İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı sarnıç

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.385
  • 127.428
  • 8.385
  • 127.428
# 31 Ara 2011 23:25:00
   Yaşlı bir bey, sabah erkenden evinden çıkmış yolda ilerlerken, bir bisikletlinin kendisine çarpması ile yere yuvarlanmış ve hafif yaralanmış.
   Sokaktan geçenler, yaşlı adamı hemen en yakın sağlık birimine ulaştırmışlar.
   Hemşireler, adamcağızın yarasına pansuman yapmışlar, ama biraz beklemesini ve röntgen çekerek herhangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyecekleri söylemişler.
   Yaşlı adam huzursuzlanmış ve acelesi olduğunu, tetkik istemediğini söylemiş.
   Hemşireler merakla acelesinin sebebini sormuşlar.
   Adamcağızda, "Karım huzur evinde kalıyor, her sabah onunla kahvaltı etmeye giderim, geç kalmak istemiyorum" demiş.
   Hemşire "Karınızın, siz gecikince merak edeceğini düşünüyorsunuz herhalde" demiş.
   Adam üzgün bir ifade ile "Ne yazık ki karım alzheimer hastası ve benim kim olduğumu bilmiyor" demiş.
   Hemşireler hayretle "Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor, neden her gün onunla kahvaltı yapmak için koşturuyorsunuz?" demişler.
   Adam buruk bir sesle "Ama ben onun kim olduğunu biliyorum" demiş.

Çevrimdışı galipkudalak

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.129
  • 10.543
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.129
  • 10.543
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 05 Oca 2012 09:45:49
                              MESNEVİ"DEN.....

Bir Yahudi, bir Hristiyan, bir de Müslüman yolda giderken arkadaş oldular. Tıpkı aklın iman, bedeninde nefis ve şeytanla arkadaş olması gibi o Müslüman da onlarla bir süre arkadaş oldu.
Bu üç arkadaş yürüyerek akşama doğru bir konağa vardılar. Orada biri onlara yemeleri için helva gönderdi. Yahudi ile Hristiyan'ın karnı toktu, Müslümansa oruçluydu. Akşam namazı vakti gelince Müslüman helvayı yemek istedi. Diğer ikisi itiraz ederek:

"Şimdi karnımız tok, bu helvayı sabaha bırakalım, sabahleyin yeriz" dediler.

Müslüman oruçlu olduğunu söylediyse de para etmedi. Sonra helvanın paylaşılmasını teklif etti. Onuda kabul etmediler. Neticede helvayı sabaha bırakmaya karar vererek uyudular. Sabah olunca üçü de uyandı. İçlerinden biri:

"Herkes gördüğü rüyayı anlatsın, kimin rüyası daha güzelse helvayı o yesin. Zaten bu helva az, üç kişiye yetmez" dedi.
Önce Yahudi söze başladı:

"Gece rüyamda Hazreti Musa'yı gördüm. Elimden tutarak beni Tur dağına götürdü. Oraya varınca ben de, Hazreti Musa'da, Tur Dağı da hep birlikte nurâ gark olduk" diyerek söze başladı. Daha bir çok acayiplikler anlattı. Görmediği bir çok hârikulâde halden bahsetti. Bin bir yalan düzüp konuştu, helvayı kapabilmek için bütün hünerlerini ortaya koydu. Yahudi'den sonra Hristiyan söze başladı:

"Rüyamda Hazreti İsa'yı gördüm. Onunla göğün dördüncü katına çıktık. Âlemin güneşinin bulunduğu yere gittik. Orada akıllara durgunluk verecek nice nice şeyler gördüm" diyerek sözlere başladı. Oda olmadık yalanlar söyleyerek görmediği birçok şeyler anlattı. Hristiyan'ın rüyası bitince birlikte Müslümana:
"Haydi söyle bakalım sen neler gördün?" dediler. Müslüman boynunu büktü:

"Sizler göklerin ve yerin acayipliklerini görüp dururken ben yatağımda uyuyordum. Yüce Peygamber Hazreti Muhammed (s.a.v) gelerek bana:

'Ne uyuyup duruyorsun. Arkadaşlarından biri Musa ile Tur Dağında nurlara gark oldu, diğeri İsa ile göklerde dolaşıyor, bari sende kalkıp karnını doyur.' dedi. Ben zavallı da kalkıp helvayı yedim." dedi.

Hazreti Mevlâna Celaleddin-i Rûmi

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 09 Oca 2012 20:32:33
Hayırlı akşamlar.

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
linkindeki

Yeni yılda kalp gözünü açmak başlıklı yazıdan bir bölüm :

Yeni yılın ilk sabahı bir fıkra: Ünlü dedektif Sherlock Holmes ile asistanı Dr. Watson kampa giderler.

Güzel bir yemek yiyip sonra uykuya dalarlar. Birkaç saat sonra Holmes uyanır ve arkadaşını dürtükler: “Watson, yukarıya bak ve bana ne gördüğünü söyle.”
Watson cevap verir:
 “Milyonlarca yıldız görüyorum.”
Holmes sorar: “Bu sana neyi gösteriyor?”
Watson bir an düşünür ve cevaplar: “Astronomik olarak milyonlarca galaksinin ve dolayısıyla milyarlarca gezegenin varlığını görüyorum. Yıldızların konumuna bakarak saatin 3′ü çeyrek geçtiğini çıkarıyorum. Teolojik olarak Allah’ın kudretini ve kendi acizliğimizi görüyorum. Meteorolojik açıdan da bugün havanın çok güzel olacağını tahmin ediyorum. Neden sordun? Sana ne gösteriyor?”
Holmes arkadaşını sabırla dinlemiştir ama artık dayanamaz:
“Şaşkın, çadırımızı çalmışlar!”

Kalp gözünüzü açarken, kafanızdaki gözlerin kapanmaması dileğiyle... :

Çevrimdışı siraçisra

  • Bilge Üye
  • *****
  • 6.865
  • 30.396
  • Zihin Eng. Öğrt.
  • 6.865
  • 30.396
  • Zihin Eng. Öğrt.
# 12 Oca 2012 20:09:52
Beratını Alan Adamın Muhteşem Hikayesi…

Eski zamanların birinde saf mı saf temiz mi temiz, her şeye ve herkese kanan bir adam yaşarmış. Tüm muradı insanlara hizmet edip Rabbinin rızasını kazanmakmış. Fakat bazı kendini bilmez insanlar, onun bu saflığından yararlanıp, ona kötü şakalar yaparlar, üzerlermiş.
Gel zaman git zaman, bu saf adamın köyünden bir grup insan umre ziyareti yapmaya karar verirler. Giderlerken bu adamcağızı da yanlarında götürmeye karar verirler.

“Yolda biraz takılırız, zaman geçiririz.” diye.

Nihayet uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra yüce ALLAH’ın evi Beytullah tüm heybetiyle görünmüş. Müslümanlar ve bizim iyilik timsali saf adamımız, heyecan ve sevinçle ona koşmuş ve umre vazifelerini yerine getirmişler.

Yaklaşık on gün burada ibadet ve taatla meşgul olan kafile artık toparlanıyormuş.
Şimdi Resûlullah’a varma zamanı gelmişti.
Nur şehir Medine’ye gitmek için yola koyulmuşlardı.
Mekke’den bir mil mesafe ayrılmışlardı ki, içlerinden biri çantasından birtakım kâğıtlar çıkarmış, acele ile arkadaşlarına dağıtmaya başlamış.

“Bu nedir?” diyenlere:
-”Susun, sessiz olun. Bizim saf adam duymasın, ona müthiş bir oyun hazırladım.” demiş.

Kafilede olan herkese dağıtmış.
O kâğıtlardan sadece saf adama vermemiş.
Arkadaşları dayanamamış, “çabuk anlat, oyunun nedir?” demişler.

Adam:

-”Bakın, birazdan saf adam gelecek. Bizlere ellerimizdeki kâğıtların ne olduğunu soracak.”
-”Eee, biz ne diyeceğiz?” diye atılmış arkadaşları.

-”Diyeceğiz ki, bu kâğıtlar bize cennetten gelmiştir. Umre ziyaretimizi kabul eden ALLAH, bizlere beraatlarımızı gönderdi.” diyeceğiz.

Arkadaşlarından bazıları:
-”Fakat bu çok ağır bir şaka.” dedilerse de bu işi yapmaya karar verdiler.

Biraz sonra saf adam yanlarına gelmişti. Birde ne görsün, herkesin elinde birtakım kağıtlar, onu öpüp kokluyorlar.
Dayanamadı:
-”Ey benim arkadaşlarım! Nedir o elinizdeki öpüp kokladığınız kâğıtlar?” diye sordu.

Hepsi birbirlerine kaş göz edip gülüşmüşlerdi.
Bu oyunu hazırlayan zat ona:
-”Aaa, senin bu kâğıtlardan haberin yok mu?”
-”Hayır, yok.”

-”Ama nasıl olur, bak, hepimize gönderildi bundan.”
-”Fakat anlamıyorum, nedir onlar? Kim gönderdi?”

-”Kim olacak, umremizi ve ibadetlerimizi beğenip kabul eden ALLAH gönderdi.”

Saf adam âdeta beyninden vurulmuştu.
Son baharda yaprakları dökülüp en ufak bir rüzgârda titreyen bir gül ağacı yaprağı gibiydi. Dudakları:
-”Rabbim! Rabbim! diye kıpırdıyordu.

Aniden yönünü Mekke’ye çevirdi.
Kâbe karşısındaydı; birden olanca kuvvetiyle koşmaya başladı.
Arkadaşlarının
-”Dur, gitme! şaka yaptık.” sözlerini duymuyordu bile.

Onun gönlü yanmıştı, hem de nasıl bir yangın? Belki Nil nehri oraya aksa, söndüremeyecekti. Düşüyor, kalkıyor, ağlıyordu. Sonunda kavuşmuştu Beytullah’a. Ona öyle bir sarıldı ki, gözyaşlarını, Kâbe’nin örtüsü içine çekiyordu. Kalbini âlemlerin Rabbi olan ALLAH’a bağlamış haykırıyordu:

-”Ey yüceler yücesi ALLAH’ım! Ey benim Rabbim!
Niye benim beraatımı vermedin, ne kusur ettim?
ALLAH’ım! Arkadaşlarım öyle mutlu ve sevinçli, ben böyle boynu bükük yetim kaldım.
Rabbim! Sana yalvarıyorum! Benim de beratımı ver. Ne olur ALLAH’ım, beratımı ver!”

O, böyle yalvarırken, kafasına bir şeyin değip yere düştüğünü hissetti. Bir de ne görsün, arkadaşlarının ellerindeki kâğıtlardan çok daha güzel bir kâğıt. Hemen aldı, sevinçten ne yapacağını şaşırmıştı. Hemen kalktı kafilesine doğru koşmaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu:
-”Aldım! Aldım! Ben de beratımı aldım!?”

Arkadaşlarının hepsi şaşırmıştı.
Adam yanlarına gelince, hemen elindeki kağıdı aldılar.
O da neydi? Bu kâğıt nasıl da güzel kokuyordu! Hayatlarında hiç bu kadar güzel bir koku koklamamışlardı. üstelik çok garip harika desenli bir kâğıttı.
Şimdi hepsi telaşlanmışlardı, işin içinde bir iş vardı.
Hiç vakit kaybetmeden hemen Mekke’ye döndüler ve o devrin büyük âlimi bir büyük zata gittiler.
Kâğıdı ona verdiler.

O âlim zat kâğıdı eline alır almaz, ayağa kalktı.
-”SübhanALLAH! Bu cennet kokusudur.” dedi. Kâğıdı açınca hayret ve dehşeti arttı:
-”Bu,” dedi, “bu bir berattır. Falan adama yazılmıştır. Hem de nur mürekkeple yazılmıştır.”

Hepsi donmuşlardı. Kimileri hüngür hüngür ağlıyordu. Âlim o saf adamı kucaklamış sakallarından, yüzünden, ellerinden öpüyordu.-”Ne olur bana dua et!” diye rica ediyordu.

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 12 Oca 2012 20:14:48
MİMAR SİNANDAN SÜPRİZ MEKTUP
Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebaşı Camii´nin 1990´li yıllarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir inşaat mühendisi, caminin restorasyonu sırasında yaşadıkları bir olayı tv´de şöyle anlatmıştı. Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşaat edildiğini öğrenmiştik fakat taş kemer inşaası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı yaptık. Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık. Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kâğıt vardı. Şişeyi açıp kâğıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu: "Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum." Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu´nun neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşaasını anlatıyordu. Bu mektup bir inşanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur.

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 13 Oca 2012 22:01:09

Yaşlı Adam ve Kadın

Yaşlı bir bey, sabah erken evinden çıkmış,

yolda ilerlerken, bir bisikletlinin çarpmasıyla yere yuvarlanmış ve hafif yaralanmış.
Sokaktan geçenler yaşlı beyi hemen en yakın sağlık birimine ulaştırmışlar.
Hemşireler, önce pansuman yapmışlar ve 'biraz beklemesini ve röntgen çekerek her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini' söylemişler.
... Yaşlı bey huzursuzlanmış; "acelesi olduğunu, röntgen istemediğini" söylemiş.
Hemşireler merakla acelesinin nedenini sormuşlar.
"Eşim huzur evinde kalıyor.Her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim, gecikmek istemiyorum" demiş.
"Eşinize haber iletir gecikeceğinizi söyleriz" deyince.
Yaşlı adam üzgün bir ifade ile "Ne yazık ki karım Alzheimer hastası hiç bir şey anlamıyor,hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor" demiş.
Hemşireler hayretle "Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden hergün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz?"diye sormuşlar.
Adam buruk bir sesle "Ama ben onun kim olduğunu biliyorum" demiş

Çevrimdışı zalim09

  • Bilge Üye
  • *****
  • 7.885
  • 16.332
  • Öğretmen Adayı
  • 7.885
  • 16.332
  • Öğretmen Adayı
# 14 Oca 2012 01:32:37

Dervişin biri eski İstanbul sokaklarında :
 ‘-Sen doğru ol kem belasını bulur.Sen doğru ol kem belasını bulur.’Diye diye dolaşıyormuş.Padişahın biri tebdil-i kıyafet çarşıda gezerken dervişin sözlerini duymuş,ilgisini çekmiş ve dervişe :
 
-Hergün sarayıma gel seninle muhabbet ederiz ‘demiş.
 Dervişimiz ertesi gün ……
 
Sarayın kapısına gitmiş padişahın karşısına çıkarılmış sohbet muhabbet zaman geçmiş saraydan ayrılırken padişah dervişin cebine bir altın konulmasını emretmiş.
 Sarayın dışında dervişimizi takip eden sahte derviş kılıklı biri yanına yanaşmış ,
 
-Ya arkadaş ,Padişah seni neden saraya davet etti ?Derdi neymiş?’falan filan bir yığın sorgu suale tutmuş.Her gün bir altın aldığını da öğrenince.’Onun yaptığı işi ben de yaparım’ diye düşünmüş.Sormuş,
 
-Ya kardeş, hergün ben de seninle gelsem rahatsız olmazsın değil mi?’ demiş belki Padişah bana da bir altın verir çoluk çocuğum nasiplenir.’
 
İyi dervişimiz:
 
-Padişahım kabul ederse neden olmasın sende gelirsin tabii ‘demiş.
 Gel zaman git zaman padişah her muhabbet sonrası bir ona bir öbürüne birer altın verdirir olmuuuş.
 Sahte derviş bir sabah gerçek dervişimizi çorba içmeye davet etmiş.Garsona da gizlice arkadaşının çorbasına bol sarmısak koymasını tembihlemiş.Gerçek dervişin
 
-Padişah’ımla muhabbet ederken kötü kokarım ‘sözlerine sözüm ona çare de üretmiş
 
-ağzına mendil tutarsın kardeşim ‘demiş.O gün aynen böyle olmuş bizim derviş ağzını mendille örterek padişahla söyleşisini sürdürmüş.Bu arada sahte derviş fırsat bulduğunda Padişahın kulağına eğilip,
 
- efendim arkadaşım ağzını mendille neden kapatıyordu biliyormusunuz ,ağzınız kokuyormuş o kokuyu duymamak için’ demiş.
 Padişah çok sinirlenmiş çağırın o dervişi demiş. gerçek dervişimize sarayın fırıncısına verilmek üzere bir pusula vermiş ve ,
 
-Al bunu fırıncıya götür’ demiş.okuma yazması yok tabii tam kapıdan çıkıp fırıncıya gidecekken sahte derviş :
 
-İstersen ver o pusulayı ben götüreyim fırıncıya , belki Padişah ekmek lütfetmiştir çocuklara götürürüm senin ekmeğe ihtiyacın mı olur?’ demiş.
 
Onunda okuması yok,pusula böylece sahte dervişin elinden fırıncıya ulaşmış.fırıncı kağıtta yazılan ‘bunu sana getireni kızgın fırına at’ emrini hemen yerine getirip sahte dervişi küt ,alev alev yanan kızgın fırına yollamış.Ertesi gün gerçek derviş yine saraya gelmiş.Padişah şaşırmış:
 
- Hayrola sen dün fırıncıya gitmedinmi ?’diye sormuş..Derviş de olanları birbir anlatmış.Padişah dervişin kulağına eğilmiş:
 
-SEN DOĞRU OL ,KEM BELASINI BULUR ‘demiş.
 …..
 
GÜNAHLARA KEFARETTİR GÖNÜLDEKİ KEDER
 NİYETLER HALİS OLUNCA AMELLER OLMAZ HEDER
 BİRAZ DAHA SABREYLE NELER GÖRECEKSİN NELER
 MEVLAM İHMAL DEĞİL İMTİHAN EDER
 
Alıntı

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 14 Oca 2012 15:16:11
HAVUÇ MU?, YUMURTA MI? YOKSA KAHVE MİYİZ?


Bir baba ile kızı dertleşiyormuş. Kız babasına, çok sıkıntı çektiğinden, sorunlarla baş edemediğinden bahsetmiş. Babası kızını dinlemiş, dinlemiş ve “Gel, sana bir şey göstereceğim!” diye kızını mutfağa götürmüş.

Ünlü bir aşçı olan baba, ocağa üç tane eşit büyüklükte kap koymuş, üçüne de eşit su koymuş ve üçünün de altını aynı miktarda yakmış. Ve birinci kaba bir havuç, diğerine bir adet yumurta, diğerine ise bir avuç çekilmemiş kahve çekirdeği koymuş. Ve her üçünü de tam 20 dakika pişirmiş. Daha sonra ateşi kesmiş. Sonra masaya 2 tane tabak bir tane de boş bardak koymuş.

İlk önce haşlanmış havucu alıp bir tabağa koymuş. Sonra pişmiş yumurtayı diğer tabağa koymuş. Sonra da suya iyice sinmiş ve tam kıvamında kahve görüntüsü olan kahveyi de alıp bir bardağa boşalttıktan sonra kızına dönerek,

– Kızım ne görüyorsun?
 Kızı “Havuç, yumurta ve kahve.” Kızını masaya iyice yaklaştıran baba bunlara daha yakından bakmasını istemiş.

 Kızının şaşkınlığını gören baba, anlatmasına devam etmiş:
– Havuç haşlandığı için yumuşak bir hal aldı.
Yumurta, artık pişmekten içi katılaşmış sert bir hale geldi.
Kahve ise, (bir yudum alarak) harika olmuş. Tadı da çok hoş.
Kız, iyice şaşırarak, “Baba, bunu bana niçin gösteriyorsun?” diye sormuş.


Ve kızına, “Kızım sen hangisisin?” diye sormuş adam.

“Zorluklarla karşılaştığın zaman nasıl tepki gösteriyorsun?
 Havuç gibi sıkıntılara, problemlere rastgelince çözülüyor musun, benliğini koruyamıyor musun? Yoksa yumurta gibi katılaşıyor, başta kendin olmak üzere kimseye faydan dokunmuyor mu?

Yoksa sen kahve misin? Kendini bitirmek uğruna, kendini ateşe atma pahasına diğer insanlara mutluluk veren, huzur veren, ağızlarına lezzet veren bir sevgi kaynağı mısın? Karar ver yavrucuğum ve bence sen bir kahve ol hayatta. Kahve bulunduğu çevreyi değiştirir, mutluluk soluklarını etrafına yayar. Başkalarının yaşaması uğruna kendini feda et ve bundan sonsuz mutluluk duy...

Peki dostlar biz hangisiyiz acaba?    ;) ;) ;)

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 16 Oca 2012 20:04:58
BU DA GEÇER YA HU!!!

Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar.
Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler. Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir'in bölgenin en zengin kişilerinden birisi olduğunu anlar.
Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir. Derviş, Şakir'in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır... Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir'e teşekkür ederken, "Böyle zengin olduğun için hep şükret." der. Şakir ise şöyle cevap verir: "Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer..."

Derviş, Şakir'in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Birkaç yıl sonra, Derviş'in yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir'i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir'den söz eder.

"Haa o Şakir mi?" der köylüler,
"O iyice fakirledi, şimdi Haddad'ın yanında çalışıyor.
" Derviş hemen Haddad'ın çiftliğine gider, Şakir'i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad'ın yanında çalışmak kalmıştır.

Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad'ın hizmetkârıdır. Şakir, bu kez Derviş'i son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır... Derviş, vedalaşırken Şakir'e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir'den şu cevabı alır: "Üzülme... Unutma, bu da geçer..."

Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olan biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir'e bırakmıştır. Şakir, Haddad'ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: "Bu da geçer..."

Bir zaman sonra Derviş yine Şakir'i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir'in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: "Bu da geçer." Derviş, "Ölümün nesi geçecek?" diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir'in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir'den geriye bir iz dahi kalmamıştır...

O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın... Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş'i bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: "Bu da geçer" yazmaktadır.

Bu da geçer Ya Hû


'Bu da geçer Ya Hû' sözünün aslı bundan bin küsur sene önceye, Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman 'Bu da geçer' mânâsına gelen 'k'afto ta perasi' demektedirler. İbare, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp 'in niz beguzered' olur; Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip 'bu da geçer' yapılır. Derken, tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna 'Ya Allah' mânâsına gelen bir 'Ya Hû' ilave edilip 'Bu da geçer Ya Hû' haline gelir….

Çevrimdışı faldov

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.346
  • 46.530
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 4.346
  • 46.530
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 17 Oca 2012 19:48:40
Mustafa Güzelgözün'ün hikayesi ne kadar hazin dolu olsada mutlaka çıkarılması gereken dersler var.Fazla hikayeyi uzatmadan  yazıyı aktarayım.

Mustafa Güzelgöz - Eşekli Kütüphaneci
 
-------
Bazen arkadaşlarımızdan haklı olarak soranlar oluyor:
—"Bu cahil millet, kendi oylarıyla ülkeyi düşmanlara teslim edecek kadar, düşünmekten acizken; Aziz Nesin'in 'yüzde altmış' saptamasının doğruluğu bu kadar kesinlikle ortaya çıkmışken; Atatürk bu milletle Kurtuluş Savaşı'nı nasıl kazandı, anlamıyorum..."
 
Çok doğru, yerinde bir soru...
Ancak, Atatürk'ün başarı sırrı, önce insanların içine bir "insan olma" ruhunu koyabilmesindedir. Aşağıdaki örnek, söylemek istediğimiz FARKI daha iyi anlatacaktır.
Devamı linkte
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 18 Oca 2012 23:12:01
Adamın biri her gece çocuğuyla yatar. Bir gece bakar ki çocuğu bir sağa, bir sola dönmekte ve bir türlü gözlerini yumup da uyuyamamaktadır. Hasta mıdır, yoksa bir sıkıntısı mı var diye merak eden baba, "Ne oldu yavrum, yoksa hasta mısın?" diye sorar. Çocukta,

 "Babacığım!.." der. "Yarın günlerden perşembe. Öğretmen imtihan edecek. Çalıştım imtihanımın başarılı geçeceğine inanıyorum, fakat yine de bir hata yaparım da öğretmenim beni döver veyahut da kendisini kızdırırım diye korkuyorum. Onun için de sıkıldığımdan gözlerime bir türlü uyku girmiyor. İmtihan bu. Kolay değil."

Küçücük çocuğun bu şekilde manalı ve yerinde konuşması adamı birden bire aptallaştırıverir. Daha bu yaşta bir çocuğun yarını düşünmesi ve imtihandan bu derece korkması ne demek?

İşte bu düşünçe kendisini büsbütün çileden çıkarır ve hüngür hüngür ağlamaya başlar. Bir sabi yarını düşünerek ve korkarak imtihanına hazırlanırda; bizler niye hazırlanmayız, bizler niye korkmayız?

 Hem de bizim imtihanımız Kıyamet günü yüce Allah'ın huzurunda Mahkeme-i Kübra'da olacak, diyen düşünceler içinde saçını başını yolmaya koyulur. O sırada, "Birgün dağları yerinden sökeriz de yeri dümdüz olmuş görürsünüz. Sonra da hiçbirini bırakmaksızın insanları toplarız. Saf saf Rabbine arz edildiklerinde onlara; And olsun ki, sizi önce nasıl yarattıysak, huzurumuza da öylece getiririz. Kıyamet kopup da huzurumuza çıkarak hesaba çekilmeyeceğinizi mi sandınız?" diyen Allah kelamını hatırlar.

Bundan sonra artık adam kendini Allah'a ibadete adıyarak bütün zamanını ahiret imtihanına hazırlamakla geçirir.

Çevrimdışı s.kahya

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.773
  • 33.609
  • Müdür Yardımcısı
  • 8.773
  • 33.609
  • Müdür Yardımcısı
# 18 Oca 2012 23:26:39
Haddini Bilme Öyküsü
Fare bir devenin yularına yapışmış,onunla birlikte gidiyordu.Gidiyordu ya,gurur ve kibri de kendisiyle birlikte gidiyordu.
Deve ömrü boyunca bu kadar kibirli,kendini beğenmiş ve üstün gören biriyle karşılaşmamıştı.Fare,kendi kendine:
"Ne büyük bir rehbermişim de haberim yokmuş.Deveyi yularından tutmuş götürüyorum."diyordu.
Az sonra bir ırmağa çıktı yolu devenin.Gürül gürül çağlayarak akıyordu.Deve duraksadı.Akıntı güçlüydü.Ama rahatlıkla geçebilirdi.Fareninse beti benzi atmıştı.
"Eyvah!"dedi."Şimdi ne yapacağım?"
Deve ,az önce gururundan yanına yaklaşılmayan fareye baktı:
"Hayrola dostum!"dedi."Ne oldu?"
Fare kekeledi:
"Yo,yok bişey!"
Deve:
"Haydi!" dedi."Paçaları sıva da gir suya,kılavuz sen değil misin?"
Fare zor durumdaydı:
"Bu koca ırmağı nasıl geçerim?"dedi.Sesi yumuşamış,yelkenleri indirmişti.
"Su çok derin."
Deve ağır ağır girdi suya.Birkaç adım attı.Su dizlerindeydi:,"Korkmana gerek yok!" dedi."Bak dizlerime geliyor."
Fare yalvarır gibi:
"Aziz üstad..." dedi."Senin dizine gelen su,benim başımı kaç metre geçer Allah bilir."
DEve taşı gediğine koyarak:
"Öyleyse..."dedi."Bir daha böbürlenme,haddini bil!"
Ve ekledi:"Haydi hörgücüme geç de gidelim."

Çevrimdışı s.kahya

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.773
  • 33.609
  • Müdür Yardımcısı
  • 8.773
  • 33.609
  • Müdür Yardımcısı
# 18 Oca 2012 23:34:25
Karınca ve Kalem Öyküsü

Bir gün bir karınca bir kağıdın üzerinde duran kalemi gördü.Kalemin nasıl yazı yazdığını görünce ona hayran kaldı.Gidip diğer karıncalara kalemin marifetini anlattı.Bunun üzerine bir karınca:
"O,sanatın asıl ustası parmaklardır,kalem sadece bir araç." dedi.
Bir diğer karınca ise:
"Asıl iş kollarda,çünkü parmaklar kolların bir parçası." dedi.
Bu işin doğrusunu öğrenmek için bilgili bir karıncaya başvurdular.Bilge karınca da şöyle dedi:
"Hüneri hemen görünüşe vermeyin.Görünüş elbise gibidir,can olmadan,akıl olmadan oynamaz."
O karıncanın da bilmediği,canın ve aklın,Allah(c.c) istemeden varolmayacağı idi.

Çevrimdışı eylulada1

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.164
  • 47.315
  • 4.164
  • 47.315
# 31 Oca 2012 22:07:59
Koskoca bir bahçede harikulade çiçekler içinde bir papatya..
Ve papatya aşık olmuş, yanmış tutuşmuş ak sakallı bahçıvana..

Bir ümit bekliyormuş. Yüzlerce çiçeğin arasından..
Onunla, sadece onunla saatlerce ilgilensin…
Buz gibi suyunu sadece ona döksün istiyormuş..
Sadece ona değsin makası, Sadece ona gülsün dudakları..

Kıskanıyormuş bahçıvanı,
Kırmızı güllerden,
Sarı lalelerden,
Mor menekşelerden….
Zambaklardan…
Papatya, sadece bahçıvan için açıyormuş, Bembeyaz yapraklarını..

Bir gün, Aşkı öyle büyümüş ki…
Papatya yapraklarını taşıyamaz olmuş..
Eğilivermiş boynu.. Toprağa bakıyormuş artık...
Bahçıvanın sadece sesini duyuyormuş..
Ayaklarını görüyormuş.. Bunada şükür diyormuş..
Yetiyormuş ona, bahçıvanın varlığını hissetmek…

Zaman akıp gidiyormuş..
Papatya bahçıvanın yüzünü görmeyeli çok olmuş..
Ne var sanki boynumu kaldırsa Bir kerecik daha görsem yüzünü diyormuş..

Ve işte bir gün..

Bahçıvan papatyaya doğru yaklaşmış… İncecik bedenini ellerinin arasına almış…
Elindeki sopayı, köklerinin yanına, toprağa sokmuş bir iple papatyanın gövdesini bağlayıvermiş sopaya.. Papatya o an daha çok sevmiş bahçıvanı… Hala göremiyormuş onu, ama bedeni kurtulmuş…

Uzun bir müddet sonra,
Bahçıvan uğramaz olmuş bahçeye..
Gelen giden yokmuş..
Kahrından ölecekmiş papatya..

Ama işte bir sabah…

Hortumdan akan suyun sesiyle uyanmış..
Derin bir oh çekmiş..
Çılgıncasına sevdiği bahçıvan geri gelmiş..
Birden, kendisine doğru gelen iki ayak görmüş..
Bu onun delicesine sevdiği bahçıvan değilmiş..
Başka birisiymiş..
Adamın elinde bir de makas varmış..
Papatyanın kafasını kaldırmış yukarıya doğru..

Ne güzel açmışsın sen öyle demiş..
Bu gencecik, yakışıklı bir delikanlıymış...
Gözleri gök mavisi, saçları güneş sarısıymış..
Ama gövden seni taşımıyor demiş.
Elindeki makası papatyanın boynuna doğru uzatmış..
Ve bir hamlede bağını gövdesinden ayırmış..

Papatya yere düşerken hatırlamış sevdiğini..
O ak saçlı, ak sakallı, yaşlımı yaşlı bahçıvanı hatırlamış..
Birde o gencecik, yakışıklı delikanlıyı düşünmüş..
Ve o an anlamış, neden o yaşlı bahçıvanı sevdiğini..
O her şeye rağmen, papatyaya emek vermiş..
Ona hiç bir zaman güzel olduğunu söylememiş,
ama onu aslında hep sevmiş…

Papatya anlamış artık..

Sevgi, emek istermiş…

Yere düştüğünde son bir kez düşünmüş sevdiğini..
Teşekkür etmiş ona içinden..
Son yaprağı da kuruduğunda, biliyormuş artık..

Gerçek sevginin, söylemeden, yaşamadan ve asla kavuşmadan var olabileceğini

Çevrimdışı duyguaydın

  • Moderatör
  • *****
  • 5.363
  • 125.846
  • 5.363
  • 125.846
# 01 Şub 2012 19:59:37
YAŞLI ANADAN 5 OĞLUNA MEKTUP !

Köyümüz şehirden yüksek mi yüksek,

Baban ihtiyarlıyor oğul, bilmem netsek

Söz dinlemiyor artık ahırdaki eşek,

Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul !

Sizi 9 ay 10 gün karnımda taşıdım

Beş oğul bir kızım için yaşadım

Şimdi halim kalmadı, gençliğimi boşadım

Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul !

Köyde bacalar eskisi gibi tütmüyor,

Çorba dahi boğazımızdan geçmiyor

Takatimiz kalmadı işler bitmiyor

Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Geçenlerde kasabadan köye doktor geldi

Sağlam kimse kalmadı herkese ilaç verdi

Bana da kendini yorma ansızın gidersin deyiverdi

Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Eskiden köyümüzde yağız delikanlılar vardı

Al duvak içinde gelinler, giderken ağlardı

Gençler köyü terk etti, şimdi ihtiyarlar kaldı

Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Hani yalnız yaşayan komşumuz Ali amca vardı

O da rahmetli oldu cenazesi üç gün kaldı

Mezarını kazacak delikanlı bulunamadı

Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Öğrenci yokluğundan artık okul kapalı

İhtiyarlayınca, babanın döküldü saçı sakalı

Benimde dizlerim tutmaz, ağır işlere bakalı

Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

İmam usandı, tayin yaptırıp gitti

Bir ezan sesi duyuyorduk o da bitti

Hastalıklar çoğaldı artık canımıza yetti

Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Analarda ciğer, evlatlarda merhamet olur

Gezen görür, yaşayan ölür, eden elbet bulur

Hayır duamızı alın biz ölmeden ne olur

Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Sizin huzurunuzu kaçırmak istemem

Gelinlerimi severim asla kin beslemem

Şimdi gelmezseniz cenazeme de istemem

Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

 

                   

OĞULLARIN ANALARINA CEVABI

 (1. oğul)

Ana, şimdi Akdeniz sahillerindeyiz,

Buralar çok güzel herkese tavsiye ederiz.

Çocuklar diyor, ölürüz de asla köye gitmeyiz

Kusura bakma, çocuklar istemeden biz gelemeyiz!

 (2. oğul)

Ana, mektup yazmışsın bize boşu boşuna,

Çünkü daha açarken gitmedi hanımın hoşuna,

Sen idare et artık, bu sene de yalnız başına,

Kusura bakma, ben hanımı gönderemem ana !

 (3. oğul)

Ana, gönderdiğin mektubu şimdi okudum hanıma,

Dedi bu devirde hizmet eden var mı?, Allah aşkına,

Ne olur soğuk su katma bu yaştan sonra, pişmiş aşıma,

Kusura bakma ana, gönderemem hanımı ben sana asla!

 (4. oğul)

Ana darılma, vakit bulup ta mektubunu okuyamadım,

Şimdi okuyunca ne demek istediğini çok iyi anladım.

Benim hanımdan başka çağıracak gelin mi bulamadın?

Kusura bakma gönderemem, hanım oralara alışamaz ana !

 (5. oğul)

Ana abim söyledi, hizmete bizim hanımı çağırmışın,

Olur mu öyle şey, doğalgazdan sobalı eve nasıl alışsın.

Birde önceden başlamış günleri var, onlar yarım mı kalsın?

Kusura bakma ana gönderemem, bu sene bizimki kalsın!

(ortak çözüm)

Beş kardeş hanımlarıyla bir araya geldiler.

Anamızın isteği yerinde, acil çözüm bulalım dediler.

Bizler ne yapacağız diye düşünürken, aklı gelinler verdiler.

Kusura bakma ana, sana hizmete ancak bacımızı uygun gördüler

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK