İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 24 Eki 2013 19:32:37
Babadan oğula

Toplantıya gideceğim.Baktım genç kalma  ihtimalim var,bindim bir taksiye,muhabbetçi bir arkadaş.O anlatıyor ben dinliyorum.Tam işyerinin önüne geldik.Ankara'da Bakanlıklar.Diyelim ki. taksi parası 9.75 TL tuttu,ben 10 TL
uzattım.Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya,taksici üstünü  arıyormuş gibi yapar,siz de para üstünü alabılmek için bir ayak dışarda,inmemek için debelenirsiniz.Tam o sahne olacak.Şoför,para üstü varmı diye aranmaya başladı.

"Üstü kalsın kardeşim"dedim.
Döndü bana doğru
"Vaktin varmı ağabey ?" dedi.
"Evet" dedim (tek ayağım hala dışarda)
Dörtlülere bastı,trafik dört şerit akıyor,indi araçtan.Önde bir büfe var.Gitti oraya,bir şeyler konuşup geldi.Bana 25 Krş uzattı.Belli ki para bozdurmuş.

"Birader" dedim,"9.75 değil,10.50 yazssa istermiydin 50 krş.benden?"

-Ne alacağım ağabey 50 krş.u
-Peki niye gittin 25 krş.için o kadar uğraştın.üstü kalsın demiştim.
Döndü bana,attı kolunu arkaya :
-Vaktin varmı ağabey
-Var
-Çek kapıyı o zaman

Muhabbetçi bir taksici ile karşı karşıyayız.
5 dk.konuştuk.İngiltere'de profösüründen,bilmem kiminden
eğitimler aldım.O taksicinin 5 dk.da öğrettiklerini,ingiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler.

Ağabey biz Keçiören'de 5 kardeşiz.Babam rençberdi benim,günlük yevmiyeye giderdi;artık inşaat falan bulursa çalışır gelir,o gün iş bulamamışsa,biz eve gelişinden,yüzünden anlardık. Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik.Yemek bitince babam bize"Durun kalkmayın" derdi.Önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.

"Aha" dedim,"Bizim meslek",seminerci.
- Ne anlatırdı baban
- Hayattta nasıl başarılı olunur ?
 gün inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor,sonra çocuklara hayatta başarı teknikleri anlatıyor.

-Babam işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi,delik bir çorapla pantalonun ceplerini çıkarır,dört kardeşi karşısına alıp "Dürüst olun,evinize haram lokma sokmayın" diye anlatırken ,biz de gülerdik. Annem kızardı,"Babanızla alay etmeyin.O,hem dürüst hem de çalışkandır" derdi. Yan evde iki kardeiş var,onların babası zengin. Babaları birahane işletiyor,ama adamda her numara vardı,kumar falan oynatırdı.Bizim yeni hiç bir şeyimiz olmadı,hep o ikisinin eskilerini kullandık.O amca mahalleden geçerken biz 5 kardeş  ayağa kalkardık,çünkü bize bahşiş verirdi.Babam eve gelince ayağa
kalkmazdık. Çünkü hediye,para falan hak getire.Ağabey biz babamı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü.yandaki baba iki çocuğa 5 katlı bir apartıman,işleyen birahane,dövizler ve araziler bıraktı.
Bizim baba ne bıraktıbiliyormusunuz ?
-Ne bıraktı ?
-Bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı : "Evladım işinizi dürüst yapın,hakkınız olmayan parayı almayın..."falan filan.

Ağabey aradan 15 yıl geçti,diğer 2 kardeş cezaevindeler,ne ev kaldı ne birahane. Ailesi dağıldı.

Biz 5 kardeş,beşimizin Keçiören de taksi durağında birer taksisi var hepimizin birer ailesi,çoluk çocuğu,hepimizin birer dairesi var. Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki :

"Asıl mirası bizim baba bırakmış."

Hepimiz ağladık. 5 kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri,taksimetrenin yazmadığı 10 krş.u evimize sokmadık.Her şeyimiz var Allah'a şükür.


Çok duygulandım,veda ettim,tam ineceğim :
-Dur ağabey,asıl bomba şimdi.
-Nedir bomban ?
-Nerede oturuyoruz biliyormusun ? O iki kardeşin oturduğu 5 katlı apartmanı biz aldık. 5 kardeş orada oturuyoruz.

Evladınıza ne araba bırakırsınız,ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.

A.Şerif İZGÖREN'in kitabından

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 25 Eki 2013 15:54:59
Nasib İse Gelir Hind'den Yemenden
"Kısmetinde varsa, kaşığında çıkar" deyiminin benzeri bir deyim.
Bilindiği gibi Semarkant, Orta Asya'da kurulmuş ünlü bir Türk şehri idi. Adının Semerkant oluşu da, söylentiye göre bu şehirde semercilik sanatının üstün nitelikte yapılmasıydı.Uzak yola gidecek olan bir kervancı bir gün, şehrin ünlü semer ustalarından birinin dükkânına gider. Usta namaz kılmak üzere camiye gittiğinden, dükkanda genç bir çırak bulunmaktadır. Kervancı, uzak yola gideceğini, develerinden birinin semersiz olduğunu, kaça olursa olsun, hemen iyi bir semer istediğini anlatır.Semerci çırağı hazırda yapılmış iyi bir semer bulunmadığını, sipariş üzerine kervancıya semer yapabileceklerini söyler.Gelgelelim kervancının işi aceledir. Adam bu sırada dükkanın tavanında asılı eski bir semeri görür ve eski de olsa, semeri yenisinin fiyatına satın alacağını, çünkü devenin boş gitmesini istemediğini söyler.Çırak, kârlı bir satış yaptığını düşünerek, eski semeri kervancıya verir.Gelgelelim, göğsünü kabartarak anlattığı bu alış veriş yaşlı ustayı hiç sevindirmez. Meğer adamcağız, kırk yıldır kazandığı paralardan artırdıklarını, bu eski semerin içinde saklarmış.Zavallı çırak, çok üzülür, Semeri aramak için yollara düşer. Ustanın:"Oğul gel gitme beyhude, Semerkanta, Buharaya Bulur elbet seni bir gün, nasip araya araya." demesine aldırmaz, semerin arkasında bir kaç ay dolaşır, sonunda bulamadan geri döner.Ustası, çırağın geldiğine sevinir, onu teselli eder ve şunları söyler.Nasip ise gelir Hint'ten Yemen'den nasip değil ise, ne gelir elden?Altı ay kadar sonra, bir gün kervancı dükkana gelir çırak, adamı hemen tanır. Ustasına da söyler. Kervancı der ki:-Oğul, bu semeri senden alıp gittim ama, aklıma takıldı, ustasının haberi olmadan çocuk bunu sattı ya ustası gelince kızar, darılırsa? diye üzüldüm. Alın semeri aynen geri veriyorum, bana yeni bir semer yapın. alıntı

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 29 Eki 2013 16:11:05
Bir dost meclisinde Mehmed Akif gayet hararetli bir şeyler anlatmaktadır. sonradan görme zenginin biri bu meclise gelir selam verir ancak herkes Akif’i dinlediğinden kimse duymaz selamı ve almazlar dolayısıyla. adam Akif’e sataşmak için.
- Oo Üstad ne sallıyon yine?” der. Akif istifini bozmadan:
- Senin ne kadar iyi bir insan olduğunu sallıyorum.

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 29 Eki 2013 19:31:25
Bir profesörün ilk namazı



Amerika'nın muhtelif üniversitelerinde görev yapan matematik Prof. Jeffrey Lang İslam'a giriş hikâyesini yazmış olduğu 'Melekler soruncaya kadar' (Even Angels Ask: A Journey to Islam in America) isimli eserinde derin felsefi düşüncelerle,ruhani duygular arasında ilk namazını şöyle dile getiriyor:

 "Müslüman olduğum gün cami imamı, bana namazın kılınışını açıklayan bir kitap verdi. Ancak Müslüman talebelerin buna endişelerini gördüm, bana: "Acele etme, rahat ol, zamanla yavaş yavaş yaparsın" dediler. Ben de kendi kendime, namaz bu kadar zor mu? Dedim ve talebeleri duymazlıktan gelerek, hemen vaktinde beş vakit namaz kılmaya karar verdim. O gece, loş ve küçük odama çekilerek kitaptan abdest ve namaz hareketleri eksersizlerini yaptım, namazda okunacak bazı surelerin Arapça okunuşlarıyla İngilizce anlamlarını ezberlemeye çalıştım. Bu çalışmalar saatlerce devam etti.

İlk namaz denemesi için kendime güven gelince yatsı namazını kılmaya karar verdim. Vakit gece yarısıydı, kitabı alıp banyoya girdim, kitabı açarak, mutfaktaki ilk yemek denemesi yapan aşçı gibi kitaptaki talimatları dikkat ve incelikle bir bir uyguladım.

Abdest bitince odanın ortasında durup, kapı ve pencerelerin kilitli ve kapalı olmasından emin olduktan sonra kıble olarak bildiğim tarafa yöneldim, derin bir nefes aldım ve elimi kaldırarak alçak bir sesle Allahu Ekber dedim. Kimsenin
 beni işitmemesini ve görmemesini umuyordum, yavaş yavaş Fatiha suresi ile kısa bir sureyi Arapça olarak okudum. Öyle zan ediyorum ki herhangi bir Arap beni dinlemiş olsaydı benim okumamdan bir şey anlamayacaktı.

İkinci bir tekbir alarak Rükua gittim, rükuda biraz tedirginlik hissettim, çünkü hayatımda hiç kimseye eğilmemiştim. Odada yalnız olduğumu hatırlayınca sevindim. Subhane Rabbiyel azim dediğimde kalbimin hızla çarptığını hissettim. Tekrar tekbir getirerek doğruldum ve artık secdeye varma zamanı gelmişti. Secdeye varmak üzere ellerimi ve dizlerimi yere koyunca dona kaldım, secdeye gidemiyordum, efendisinin önünde başını yere koyan köle gibi yüzümü, burnumu yere koyup kendimi zillet sandığım bir duruma düşüremiyordum, üstelik bacaklarım da katlanamıyordu, utandım gülünç duruma düştüm zannettim.

Bu durumda beni gören, arkadaş ve tanıdıklarımın önünde acınacak ve alay edilecek halimi düşündüm, arkadaşlarımın kahkahalarını duyar gibi oluyordum. 'San Francisco'da Araplar çarptı bu hale düştü' gibi sözler sarf edeceklerini tahayyül ederek zavallı duruma düştüğümü hissettim. Bir müddet tereddüt ettikten sonra derin bir nefes aldım başımı seccadeye koydum, zihnimdeki bütün düşünceleri attım, dikkatimi dağıtacak düşüncelere yer vermeden ikinci secdeye de vardım. Bu esnada kendi kendime "Daha önümde üç tur daha var"
 diye düşündüm ve kararlıydım: Neye mal olursa olsun bu namazı tamamlayacağım. Kalan rekâtlarda işler gittikçe daha da kolaylaşıyordu.
 Son secdede tam bir sükûnet hissettim. Nihayet teşehhütten sonra selam verdim.

 Selamdan sonra bulunduğum yerde olduğum gibi kaldım, geriye dönüp nefsimle giriştiğim savaşı aklımdan geçirdim, bir savaştan çıktığımı hissettim sonra başımı önüme eğerek mahcup bir şekilde "Allah'ım geri zekâlılığımdan ve tekebbürümden dolayı beni bağışla, uzak bir yerden geldim ve daha önümde kat edilecek uzun bir yol var" diye dua ettim.

 Bu esnada daha önce hiç yaşamadığım bir şeyi hissettim. Bunu kelimelerle ifade etmek mümkün değil. Vücudumu, kalbimin bir noktasından çıktığını hissettiğim ve anlatmaktan aciz kaldığım bir dalga kapladı, soğuk gibiydi, ilk etapta irkildim, vücuduma olan etkisinden ziyade garip bir şekilde duygularımı etkiledi ve görünür bir rahmetin varlığını hissettim. Bu rahmet sonra içime nüfuz ederek içimde kaynamaya başladı.

Sonra sebebini bilmeden ağlamaya başladım, ağlamam artıp gözyaşlarım aktıkça, rahmet ve lütuftan harika bir gücün beni kucakladığını hissettim. Günahkâr olmama rağmen, günahlarımdan veya utanç ve sevinçten dolayı ağlamıyordum. Sanki büyük bir set açılmış ve içimdeki korku ve keder sel olup gidiyor. Bu satırları yazarken kendi kendime diyordum: "Allah'ın rahmet ve mağfireti, sadece günahları affetmiyor, o aynı zamanda bir şifa ve bir sekinedir". Uzun bir süre başım eğik bir şekilde öylece diz üstü kaldım.

 Ağlamam durunca, yaşadığım deneyin akıl ile izah etmenin mümkün olmadığını anladım, Bu esnada idrak ettiğim en önemli husus ise, benim Allah'a ve namaza şiddetle muhtaç olduğum gerçeği oldu. Yerimden kalkmadan önce de şu duayı yaptım: "Allah'ım bir daha küfre girmeye cüret edersem beni, o küfre girmeden önce öldür ve bu hayattan kurtar, hata ve eksiksiz yaşamanın çok zor olduğunu biliyorum, ancak şunu yakinen biliyorum ki, bir tek gün dahi olsa sensiz yaşamak senin varlığını inkar etmem mümkün değildir".

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 30 Eki 2013 15:27:35
Allahım Ne Olur Bana Yardım Et

 Saçları dağınık, gözleri kan çanağına dönmüş yürüyordu. Belli ki yine akşamdan kalmıştı. Akşama kadar pazarcılık yapıp kazandığı parayla yine şişenin dibini görmüştü. Çoğu zaman olduğu gibi sabah namazı vakti geldi evine. Ne ayakta duracak hali ne de neden cebinde parası vardı.

Evinin kapısını açmak istedi. Anahtar bir türlü yuvayı bulmuyordu. Tıkırtıya eşi uyandı. Gelip kapıyı açtı. Uykudan şişmiş gözlerini kıstı ve "-Allah cezanı versin" deyip eşini içeri aldı. Her gün aşağı yukarı böyle oluyordu. Gün sonuna kadar pazarda çalışıyor. Para kazanıyor akşam gidip bu melaneti içmeye devam ediyordu.

İçmek onun için dünyanın gerçeklerinden kaçmanın bir yoluydu ya da vicdanını dinlemememin. Aklını öyle bulandırıyordu ki vicdanının sesini sonuna kadar susturmak istiyordu.

Aslında iyi bir insandı Selim, Askerden gelince başlamıştı pazarda hamallığa. Hayat pahalıydı ve elde avuçta bir şey yoktu. Bu işi yapmaya başlayalı 8 ay olmuştu. Pazarda pek görülmeyen bir adam yaklaştı yanına "-Bende biraz domates var taşır mısın iyi para veririm" dedi. Tabi dedi Selim "-işimizin adı ne?" dedi. Adam ertesi gün yine geldi. Derken sürekli bir müşteri haline geldi. Samimiyetleri ilerledi. Adam bazen selimi içki almaya yollamaya başladı. Hamaldı ya selim onun için bu bir işti. İtiraz etmedi. Nasıl olsa içmiyorum ya diyordu. Günahı onun boynuna. Günler böyle devam ederken patronu içerken onu masasına çağırıyor bir şeyler soruyordu. Oda cevap veriyordu. Sonra patronun masasında oturma süreleri uzamaya başladı.

Patronu "-Patronu bir kereden bir şey olmaz, bir kere dene" diye ısrar etti. Eh ne olacak bir yudumdan diye bu melaneti ağzına almada tereddüt gösterse de bu acı şeyi çoktan yutmuştu. Taşımak onun işiydi ya patronu ona başka şeyler taşıtmaya başladı. İçi kapalı zarflar, ne olduğuna anlam veremediği paralar. Selim işin parasına bakıyordu. Hem hafif şeyler taşıyordu hem de çok para alıyordu bunda ne kötülük olabilirdi ki.
 Hemen bir ev kiralayıp kız arama koyuldu evlenecekti. Çoluk çocuğa karışacaktı. Biraz daha para gerekiyordu. Selim çalışmaya devam etti patronun yanında. Bir şikâyeti yoktu. Patronuyla beraber bazen aynı masada içiyorlar bazen de onu verdiği kapalı zarfları paketleri bir yere götürüyordu.

Birkaç ay sonra nişanlandı ve aradan çok geçmedi evlendi. Her şey yolundaydı. Ama bir gün patronun verdiği paketi taşırken paketi teslim etmesi gereken adamdan erken gitmişti. Yanına biri sokuldu. Arkadaşının hastalandığını onun yerine paketi teslim almaya kendinin geldiğini söyledi. Selim şüphelenmedi. Paketin içeriği onun için önemli değildi. Hem parayı da almıştı. Teslimatı bu tanımadığı kişiye yaptı. Bir anda polis sirenleri çalmaya başladı. "-Yat, yat, yat." Diye yüksek sesle bağırıyorlardı.

Selim neye uğradığını şaşırdı. Üzerine çullanan polislerden kurtulmayı bile denemedi. O kadar şaşırmıştı ki. Adını soran polise uzun süre cevap veremedi. Selim karakolda taşıdığının uyuşturucu olduğunu öğrendi. Başında aşağı bir varil dolusu kaynamış su dökülmüş gibi hissetti. Hem kandırılmıştı. Hem de kendine gelen kolay paranın kaynağını sorgulama ihtiyacı hiç görmemişti. Bu işe sanki gönüllü olmuştu. Polisler izin alarak Selimi uyuşturucu kullanıp tadavi gören insanların bulunduğu hastaneye götürdüler. Ona kararttığı hayatları göstermek yaptığı işten pişman olmasını sağlamak istiyorlardı. Çok geçmeden mahkemeye çıkarılıp tutuklandı.

Taşıdığı şeyin ne olduğunu bilmediğine hâkimi inandırınca birkaç ayda serbest kaldı. Hapisten çıkınca doğruca patronuna gitti ve olanları anlattı. Ucuz kurtulmuştu. Ama bu kez eskisinden daha gönüllü ve daha tedbirli bir suçluya dönüşmüştü. Hem alkol alıyor hem uyuşturucu kullanıyor hem de kuryelik yapıyordu. Arada hastanede gördükleri geliyordu aklına. O zaman vicdanını susturmak için sabahlara kadar içiyordu.

Bu yaşamı devam ettikçe çevrede bilinen sevilmeyen berduş bir adam dönüştü selim. Polis sürekli peşindeydi. Yaptığı hatayı yakalayıp onu enselemek istiyorlardı. Bu nedenle patronu ile de arası açıldı çok dikkat çektiği ve artık ona iş vermeyeceğini söyledi. Parası suyunu çekene kadar bunun bir önemi olmadığını düşündü. Ama Hesabı ödeyemedi lokantada kavga çıkarınca parasının bitmiş olduğunu anladı.

Başka çaresi yoktu yeniden pazardaki hamallığa dönecekti. Susmayan vicdanıyla birlikte. Artık akşam kadar çalışıp sabaha kadar içen intiharın eşiğindeki bir adam dönüştü. Kendini tüm kötülüklerin sebebi olarak görmeye başladı.

Kaç defa kendi hayatına son vermeyi denedi ama hep son anda vazgeçti. Son bir umut cami imamının yanına gitti. İmam bu pejmürde berduşu görünce yüzünü astı. Arada biraz mesafe bırakarak "-Ne istiyorsun" dedi. O da "-Konuşmak" diye cevap verdi. İmama tüm günahlarını anlattı ve "-Sizce Allah beni affeder mi? Bu yanlışlardan kurtulabilir miyim?"

İmam dedi ki: "Onlar çirkin bir günah işledikleri veya herhangi bir günaha girerek kendilerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlarlar ve günahlarını bağışlaması için O'na niyazda bulunurlar. Günahları ise Allah'tan başka affedecek kim vardır? Ve onlar işledikleri günahta bile bile ısrar etmezler."(Al-i İmran: 135) Allah kuranda böyle diyor. Neden affetmesin. Sen yeter ki "-Allahım ne olur bana yardım et diye niyazda bulun". Peki dedi Selim ne yapmalıyım.

Evine git, Önce bir gusül abdesti al, seccadeni ser ve tevbe namazı kıl Allahın yardımını umarak ona dua et. İmkânın varsa sadaka ver.

 Selim dedi ki: Ama ben çok günah işledim hocam öyle böyle değil.

İmam, bak güzel kardeşim: "Allah Teâlâ: Ey Ademoğlu! Sen bana dua ettiğin ve benden af umduğun sürece, işlediğin günahlar ne kadar çok olursa olsun onların büyüklüğüne bakmadan seni bağışlarım."

"Ey Ademoğlu! Günahların gökleri dolduracak kadar olsa, sen Benden bağışlanmanı dilersen, günahlarını affederim."

"Ey Ademoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar günahla huzuruma gelsen, fakat bana hiçbir şeyi ortak koşmamış, şirke bulaşmamış olsan, ben de seni yeryüzü dolusu mağfiretle karşılarım." (Tirmizî, Daavat: 98) dedi."

Bunun üzerinde Selim gerçekten affedileceğine inandı. Gidip ümitle gusül abdesti alıp tevbe namazı kıldı. Bundan sonra tertemiz olmaya söz verdi.
 Aradan iki yıl geçti rabbi ona bir de kız çocuğu nasip etti. Selim helal kazancı ve seccadeleri ıslatan pişmanlıklarıyla yaşamına devam etti.

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.412
  • 177.325
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 17.412
  • 177.325
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 31 Eki 2013 23:51:21
Adam yeni aldığı arabasını yıkarken 5 yaşındaki oğlu yerden bir taş alır ve arabaya bir şeyler yazar.
Çok öfkelenen baba çocuğun yazdıklarına bile bakmadan, oğlunun elini tutar, vurur da vurur.
Hastanede, elindeki sayısız kırık yüzünden çocuğun parmaklarının hepsi alınır.
Ameliyattan sonra çocuk, oldukça üzgün olan babasını gördüğünde:
- “baba parmaklarım ne zaman çıkacak?” Diye sorar.
Adam soru karşısında biter, sesi çıkmaz. Arabasına döner, kafasını arabaya vurur da vurur. Sonra gelir motor kaputuna oturur ve işte o zaman oğlunun yazdıklarını görür:
“seni seviyorum baba!”

Öfke ve sevgide hiçbir sınır yoktur.
Her zaman güzel bir yaşama sahip olmak için siz ikinciyi seçin.
Nesneler, kullanılmak üzere yapılmıştır, insanlar ise, sevilmek için yaratılmıştır..

Çevrimdışı Tolstoyevski

  • B Grubu
  • 24.726
  • 258.505
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 24.726
  • 258.505
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 01 Kas 2013 09:24:04
Adamın biri yürürken arkasından bir aslanın koştuğunu görür. Hızla kaçarken tam önünde bir kuyu görür ve hızla kuyuya iner. İpe sarılıp kuyuya inerken. Alt tarafta büyük bir yılan görür. Yılan hızla buna doğru yükselirken, Ne yapacağım der.
Üstte aslan altta yılan. O sırada iki tane fare biri beyaz diğeri siyah ipi kemirmeye başlar. Her yerden başı belada iken bir anda bir yüzünde ıslak bir şey hisseder. Bir arı bir damla bak yüzüne bırakır ve balın tadı damağında iken UYANIR.
OH BE RÜYA İMİŞ der. Ceylin Cennet Kapisi, Bir seyyide anlatır. Rüyamın yorumu ne diye?
Anlamadın mı der gülerek?
Peşinden koşan aslan ölüm meleğidir.
İçinde yılan bulunan kuyu senin mezarındır.
Sarıldığın ip senin hayatındır.
Beyaz ve siyah fare gece ile gündüzdür ömrünü kemirirler.
Peki ya o bal nedir dersen ?
Dünyanın geçici lezzetidir,
Ölümün arkasında bir hesap olduğunu sana unutturur.


Gece ve gündüz ömrümüzü hızla tüketirken, ömür sermayesini boşa israf edip müsrif birisi olmak ne kadar doğru? Her gün bize verilen 24 saatten sadece bir saatini karlı, güzel bir ticarete vermemek hiç kar-ı akıl mı?

Çevrimdışı esracim

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 146
  • 423
  • Müdür Yetkili
  • 146
  • 423
  • Müdür Yetkili
# 01 Kas 2013 09:30:22
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Adamın biri yürürken arkasından bir aslanın koştuğunu görür. Hızla kaçarken tam önünde bir kuyu görür ve hızla kuyuya iner. İpe sarılıp kuyuya inerken. Alt tarafta büyük bir yılan görür. Yılan hızla buna doğru yükselirken, Ne yapacağım der.
Üstte aslan altta yılan. O sırada iki tane fare biri beyaz diğeri siyah ipi kemirmeye başlar. Her yerden başı belada iken bir anda bir yüzünde ıslak bir şey hisseder. Bir arı bir damla bak yüzüne bırakır ve balın tadı damağında iken UYANIR.
OH BE RÜYA İMİŞ der. Ceylin Cennet Kapisi, Bir seyyide anlatır. Rüyamın yorumu ne diye?
Anlamadın mı der gülerek?
Peşinden koşan aslan ölüm meleğidir.
İçinde yılan bulunan kuyu senin mezarındır.
Sarıldığın ip senin hayatındır.
Beyaz ve siyah fare gece ile gündüzdür ömrünü kemirirler.
Peki ya o bal nedir dersen ?
Dünyanın geçici lezzetidir,
Ölümün arkasında bir hesap olduğunu sana unutturur.


Gece ve gündüz ömrümüzü hızla tüketirken, ömür sermayesini boşa israf edip müsrif birisi olmak ne kadar doğru? Her gün bize verilen 24 saatten sadece bir saatini karlı, güzel bir ticarete vermemek hiç kar-ı akıl mı?
çok güzel ve anlamlı bir hikaye...

Çevrimdışı creasy

  • Moderatör
  • *****
  • 8.883
  • 12.109
  • 8.883
  • 12.109
# 01 Kas 2013 09:43:16
İmamı Azam Ebu Hanife bir gün kabeyi tavaf etmek için hareme doğru gidiyormuş. Orda harçlık koparmaya çalışan çocuklardan biri yapışmış İmamın eteklerine. Efendim demiş izin verirseniz ben size tavaf ettireyim. İmamda hayır evladım gerek yok sen başka bilmeyen insanlara git demiş.
Sonra İmam Kabenin avlusuna girmiş. Çocuk uzaktan bağırmaya başlamış. Efendim siz yanlış yapıyorsunuz hani biliyordunuz hareme sol ayağınızla girdiniz sağ ayakla girilir demiş.
O koskoca İmam hemen düsturunu toparlayarak evladım aman gel gel al şu parayı da sen beni tavaf ettir yaşlılık işte ben unutmuşum. demiş.

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 04 Kas 2013 15:39:58
Birgün hazret-i Ebû Bekr ‘r.a.’, hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin ‘s.a.v.’ huzûr-ı şerîflerinde, se’âdetle otururlarken;
 Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba’zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se’âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr ‘radıyallahü teâlâ anh’ Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.
 Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn ‘s.a.v.’ buyurdu ki:
- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la’înin olduğu yerde, ben durmam.
 Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ‘r.a.’ ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat’î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 04 Kas 2013 15:41:08
Bağdat. Dul bir kadın. Altı öksüz çocuğu ve bir de ihtiyar ana. Kadın geçimi sağlamak üzere, hafta boyu el emeği verir, göz nuru döker iplik eğirir, pazara çıkar ve anası ile çocuklarının rızkını temin etmeye çalışırdı.

Vakti tamam olunca bu dul kadın vefat eder, çocukların bakımı ise ihtiyar kadına kalır. Kadın pazara her hafata çıkamıyor, ip eğiriyordu. Bir zaman baktıki altıyüz dirhem kadar ip eğirmişti, pazara götürmeye karar verdi.

- Ya Rabbi! Bu öksüzlerin, yetimlerin rızkını ver, diyerek sabah erkenden pazarın yolunu tuttu. Yolda giderken Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. Onu görünce durakladı. Şeyh mürüdleriyle sabah namazından çıkmıştı, yaşlı kadını görünce duraklayarak:
- Hoş geldin bacı, nereye gidiyorsun?
- Bir miktar ipliğim var, pazara götürüp satacağım.
- Ver bakalım. Benden altıyüz dirhem ip isteniyor, bunu ver de ben satayım.
- Memnuniyetle, lütuf buyurmuş olursunuz, efendim dedi ve ipi verdi.

Abdülkadir Geylani Hazretleri eline aldığı ipi şaka yollu mescidin damına atınca hemen nereden geldiği belli olmayan büyük bir kuş gelip, ipi kapıp gider. Kadın bu nebiçim şaka diye kendi kendine söylenmeye başlayınca, müritler kadına itiraz etmemsi için işaret ettiler, kadında daha fazla bir şey demedi.

Hazreti Şeyh kadına dönerek.
- Hatun canını sıkma, ipliği satmaya gönderdim, parası gelsin ne kadar etti se alırsın.
- Pekala, diyerek gider, ertesi gün gelir.
- İpilik satıldı mı?
Abdülkadir Geylani Hazretleri:
- İplik satıldı, fakat parası henüz gelmedi. Bir hafta hadar bir zaman içinde gelir.
 Kadın bir hafta sonra gelir, para henüz gelmemiştir, kadına:
- Yarın gel, paranı al.
 Kadın, pazara niye gitmedim, şimdi param elimde olurdu hayıflana hayıflana evine gitmek üzere iken, Mürütler:
- Bir gün daha sabret bakalım mevla ne gösterecek, derken bu işin sade bir şaka olmadığının farkında idiler.

Ertesi gün oldu. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin huzuruna o ana kadar görülmeyen bir heyet geldi. Bin altın takdim ettiler. Müritler heyete bu kadar paranın ne olduğunu, niçin Şeyhe takdim ettiklerini sordular. Gelenler tüccar olduklarını belirterek:
- Altınlar Hazreti Şeyhindir. Denizde yolculuk yaparken fırtına sebebiyle geminin yelkeni delindi, yol alamaz olduk, denizin ortasında kalacaktık. Kaptana bir çaresi yok mu diye sorduğumuzda:
- Altıyüz dirhem ip olsa geminin yelkenini onarır, yolumuza devam ederdik ama, şu anda nerede bulacağız, dedi.
 Biz ellerimizi kaldırarak Allaha dua ettik ve duamızda:
- Ya Sultanul Arifin bize altıyüz dirhem kadar ip gönder, sana bin altın vereceğiz diye yalvardık. Bir de baktık ki, bir kuş gelip altıyüz dirhem ipliği geminin güvertesine bırakıp uçtu gitti. Şimdi o adağımızı yerine getirdik, dediler.

Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra, ihtiyar kadın gelip sordu.
 - Para geldi mi efendim?
Şeyh bin altını kadına verirken:
- Benim satışım seninki kadat kârlı olmuş mu?

Kadın bir anda zengin olmuştu. Abdülkadir Geylani Hazretleri’ne teşekkür ederek huzurdan ayrıldı.

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 05 Kas 2013 18:02:00
İstanbul’un alındığı, Bizans’ın yıkıldığı yıllardır. Ama Akdeniz huzursuzdur hâlâ. Rodoslu çapulcular Bahr-ı Sefid’in çıbanıdırlar. Evet bu adada güzel üzüm yetişir ve nefis zeytin olur. Ama ada sakinleri bağla bahçeyle uğraşmaz. Ticaretten ve sanattan da uzaktırlar. İyi bildikleri tek iş vardır: ‘Yol kesmek!’
O yıllarda Rodoslu haydutlar ticaret gemilerini yağmalar, sahil köylerini basarlar. Zahmetsiz kazandıklarını saza, şaraba yatırırlar. Liman kenarındaki batakhaneler eşkıya kaynar. Bu işrethanelere abone olabilmenin tek yolu vardır: Daha fazla soygun yapmak, daha fazla can yakmak.

İşte günün birinde, içinde Ebûl Vefa hazretlerininde bulunduğu hac kafilesi şakilerin saldırısına uğrar. Mübâreğin kaybedecek bir şeyi yoktur. Hepi topu üç beş ölçek hurma, birkaç testi zemzem. Ama korsanlar insan sarrafıdırlar. Müminlerin ona gösterdiği hürmeti gözden kaçırmazlar. Böylesi asil biri para etse gerekdir. Öyle ya, Osmanlı âliminin uğruna neler vermez ki?

ZİNDANI AYDINLATAN NUR

Mübârek kendisini hapise tıkan zalimlere kızmaz. ‘Bunda da bir hayır olmalı’ der, büker boynunu. Hatta acıma duygusu ağır basar. ‘Ah!’ der, ‘Ah bir hakikatleri görebilseler!’.
İnsan haydut da olsa insandır. Nitekim zindancı bu büyük velinin yüzündeki şefkati yakalar, veya o şefkate yakalanır. Cezayı göze alır, zincirlerini çözer, onu aydınlık bir koğuşa taşır. Uzun kış geceleri ocak başında sohbet ederler.
 Mübarek kısa sürede Rumca öğrenir, muhafızlarla dost olur. Hastalarını tedavi eder, dertlerini dinler. Bir muhabbet köprüsüdür kurar gönüllere. Şövalyeler bu iltiması görmezden gelirler, zira bu rehineden yüklüce bir fidye beklerler.
 Kahramanoğlu İbrahim Bey, bir Ebûl Vefa sevdalısıdır. Mübareğin Rodoslular’ın elinde olduğunu öğrenince beyninden vurulmuşa döner. İstenen meblâğı tez günde denkleştirir, koşar adaya.

RUMLARLA KOMŞULUĞU SEÇEN VELİ

Ebûl Vefa Hazretlerinin ayrıldığı gün zindancı bir hoş olur. Bu küflü dehlize böylesi bir bilge gelmemişdir. Ve bundan böyle zor gelir. Hapiste geçirdiği günler Ebûl Vefa Hazretleri’ne çok tesir eder. İstanbul’da Rumların kesif olduğu bir semte (Vefa’ya) dergahını kurar ve bu insanlara kapılarını açar. Bıkıp usanmadan hakkı tebliğ eder. Gülene de anlatır, sövene de. Kimi dergâha râm olur, kimi aleyhinde konuşur. Mübarek güler yüzlü ve nüktedandır. En çetrefil meseleleri basite indirger ve maharetle nakşeder zihinlere.
 Ebûl Vefa’nın Fatih’e karşı hususi bir sevgisi vardır. Onu bir kere bile görmez ama geceler boyu dua eder. Genç Sultan’ı güçlü tasarrufu ile kuşatır ve ona manevi zırh olur. Fatih bu himmeti iliklerine kadar hisseder. Rüyalarını nur yüzlü veli süsler. Günün birinde dayanamaz, dergahın kapısını tıkırdatır. Ancak Ebûl Vefa Hazretleri ‘Hayır!’ der, ‘Görüşmesek daha iyi.’

Koca sultan yüzgeri giderken mübârek hıçkırmaktadır. Bir hüzündür çöker mekâna. Talebeleri muammayı çözemezler. Sıradan Rumlar’ın bile kıymet verilip, buyur edildiği bir tekkenin kapısı cihan padişahına neden açılmaz? Nitekim içlerinden biri dayanamaz. ‘Bağışlayın ama efendim’ der, ‘Hem hünkârı üzdünüz, hem kendiniz üzüldünüz. Bunun bir hikmeti olsa gerek?’
Mübârek ‘Doğru söylüyorsun.’ der, ‘Ama aramızdaki muhabbet vazifelerimizi unutturacak kadar fazla. Eğer o, sohbetin tadını alırsa sarayda duramaz, sultanlık çelik çomak oyunu gibi basit gelir gözüne. Korkarım tacı tahtı bırakır, dervişliğe kalkışır.’ (Hatırlayacaksınız Fatih’in dervişliğe olan meylini ilk keşfeden ve yüz vermeyen Akşemseddin’dir.)

ASIRLAR SONRA

Ebûl Vefa Hazretleri bulunduğu semtte çok sevilir. Mahalle halkı mübareğin naaşına sahip çıkar, dahası güzel bir camiyle adını yaşatırlar. İşte bu gün bile Unkapanı, Fatih, Süleymaniye arasında kalan muhit onun adıyla tanınır. Esnaf ona Fatiha okumadan dükkan açmaz, çocuklar okul yolunda bir lahza durur, mırıl mırıl dua okurlar.

İnsanın ‘şu işe bakın!’ diyesi geliyor, koca koca imparatorlar silinip gidiyor, Allah dostları hatırlanıyor daima.

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 06 Kas 2013 22:28:09
KÜÇÜK HAFIZ FATMANIN HİKAYESİ :(:( Okulu bitirip kursa gelmişti. Ailesi kendi isteğiyle geldiğini söylemişti. Kayıt için adını sorduğumda: "Fatma", dedi. Hiç de çekinmeyen bir tavırla... Ve ekledi: "Eğer hafız yaptırmazsanız kayıt yaptırmak istemiyorum". Böyle tehdit edercesine konuşması onu yaşından daha olgun gösteriyordu. Tebessümle:"Korkmayın küçük hanım siz isteyin hafız da yaparız, hoca da..." O küçük gözlerinin içi parıldadı birden. Annesi: "-Hoca hanım kusuruna bakma hele sen, ille de hafız olcam der de başka bir şey demez. Bizim köyün hocasından duymuş. Peygamberimiz hafız olanlara cennette tac giydirilecek demiş herhalde. Siz daha iyi bilirsiniz ya köylü kafası, biz de bu kadar duyduk anladık. Bu da çocuk işte". "-Tabi teyze ne demek, keşke herkes sizin gibi duyduklarından etkilense de teslim olsa... Siz hiç merak etmeyin kızınız önce Allah'a sonra bize emanet." Kadıncağız elime yapıştı, öpecekken geri çektim, utandım. Tuttum, ben onun elini öptüm. Gözleri yaşardı. "-Hoca hanım bu eller, gözler hep günahlı, asıl sizinkiler öpülmeye layık". "-Estağfirullah teyze", dedim . O ahirette belli olur.

  Bu konuşmadan sonra kaydını yaptığımda Fatma'nın Erzurumlu olduğunu öğrendim. Bir an düşündüm. "Küçük nasıl kalacak bu kadar buralarda"... Zaman ilerledikce Fatma'nın edepli tavırları daha da çok etkiledi beni. Azimliydi. Geceleri uykusunun arasında ayetleri sayıklarken görüyordum çoğu kez. Böyle devam ederken arada bir bana gelip soru soruyordu. Bir gün: -"Hocam hafiz olmak için Kur'an'ı bitirmek mi lazım" diye sordu. Bende: -"Tabii ki hepsini ezberleyeceksin ki "hafız" adını alacaksın". Bu cevabıma çok üzülmüş gibiydi. Bir şey demek istiyordu sanki... Teşekkür etti ve döndü arkasına gitti. Derslerim arasında onlara sürekli Kur'an ezberlemekle işin bitmeyeceğini mutlaka içindekileri uygulamanın gerektiğini hatırlatıyordum. Talebelerden biri: -"Hocam" dedi. "Fatma'nin annesi ona abdestli olmayanın hafizlara dokunamayacağını söylemiş doğru mu?" diye sordu. Çok ilginç doğrusu. Maşallah dedim. "Osmanlı zamanında atalarımız Kur'an'a ve hafıza kıymet verdiklerinden öyle yaparmış" dedim. Çok hoşlarına gitmişti bu iş. Hepsi adeta kendilerini ulaşılması zor, kasa içindeki altın gibi görüyorlardı. "Görsünler" dedim içimden, bu yaşta buralara gelmişler. Allah'ın kelamını ezberliyorlar,onlara fazla görmem bunu.
  bu arada Fatma ara sıra rahatsızlanıyor ve revirde yatıyordu. Zaman geçtikçe Fatma'nın morali ve sağlığı daha da çok bozuluyordu. Bir gün dersini 2 kez aksatınca sordum. "Ne oldu yoksa anneni mi özledin?" -"Hayır", dedi. -"Neden moralin bozuk? Sık sık ta hasta oluyorsun" dedim. "-Yanlış anlamayın, inanın ki annemi özleyipte gitmek istediğim yok. Burayı çok seviyorum. Allah'ımdan çok korkuyorum. Buraları terk edersem bana ahirette hesabını sormaz mı? " Bir şey diyemedim. Suçlu bile hissettim kendimi. O küçük kalpte bu ne imandi Ya Rabbi! Onu hayranlıkla izliyordum. Bir gün çok rahatsızlandı. Doktora götürmek zorunda kaldık. Bir çok tahlillerden sonra arkadaşim olan doktor hanım: -"Hoca hanım derhal bu talebeyi ailesinin yanına gönder " dedi. Şaşkınlıkla:"Neden?" diye sordum. Bana: -"Belki üzülecek hatta inanmayacaksin ama, bu talebe "KANSER". Adeta başımdan aşaği kaynar sular dökülmüştü. Sanki her tarafımı şefkat sarmıştı. Hastahaneden ayrılırken Fatma'ya hiç bir şey diyemedim. Oysa anlamış gibi bana sorular sorup dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu. Kulağıma egilerek "hocam" dedi. "Azrail insanların canını alırken nasıldır?" Ağlamamak için zor tutum kendimi: -"Güzel bir surettedir, mü'min kullara", dedim Sevindi, sanki mırıldandı: "-Belki hafız olamam ama Elhamdulillah mü'minim." diye. Şimdi anlamıştım, bana önceden sormuş olduğu soruyu. Demek ki hastalığını biliyordu. Hafız olmak için Kur'an'ı bitirmek gerektiğini söylediğimde neden üzüldüğünü şimdi anlamıştım.

  Bir kaç gün sonra eşyalarını hazırlamaya başladık. Çünkü dayanılmaz acılar içinde olduğunu görüyorduk. Evine gitmesi gerekiyordu. Ailesi geldi. Fatma yanıma gelerek: -"Bana kızmadınız değil mi? Eğer söyleseydim belki kursa almazdınız", -"Ne demek! nasıl kızarım sana: dedim. "Hem sonra, sakın üzülme hafızlığımı bitiremedim diye. Bu yola girdin ya, Rabbim seni hafızlar zümresinden yazmıştır inşallah", dedim, Öyle sevindi ki! sarıldı boynuma: -"Gerçekten ben şimdi hafız sayılırmıyım? Anne bak duydun değil mi?" Ya Rabbi bu ne aşktı. Rabbimin hikmeti tecelli etse de iyi olsaydı şu Fatma, ne güzel bir kul olurdu. Böylece Fatma'yı gözyaşları ile Erzurum'a uğurladık. Çok geçmedi. Bir iki hafta sonra ailesi ağırlaştığı haberini verdi. Bu bir iki hafta içinde ondan iki mektup almıştım. Bana hep hafızlık tacını merak ettiğini, rüyalarına bile girdiğini yazıyordu.
  Bir gün sabah namazından sonra telefon çaldı. Fatma'nin annesiydi karşımdaki ses. Ağlamaklı bir sesle:-"Hoca hanım Fatma'yı uğurladık. Rica etsem bir hatim okurmusunuz?" deyince ben de dayanamadım ağlamaya başladım. Annesi beni teselli edercesine telefonu kapatmadan: -"Size ölmeden önce şunu söylememi istedi", dedi. Hıçkırarak: "Anneciğim hocama söyle, Azrail söylediğinden de güzelmiş.". "Ey Rabbim; senin kelamın için yanıp tutuşan, yoluna yapışıp kelamına SIMSIKI sarılan kulunu, sen son nefesinde yalnız bırakır mısın hiç?"

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 06 Kas 2013 22:47:54
Günlerden bir gün bir baba ve zengin ailesi oğlunu köye götürdü.Bu yolculuğun tek amacı vardı,insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek.Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir gün ve gece geçirdiler.
Yolculuktan döndüklerinde baba oğluna sordu,
"İnsanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?"
"Evet"
"Ne öğrendin peki"
Oğlu cevap verdi,
"Şunu gördüm:bizim evde bir köpeğimiz var onlarınsa dört.Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var,onlarınsa sonu olmayan dereleri.Bizim bahçemizde ithal lambalarımız var ,onlarınsa yıldızları.Bizim görüş alanımız ön avluya kadar,onlarsa bütün bir ufku görüyorlar."
Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı
Oğlu ekledi,
"Teşekkür ederim baba ,ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için"

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 08 Kas 2013 18:43:58
YIRTIK ÇORAP..!

Zengin bir adam ve üç oğlu varmış.

Birgün baba oğullarına der ki;


Evlatlarım ben ölürsem eğer sizden isteğim benim sandıkta duran o yırtık çorabı giydirin ve o şekilde gömün der.

Çocukları hemen söze girer Allah gecinden versin baba ama olmaz biz çok zenginiz yırtık çorabı sana giydiremeyiz.

Gerekirse altın tozundan gerekirse hint kumaşından çorap yaptırır onu giydiririz.

Baba ısrarlıdır illaki o yırtık çorap diye.

Baba devam eder çorabı mutlaka giydirin ve bizim avukattan mal paylaşımıyla ilgili zarfı alın der.

Günün birinde baba ölür.

Çocukları vasiyeti yerine getirmek ister ama imam karşı çıkar.

Hayır dinimiz gereği ölen insanı çırılçıplak ve kefene sararak defnedilmelidir der.

Çocuklar ısrar etsede imam giydirmez, baba defnedilir .

Çocuklar babasının vasiyetini yerine getiremediğinden üzgündür.

Ama yapacak bişeyde yoktur.

Avukata giderler ve babalarının bıraktığı zarfı alırlar ve okurlar.

Zarfta aynen şunlar yazıyordu:

Gördünüz mü evlatlarım bir yırtık çorabı bile götüremedim öbür dünyaya.

Bu dünyada mal mülk hepsi boş unutmayın!
 

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK