı. Sadece bir varlık.
Ve devam etti:
“Bazen hayat, birini tam zamanında karşınıza çıkarır.”
Bu cümle, içimde bir yere saplandı ve uzun süre oradan çıkmadı. Kulağımda değil, sanki göğsümün içinde yankılandı.
Haklıydı.
Hayat, onu tam zamanında karşıma çıkarmıştı.
Ama henüz bilmediğim şey şuydu:
Zamanı belirleyen bendim. Ama oyunu kuran o gibiydi.
Bu his, rahatsız edici olmasa da huzur vermekten uzaktı.
Kendimi tuhaf bir oyunun içinde hissetmeme neden olmuştu.
Kurallarını bilmediğim, sonunu kestiremediğim bir oyun...
Zaten bu aralar her şeyi yanlış anlamaya, alınganlığa meyilliydim. Böyle bir zamanda karşıma çıkan bu genç adamın kafasını, kendi içimde büyüyen saçma düşüncelerle karıştırmak niyetinde değildim.
Kendi kendime de yeterince saçmalayabiliyordum.
Kahvem bitmişti. O ise hâlâ yarısındaydı. Ama konuşmak istemiyordu belli ki. Belki de sadece orada oturmam yeterliydi.
Birlikte geçirilen zaman her zaman sözcüklere ihtiyaç duymazdı.
Kalktı.
Kısa bir vedayla, hafif bir baş selamıyla kapıya yöneldi.
Ben yerimden kıpırdayamadım.
Kapıdan çıkarken bir an durdu, dönmedi ama ellerini cebine sokup başını hafifçe eğdi.
Bir duraksamaydı bu ya da bana öyle geldi.
Arkasından uzun bir süre baktım. Duruşu, yürüyüşü... Hiçbiri tanıdık değildi.
Sadece gözlerinde gördüğüm bir bakış...
İşte o, çok tanıdıktı.