Keloğlan Denizler Padişahına Karşı

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
05 Nis 2010 11:17:04

Bir Keloğlan varmış. Bu Keloğlan'ın saçı yokmuş ama aklı çokmuş. Herkesle fikir yarıştırmayı sever, bunu bir oyun haline getirirmiş. Kendi köyü Alaca, komşu köyler Bulaca, Kulaca ve Suluca'da yapılan düğünlere davet edilir ve akıl-fikir yarışmalarında ilk sırayı kimselere bırakmazmış. Mümkün mü Keloğlan'la akıl-fikir yarıştırmak? Keloğlan sorusunu sordu muydu yarışmacılar dilsiz kesilirmiş.

Bulutlar yere inse, yer göğe çıksa, insanlar hangi katta bulunurlar?
Yanan bir ateşin dumanı görünmese bunu kim anlar?
Eller ayaklarla yer değiştirse yürümek nasıl olurdu?

Asıl adı İbrahim olan Keloğlan, zekasının çokluğuyla her zaman öğünen denizler padişahı ile akıl-fikir yarıştırmak için, yola çıkmış.
Keloğlan yolda iki adama rastlamış. Adamlar, hararetli bir şekilde tartışmaktaymış. Keloğlan bir süre adamların tartışmasını izledikten sonra, araya girmiş:

“ Durun ağalar, etmeyin, eylemeyin. Şu koca dünyada, bu dağ başında neyi paylaşamazsınız? “

Keloğlan’ın araya girmesiyle adamlar sakinleşmiş. Adamlardan biri, Keloğlan’a sormuş:

“ Arkadaş, nerelisin, adın ne? “

Keloğlan:

“ Şu dağın ardında kalan Alaca köyündenim. Herkes, bana Keloğlan der. Söyleyin bakalım ağalar, nereden gelir, nereye gidersiniz? Adınız nedir, bir öğrenelim. “

Adamlardan biri:

“ Keloğlan adını duymuşluğum vardı. Benim adım Hacivat, kardeşliğimin adı Karagöz’dür. “

“ Vay, Hacivat ve Karagöz!.. Ben de sizin adınızı duymuştum. Nükteli konuşmalarınızla etrafınızdakileri güldürürmüşsünüz “ diyen Keloğlan, iki ayrılmaz dostla kucaklaşmış.

Daha sonra Karagöz sormuş:

“ Keloğlan, sen köyünden çok uzaktasın. Nereye böyle? “

Bunun üzerine Keloğlan, olanı-biteni anlatmış ve sonunda, denizler padişahı ile akıl-fikir yarıştırmak için yola çıktığını söylemiş.
Keloğlan sözlerini tamamladıktan sonra Hacivat karşısına dikilmiş:

“ Be Keloğlan, sende hiç akıl yok mudur? Denizler padişahını ben de bilirim. Akıl-fikir yarışında beni yeneni altına boğarım der ama kimseye beni yendin, al bir çuval altını demedi, kimseyi altına boğmadı. O’nun boğdurması başka türlü. Cellâtlarının eline düşenin vay haline. “

Karagöz’ün de kızgınlıkta Hacivat’tan aşağı kalır yanı yokmuş:

“ Bre kellerin padişahı.. Biz Hacivat’la ikimiz senin emrindeyiz. Yeter ki, o kötü fikrinden vazgeç. Bak yirminde varsın, yoksun. Hayatının baharındasın. Gel gitme. “

Karagöz ile Hacivat uzun süre dil dökmüşler fakat Keloğlan’ı vazgeçirmek ne mümkün? Rüzgâr diyormuş da fırtına demiyormuş. Hayalin gerçeğe, masalın efsaneye karıştığı bir anlık zaman diliminde aniden Hacivat’ın yüz hatları gerilmiş, kaşları çatılmış ve konuşmaya başlamış:

“ Bak Keloğlan, hiç kimse kazanma ihtimalinin sıfır olduğu bir şans oyununa parasını, bir ölüm oyununa hayatını koymaz. Karagöz’le beni az buçuk tanıdın. Yalan nedir bilmeyiz, doğruluktan şaşmayız, sırrını sırrımız bilir, kimselere açmayız. Hayatını ortaya koyduğuna göre, bu Denizler Padişahı senin tanıdık veya akrabana mı bir zarar verdi? “

Hacivat’ın kararlı konuşması üzerine, çocukluğundan beri beynini kemiren sırrı, Keloğlan gözyaşları içinde anlatmaya başlamış:

“ Anam anlattıydı. Babamın adı Mehmet’miş. Köylüymüş ama çok zekiymiş. Ben küçük bir çocukken, babamın çok zeki olduğunu duyan denizler padişahı babamı sarayına akıl–fikir yarıştırmak için, davet etmiş. Gidiş o gidiş. Babamın kendinden daha akıllı olduğunu gören zalim, babamı boğdurtmuş. Ben şimdi gidip de, o zalimden babamın intikamını almaz mıyım? Bir de şöyle bir durum var. Dikkat ettim, halk arasındaki konuşmalarda padişah, kral, imparator, şah, sultan diyorlar, o kadar zalimler var ki aralarında. Zindanlar haksız yere işkence gören, karanlık ve nemli taş odalarda ömür törpüleyen insanlarla dolu. Olur mu böyle şey? Padişahın biri, ordusunu toplayıp, kendi halinde yaşayan, iyi insanlarla dolu bir ülkeye saldırıyor, yüzlerce, binlerce insanın ölümüne sebep oluyor. Sonra ne oluyor, ülkesine yeni topraklar kattı, topraklarını genişletti. Böyleleri büyük padişah, büyük kral namıyla anılıyor. Kızıl saçlı, kızıl sakallı bir korsan olan denizler padişahı da gelecekte büyük padişah olarak anılacaksa yazıklar olsun. “

Bunun üzerine Hacivat: “ Dediğin doğru, Keloğlan. Benim de dikkatimi çeker bu durum. Şu el yazması kitaplar. Yüzyıllar öncesinden kalanlar var. Tarih kitaplarında hep savaşlar var. Tarih, savaş demek olmamalı. Tarih kitaplarından savaşı çıkarın, geriye Karagöz ile Hacivat kalır. Öyle değil mi Karagöz’üm? “

Karagöz: “ Sen ne diyorsun, Hacivat? Bir savaşı sevmeyiz. İnsanlar neden bizi tarih kitaplarına yazsınlar. “

Onların aralarındaki bu konuşma su gibi akıp gitmiş. Daha neler konuşmuşlar, neler. Özellikle babasından bahsederken, Keloğlan’ın, yıllardır için için yana bir volkanken aniden patlaması, yüzyıllardır süregelen bir yanlışı doğruluyor nitelikte miymiş? Düşüncede bütünlük sağlamak, aralarında fikir birlikteliği kurmalarına neden olacak, Keloğlan’ın yanına Karagöz ile Hacivat’ı katacak, yakındaki bir çiftlik sahibi onlara üç at satacak, fazla eğlenmeden yola çıkılacak, aradan günler, haftalar geçecek, denizler padişahının ülkesine giriş yapılacak, deniz kenarında, sarp kayalıklar üstündeki zalimin sarayına varılacak ve hoş geldin, beş gittin huzura çıkılacakmış.

Artık Keloğlan, denizler padişahının huzurunda, Karagöz ile Hacivat salonun bir köşesinde seyirciler arasındaymış. Biraz sonra denizler padişahının davudi sesi salonda yankılanmaya başlamış:

“ Benimle akıl–fikir yarıştırmak için, gelen sen misin? Adın Keloğlan’mış. Saçı yok olanın aklı da yok derlerdi de inanmazdım. Aklın olsa, şu kadarcık halinle, benim gibi heybetli bir padişahın karşısına çıkar mıydın? “

Bu soruya Keloğlan şu cevabı vermiş: “ Padişahım, saçım yoktur ama aklım çoktur. Şu kadarcık değil de, bu kadarcık olsaydım, bu salona sığmaz, dışarı taşardım. “

Denizler padişahı, Keloğlan’dan böyle bir cevap beklemediği için, sağına, soluna bakınmış. Salondaki bütün başlar öne eğilmiş. Keloğlan ise, dimdik karşısında duruyormuş. Başı dik, alnı açıkmış. Cesurmuş. Sorulacak her soruya karşılık verebilecek gibi görünüyormuş. Denizler padişahı kaşlarını çatıp, Keloğlan’a doğru sert bir bakış fırlatmış. Keloğlan oralı olmamış.

Bunun üzerine denizler padişahı ayağa fırlarken, bağırmış: “ Rezil herif, hemen diz çök karşımda. “

“ Padişahım, olur mu? Bu bir yarışma. Benim işime karışma. Şartlar eşit olacak ki, tadı çıksın; Keloğlan’ın kel başında saç çıksın. Hem sen şimdi padişahlığı boş ver, bir soru sorayım da bana akıl ver. Bu elimde yok, bu elimde de yok. Ellerimde yok olan şeyin adı nedir? “

“ Bre densiz, bu ne biçim sorudur? Cellâtlar, alın bunu başımdan, koparın gövdesini başından. “

İki cellât gelmiş ve Keloğlan’ı kaptıkları gibi sarayın yer altı katlarında bulunan zindana götürmüşler.
Gece yarısı Karagöz ile Hacivat zindana inmiş ve Hacivat uzaktan akrabası zindancıbaşıyla görüşmüş. Keloğlan'ı salıvermesini, bu durumun kimse tarafından bilinmeyeceğini söylemiş. Hacivat'ın ricası ve verdiği on altın üzerine zindancıbaşı, Keloğlan ile Karagöz ve Hacivat'ı gizli bir geçitten saray dışına çıkarmış.

Zindancıbaşı: " Bak Keloğlan, yirmi yıldır bu zindandayım. Padişahıma isyan eden, karşı çıkan, düşman olan, boyun eğmeyen yüzlerce insanın hayatına son verdim. Şimdiye kadar bir kişi bile, bu zindandan sağ kurtulamadı. Hacivat'ın hatırına seni bırakıyorum. Eğer ki, bir daha bu zindana gelirsen, vay haline! Bir Hacivat değil, bin Hacivat gelse seni kurtaramaz, dedikten sonra, Keloğlan'ın ensesine öyle sert bir tokat vurmuş ki, onu toza, toprağa bulamış.

Zindancıbaşı gittikten sonra, Karagöz ile Hacivat, Keloğlan'ı kucakladıkları gibi oradan kaçırmışlar. Keloğlan günlerce ölümle cebelleşmiş. Gitmiş, gitmiş, gelmiş. Sonradan Keloğlan biraz kendine gelince sormuş: " Ne oldu? Neredeyim ben? "

Bunun üzerine Hacivat: " Dağda, bayırdayız, Keloğlan. Tam altı gündür kendini bilmeden yattın. Terledin, durdun. Zindancıbaşı gitmene izin verdi. "

Keloğlan: " Of, ensem! Ne biçim zindancıbaşıymış o. Enseme öyle bir tokat vurdu ki, tarifi imkansız. Sanki öldürmek için vurdu. " 

Hacivat: " Tabi öldürmek için vurdu. Seni bıraktığını denizler padişahı bir duyarsa, zindancıbaşını en yüksek direğe astırır. Artık akıllan Keloğlan, babanın intikamını aldın. Bunu böyle kabul et. Denizler padişahının ülkesini terk et. Var git köyüne, evine. Kur düzenini rahat et. "

Daha sonra kendine gelen ve iyileşen Keloğlan'ı, Alaca Köyü'nün yakınlarına kadar getirmişler. Keloğlan'dan bir daha denizler padişahıyla uğraşmayacağı sözünü alan Karagöz ile Hacivat, Bursa'ya dönmüş.

Yazan: Serdar Yıldırım


Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 05 May 2010 10:36:22
KELOĞLAN  İLE  NASREDDİN  HOCA

Keloğlan  kasabaya tavuk satmaya gitmiş. Pazara gelince elindeki iki tavuğa müşteri aramaya başlamış. Adamın biri tavuklara bir altın vermiş. Keloğlan bunu kabul  etmemiş. İlle  de  iki tavuğa  iki  altın isterim  demiş.  Keloğlan’ın   tavukları  bir  altına  vermediğini  gören  adam:

“ Bak Keloğlan, bende bir define haritası var. Yalnızım, yaşlandım artık. Bu sebepten defineyi   aramaya çıkamadım. Eskiden,  Zenginoğlu’ nun   konağında  çalışırdım.  Bu  haritayı   bana Zenginoğlu vermişti. İki tavuk benim olsun, harita senin olsun, defineyi ara bul,  ömrünce mutlu ol  ” demiş. Keloğlan  adama inanmış, değiş tokuş yapılmış. Keloğlan   akşamüstü yorgun argın köyüne dönmüş. Anası:

“ A benim kel oğlum, kabak oğlum.  Hiç bu kâğıt parçasına iki tavuk verilir mi? Sen tavukları satıp gaz, tuz alacaktın. Kandırmışlar seni. Şimdi karanlıkta otur, yemekleri tuzsuz ye de aklın  başına gelsin  ” diyerek bağırıp çağırmış. Keloğlan oralı olmamış,  aklı  fikri  definedeymiş.  Sabahı zor etmiş, erkenden kalkmış. Anasına:

“ Ana  ben defineyi aramaya gidiyorum. Kışlık yiyecek hazırlamıştım.  Varsın  gaz  olmasın,   akşamları erken yatarsın. Varsın tuz olmasın,  komşudan  istersin. Defineyi   bulursam,  seni sultanlar gibi yaşatacağım ”demiş. Anasının elini öpmüş. Keloğlan’ ın kararlı olduğunu gören  anası  çaresiz fikir değiştirmiş. “ Güle güle git, Keloğlan. İnşallah defineyi bulursun  “ diyerek  Keloğlan’ ı  uğurlamış.

Keloğlan  dağ-bayır aşmış, günlerce aramış, sonunda haritadaki kuyuyu bulmuş. Define,  bu kuyunun içindeymiş. Kuyuya attığı taş tak diye ses çıkarmış. Keloğlan kuyuda su olmadığını anlamış. Fakat  geçen yıl köydeki kör kuyuya inen ve bir  daha  çıkamayan  üç  kişi  aklına gelmiş. “ Yanımda köyden getirdiğim ip var. Kuyunun kenarına  bağlayıp insem ya ben de onlar gibi  kuyudaki zehirli dumandan boğulur kalırsam halim  nice  olur,   diye  düşünceye dalmış. Evvela bana mert, sözünün eri, kuyudaki tehlikeyi ortadan kaldırabilecek bir yardımcı  lazım. Böylesi de nerelerde bulunur, diye düşünürken  aklına Nasreddin Hoca gelmiş. Tamam, demiş.  Hoca bu işin çaresini bulur. ‘ 

Az  gitmiş  uz  gitmiş,  sonunda,  Akşehir’ e  varmış.  Sormuş,  Nasreddin  Hoca’ nın  evini göstermişler.  Kapıyı çalmış.  Nasreddin  Hoca   kapıyı  açmış. “ Buyurun  evladım  “  demiş, 
“ Ben  Nasreddin Hoca’ yım. Bir şey mi arzu etmiştiniz? “

“ Hocam,  bizim köyde bana  Keloğlan derler. Sizin önemli bir meselenin çözümüne yardımınızı    rica   edecektim.  Beni   dinlemek   zahmetine   katlanırsanız   çok   sevinirim. “
Hoca,  Keloğlan’ ı evine buyur etmiş. Keloğlan define haritasına nasıl sahip olduğunu, anasına  veda edip köyden ayrıldığını,  haritadaki  kuyuyu  bulduğunu,  kuyuya  neden  inemediğini anlatmış. “ Eğer defineyi bulursak yarı yarıya paylaşırız, Hocam. Ne dersiniz?  ” diyerek sözü bağlamış.

Nasreddin Hoca:

“ Uzun süredir kullanılmayan veya etrafındaki toprak tabakasından içine zehirli hava sızan kuyularda, yeterli hava akımı olmadığı için, bu zehirli hava  birikir. Eğer  böyle  kuyulara inilirse insanı zehirler, öldürür. Söylediğine göre  kuyunun derinliği dokuz on metre varmış.  Kuyunun çevresini kazıp genişletmek çok yorucu ve zahmetli, ikimiz başaramayız. Yardımcı bulmaya kalksak  kulaktan kulağa yayılır, halk  kuyunun  başına dolar. Başka  bir  yol bulmalıyız  Keloğlan.  Sen bizde birkaç gün misafir kal, düşünüp hal çaresini bulurum. “

Nasreddin Hoca  sonraki iki  gün  planlar yapmış, taslaklar  çizmiş.  Planları  demirciye götürmüş.   Bu aletlerin olanını  vermesini,  olmayanı  çizime  uygun  olarak  yapmasını   tembihlemiş.     Haftasına aletler hazır olmuş. İki eşeğin çektiği bir araba almış.  Arabaya aletleri, yiyecek,  içecek gibi ihtiyaçları koymuş. Karısıyla vedalaşıp eşeğine binmiş. Nasreddin Hoca  eşeğiyle önde, Keloğlan arabayla arkada, yola koyulmuşlar. Günlerce süren zahmetli yolculuktan sonra  definenin bulunduğu kuyuya varmışlar. Hoca   kuyuyu  incelemiş.  Keloğlan  ile  birlikte demirciye yaptırmış oldukları büyük körüğü kuyunun yanına indirmişler. Yaklaşık on santim genişliğindeki borunun bir ucunu kuyunun dibine sallamışlar. Diğer ucunu körüğe takmışlar.   Birlikte körüğe temiz hava basmaya başlamışlar. Yıllardır burada biriken durgun ve zehirli   hava, temiz ve basınçlı havanın  etkisiyle  parçalanmaya,  yavaşça  yükselmeye,  kuyudan çıkmaya başlamış. Körük her hava basışında kuyudaki zehirli hava oranı azalıyormuş. Bu işlem ertesi gün de devam etmiş. Üçüncü gün kuyunun temizlendiğine kanaat   getirmişler. Yine de her şeyden emin olmak için  Nasreddin Hoca  arabada getirdiği  bir  kediyi  çuvala koymuş. Çuvalı ipe bağlayıp kuyunun dibine sarkıtmış. Yarım saat sonra kediyi çıkardığında  dipdiri olduğunu görmüş.

Keloğlan  ipi beline bağlayıp kuyuya inmiş. Haritada belirtilen taşı çıkarmış. Taşın altındaki toprağı kazınca, sandığı bulmuş. Yanındaki diğer ipe sandığı bağlamış ve Hoca’ ya kendisini çekmesi için seslenmiş. Keloğlan kuyudan çıkınca, Hoca ile sandığı yukarıya çekmişler. Sandığın kilidini kırıp, kapağını  açınca, bir de ne görsünler: Çil çil altınlarla dolu değil miymiş sandığın içi… Çok sevinmişler. Hemen altınları paylaşmışlar. Ertesi gün, Nasreddin  Hoca eşeğiyle Akşehir’e, Keloğlan arabayla köyüne doğru yola koyulmuşlar.

Keloğlan   köyünde dillere destan bir konak yaptırmış. Hizmetçiler, uşaklar tutmuş. Tarlalar,  bağlar, bahçeler satın almış. Anasıyla birlikte sultanlar gibi yaşamaya başlamış.  Keloğlan’ ın görülmemiş zenginliği padişahın kulağına gitmiş. Ava çıktığı bir gün   Keloğlan’ ın konağına  uğramış. Keloğlan padişaha hürmet göstermiş, en iyi şekilde ağırlamış. Gördüğü yakın ilgiden  çok memnun kalan padişah, Keloğlan’ ı  gelecek ay kutlanacak bayram için, sarayına davet  etmiş.

Bayram günü Keloğlan  arabalar ve uşaklarla beraber  saraya gitmiş. Eğlenceler sırasında padişahın dünya güzeli kızı Menekşe ile tanışmış ve aşık olmuş. Menekşe de  Keloğlan’ ı görür görmez sevmiş ve yanından ayrılmak istemiyormuş. Bayram eğlenceleri bittikten sonra  Keloğlan konağına dönmüş. Anasına, Menekşe Sultan’ ı görür görmez aşık olduğunu, onsuz yapamayacağını söylemiş. Düşünmüşler, taşınmışlar, padişahtan Menekşe’yi istemeye karar vermişler. Daha sonra anasıyla gidip kızı istemişler. Padişah,  Menekşe’yi Keloğlan’ a vermiş.  Keloğlan konağına dönüp düğün hazırlıklarına başlamış. Bir taraftan da Nasreddin Hoca’ ya  haberciler gönderip, düğüne davet etmiş.

Nasreddin Hoca  payına düşen altınlarla Akşehir’e döndükten sonra yoksulları, yetimleri,  giydirip kuşatmış, parasının çoğunu hayır işlerinde kullanmış. Bir yandan da Keloğlan’ın  köyünde konak yaptırdığını, uşaklar tutup,  araziler  satın alıp  sultanlar  gibi  yaşamaya başladığını dost sohbetlerinde ve gelip giden yolculardan duyar, anlatılanlara sevinirmiş.  Keloğlan’ ın  düğün haberini ve Menekşe Sultan ile evleneceğini duyunca keyfi  pek  yerine gelmiş. Hemen düğüne gitmek  için  hazırlıklara  başlamış. Halılar,  kürkler,  ipek  kumaşlar  almış. Menekşe’ye  küpe, kolye, gerdanlık gibi ziynet eşyaları almış. Ayrıca  dört atın çektiği  iki araba satın almış, iki tane de uşak tutmuş. En değerli elbiselerini,  en  gösterişli  kürkünü  giymiş. Karısıyla birlikte düğünden birkaç gün önce yola çıkmış.

Nasreddin Hoca  maiyetiyle birlikte gayetle şatafatlı bir şekilde saraya varmış. Keloğlan,  Hoca’ yı  kapıda karşılamış. Elini öpmüş. Sarılmışlar, hasretle kucaklaşmışlar. Düğün gününe kadar Hoca  başından geçmiş nice olaylara  ince  espriler  katarak  anlatmış. Davetlilerin hoşça vakit geçirmelerine  yardımcı  olmuş.  Sazlı,  sözlü  eğlenceler  arasında Keloğlan ile Menekşe Sultan evlenmişler. Mutluluklarına diyecek yokmuş. Daha uzun yıllar mutlu ve bahtiyar olarak yaşamışlar.
                

Yazan:  Serdar Yıldırım

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 06 Kas 2010 10:46:02

KELOĞLAN ZENGİNLER ÜLKESİNDE

Zaman zaman içinde, zaman saman içinde, saman duman içinde, yaman bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan çok çalışkanmış. Çok çalışır, çok kazanırım umuduyla köyünden ayrılmış, şehre çalışmaya gitmiş. Günler, haftalar, aylar birbirini kovalamış, fakat Keloğlan istediğini bir türlü elde edememiş. Şehirde iş varmış var olmasına da bulduğu işler sürekli olmazmış. Beş gün çalışır, üç gün boş gezer, bir hafta çalışır, on gün boş gezer iş ararmış. Çalıştığı günler biraz para arttırırmış, boş gezdiği günlerde bu para ile geçinirmiş. Sonuçta sıfıra elde var sıfır. Ne uzar ne kısalırmış. İstermiş ki, devamlı çalışacağı bir işi olsun, para biriktirsin. Şöyle kocaman bahçeli bir evi olsun. Evin içine yeni eşyalar alsın, giyinsin, kuşansın. Bayram günlerinde bile hep aynı elbiseyi giymek zorunda kalmasın.

Ülkesinde hangi şehre gitse bu durumun değişmeyeceğini düşünmüş. Çocukluğundan beri bolluk ve refah ülkesi diye adını sıkça duyduğu Zenginler Ülkesi’ne gitmek üzere yollara düşmüş. Günlerce, haftalarca yol yürümüş. Sonunda Zenginler Ülkesi’ne varmış. Uğradığı ilk köyün girişinde evinin kapısı önüne kurduğu çardak altında oturan bir adama rastlamış. Keloğlan adama uzun yoldan geldiğini, çalışmak istediğini, iş aradığını söylemiş. Adam, Keloğlan’a dik dik bakmış ve sinirli bir şekilde sormuş: “ İş bulup da ne yapacaksın? “
Keloğlan: “ Çalışıp para kazanırım “ demiş.

Adam otururken birden dizlerinin üzerinde doğruluvermiş. Öncekinden daha da sinirli bir şekilde: “ Parayı ne yapacaksın? “ diye sormuş. Adamın son sözüne Keloğlan çok bozulmuş. Şöyle bir yutkunmuş. O anda aklına geleni söylese kavgaya neden olacağını düşünüp vazgeçmiş. Sakin bir şekilde: “ Kazandığım para ile temiz elbiseler alırım. Bağ-bahçe alırım. Ev alırım. Yeni eşyalar alırım. Mal sahibi olurum. Parayla başka ne yapılır ki? “ demiş.

Keloğlan’ın cevabına adam kahkahalarla gülmüş. “ Sen çok yaşa emi Keloğlan “ demiş. “ Yıllar var ki,ne ağladım ne güldüm. Sen beni güldürdün, ben de seni güldüreyim. Bak Keloğlan, bizim ülkeye Zenginler Ülkesi derler. Bu ülkede para kullanılmaz. Zaten her ihtiyacın karşılanır.

Burada her şey pek boldur
Dere akar paldır küldür
Elma, armut daldan düşer
Çardak altında uyunur.

Giysilerim temiz urba
Dert ve keder yoktur burada
Ekmek, yemek bedavadır
İşte lokantamız şurada.

Karşıdaki evde oturan komşu şehre taşındı. Orada sen otur istersen. Satın alma yok, kira yok. Her ay yeni elbise, ayakkabı dağıtılıyor. Günde üç öğün köy lokantasında bedava yemek veriliyor. Bahçede meyve ağaçları, ceviz ağaçları pek boldur. Ye, iç, yat, keyfine bak. “

Keloğlan o gün eve yerleşmiş. Durup dururken ev-bark sahibi oluvermiş. Adamın çardağının karşısına kendi de bir çardak kurmuş. Akşama kadar yan gelmiş yatmış. Akşam yemeğine komşusuyla beraber gitmişler. Sofrada yok yokmuş. Etli yemekler, kavurmalar, tatlılar, pilavlar, hoşaflar çeşit çeşitmiş. Keloğlan şimdiye kadar böyle bir sofra görmemiş. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yemiş, içmiş. Sofra başında baygınlıklar, fenalıklar geçirmiş. Keloğlan’ı zorla sofradan uzaklaştırmışlar. Evine getirip yatağına yatırmışlar. Keloğlan o gece sabaha kadar uyumuş. Sabah kahvaltısına yine komşusuyla beraber gitmişler. Ballı-börekli, pastalı-çörekli kahvaltı yapmışlar. Sonra evlerine gelip çardak altında oturmuşlar. Öğlen oldu haydi yemeğe, akşam oldu haydi yemeğe, sonra yatıp uyumaya, bu böyle tekdüze şekilde aylarca sürmüş. Keloğlan gün geçtikçe kilo almış, şişman bir oğlan olmuş. Keloğlan adı unutulmuş. Köydekiler kendisini Şişmanoğlan diye çağırmaya başlamışlar.

Bir gece evinde uyurken rüya içinde rüya görmüş. Her çeşit yiyecek ve içeceğin bulunduğu büyük bir sofrada kendisini yemek yerken görüyormuş. Yemiş içmiş, yemiş içmiş, içtikçe şişmiş, şiştikçe şişmiş, sonunda boom diye patlamış ve yerlere yayılmış. Bu durumu acıma duygusu ile seyreden Keloğlan’mış. Şişmanoğlan’a doğru çok sert bir hareketle hızla dönmüş. Kaşlarını çatmış:

“ İşte gördün Şişmanoğlan. Rüya içinde gördüğün rüya bitti. Şimdi ben senin asıl rüyanım. Böyle bol bol yiyip bel bel bakınmaya, yan gelip yatmaya devam edersen sonunun ne olacağını anladın. Eskiden sen de benim gibiydin, Keloğlan’dın. Kuvvetliydin, çeviktin, çalışkandın. Ya şimdi şu haline bak. Parmağını bile kıpırdatmak sana zor geliyor. Sorarım sana aylardır bu Zenginler Ülkesi’ndesin. Ne kazandın sanki? Dur, hiç boşuna düşünüp de yorulma. Cevabını söyleyeyim: Hiçbir şey kazanmadın, ayrıca sağlığını kaybettin. Bana bak Şişmanoğlan. Benim canımı sıkma. Ya eski günlere geri dönersin, ya da her gece rüyalarına girer, bu sopayla seni döverim “demiş, sopayı kaldırmış ve Şişmanoğlan’a vurmaya başlamış. Şişmanoğlan gördüğü korkulu rüyadan feryat ederek uyanmış. Ter içindeymiş, her tarafı ağrıyormuş.

“ Akşam yemeğinde haddinden fazla pilav yemiştim. Bu korkulu rüyayı görmemin sebebi bu herhalde “ demiş kendi kendine. Rüyasında gördükleri hatırına gelmeye başlamış. Sonunda, rüyasındaki Keloğlan’ın söylediklerinin mutlak doğru olduğuna karar vermiş. Açıklamasını ise şöyle yapmış: İnsanın mutlaka çalışması lazım geldiği, çalışmadan yaşamanın tembellik olduğu, tembelliğin insanı bunalımlara sevk edeceği, bunalımın ortaya çıkış biçiminin insandan insana değişebileceğini, kendisinde bu durumun bol bol yemek yeme şeklinde meydana geldiğini ve bunun sonucu olarak şişmanladığının bilincine vardığını, bu zor durumdan kurtulmanın tek yolunun yeniden çalışmaya başlamak olduğunu anlamış.

Bu durumu bir kağıda yazıp, bu kağıdı defalarca okumalarını, yaptıkları yanlışı fark etmelerini rica etmiş. Kağıdı yatağının üzerine bırakmış. Sabah güneş doğarken bir daha dönmemek üzere Zenginler Ülkesi’ne veda edip memleketine, evvelce yaşadığı şehre doğru yollara düşmüş. Eskiden olduğu gibi, çalışkan günlerin yakın olduğunu biliyor, hayalinde tığ gibi Keloğlan’ı görür gibi oluyormuş.

Yazan : Serdar Yıldırım

Çevrimdışı umran45

  • Uzman Üye
  • *****
  • 520
  • 1.833
  • 520
  • 1.833
# 06 Kas 2010 14:34:39
 Serdar öğretmenim, Keloğlan ile ilgili paylaşımlarınız çok güzel. Bunları öğrencilerimle de paylaşacağım. Severek okuyacaklarından eminim. Daha sonra da kendi cümleleriyle dramatize ederiz. Ellerinize sağlık, teşekkürler...

Çevrimdışı M.TARIK

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.153
  • 2.487
  • 1.153
  • 2.487
# 06 Kas 2010 17:10:39
Serdar öğretmenim paylaşımlarınız için çok teşekkürler.

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 14 Oca 2011 10:54:36
UZUNKULAK İLE KELEBEK

Uzunkulak sabahın erken saatlerinde köyden ayrılmış, otlamak için meraya gidiyordu. Şöyle bir kafasını kaldırıp havayı kokladı. Gün, güzel ve güneşli geçeceğe benziyordu. Etrafına bakınıp dururken yavaşladığını fark etti. Şimdi eğlence zamanı değildi. Karnı çok acıkmıştı. Adımlarını sıklaştırıp hızını artırırken düşüncelere daldı:

 “ Şu dünyada dertten, kederden uzak yaşamak ne kadar güzel.
İki-üç günde bir de olsa kırlarda özgürce koşmak ne kadar güzel.
Ne kadar güzel kuru samandan bıkınca taze ot yiyebilmek.
Ne mutlu bana ki, ben bu kadar şanslı olduğum için. “

Uzunkulak meraya varınca taze ot yemeye başladı. Uzun süre ot yedikten ve karnını iyice doyurduktan sonra gölgelik bir yere uzandı. Bakışlarıyla etrafı kolaçan etti. Her şey ne kadar güzeldi. Sanki bütün bu güzellikler hayatın bir tat, bir anlam kazanması için yaratılmıştı. Fakat sadece bu güzelliklerin var olduğunu bilmek yetmezdi.

“ Gelip görmeli buraları “ diye düşündü Uzunkulak, “ hem de sık sık gelip görmeli. Kafanı kaldırıp yukarı baksan masmavi gökyüzü, karşılara doğru baksan ulu dağlar, şu tarafta mis kokulu orman, işte buralar çayırlık, çimenlik, kuş sesleri, uçuşan kelebekler…Bunca güzellikler içindeyken düşüncelerin de berraklaşır. Gel buralara boylu boyunca yat, kalmaz içinde keder, budur hayat.”

Uzunkulak güzel güzel düşünürken, az ilerdeki çiçeğin üstünde durmakta olan bir kelebek gördü. Kelebeği içten bir gülücükle selamlayan

Uzunkulak:
“ Nasılsın kelebek kardeş, iyi misin? “ diye sordu.

Kelebek: “ Teşekkür ederim, siz nasılsınız? “ dedikten sonra, Uzunkulak:
“ Ben de teşekkür ederim “ dedi. “ Bugün hava ne kadar güzel değil mi? “

“ Evet, çok güzel. Ortalık günlük, güneşlik. Yaz havası dediğin böyle olur işte. “

“ Kelebek kardeş, birkaç günde bir otlamak için bu meraya geliyorum. Ne kadar seviyorum burayı anlatamam. Şu an çok mutluyum. Hayatı seviyorum, yaşamayı seviyorum, güzel olan her şeyi seviyorum. Hayat yaşanmaya değer bence, sen ne dersin kelebek kardeş? “

“ Hayat bence de yaşanmaya değer, fakat bir takım küçük aksilikler olmasa daha iyi olacak. Ne kadar dikkatli olunursa olunsun yine ufak-tefek bir olay olur, durup dururken can sıkar. Sonra bütün gün üzül dur.”

“ Kelebek kardeş, senin bir üzüntün var galiba. Canını sıkan bir şey mi oldu? “

“ İki saat kadar önce köyün yakınındaki bir ağacın dalına konmuştum. Derken, elindeki uzunca sopanın ucuna ağ takılmış bir çocuk peyda oldu. Beni görünce sokulmaya başladı. Biliyorum ki, böyle durumlar şakaya gelmez. Eğer hızlı hareket edip kaçamazsan kelebekleri yakalamak için özel olarak yapılmış kelebek ağı rap diye başından aşağı geçiverir. Ağın içine düştün mü kurtuluşu yoktur. Kim ister durup dururken bu hayata veda etmek? Baktım çocuk kararlı geliyor, çırptım kanatlarımı uçmaya başladım. Can korkusu kolay değil, bir de heyecanlanmıştım ki, sorma. Heyecandan kanatlarımı hızlı çırpamıyordum, dolayısıyla yükselemiyordum. Yerden bazen iki, bazen üç metre yükseklikte bir alçalıp bir yükselerek zorlukla uçuyordum. Çocuk belki yarım saat kovaladı beni, bir türlü peşimi bırakmadı. Sonunda, şu ilerdeki derenin üstünden ben uçarak geçtim, çocuk ağzı açık arkamdan bakakaldı. Şimdi hala bu olayın etkisi altındayım, üzüntü duyuyorum. Ne istedi benden bilmem ki o çocuk? Neden üzdü beni? Ne olacak sanki beni yakalayıp da? Kelebek koleksiyonu yapıyor belki, belki beni de koleksiyonuna katacak. Zevk denmez ki buna, dert vermek denir. Yazık günah bana be, ne zararım var benim ona? “

“ Bak sen şimdi o çocuğun yaptığına. Hiç öyle şey olur muymuş? Sessizce duran kelebeğin rahatını boz, peşinden koş, kovala, yakalamaya çalış. Bu tamamen yanlış davranış biçimini kesinlikle kabul etmiyorum ve o çocuğu kınıyorum. Her neyse, sen üzülme kelebek kardeş, bir daha böyle tatsız durumlarla karşılaşmaman en büyük dileğimdir. “

Uzunkulak kelebeğin minicik yüreğine su serpmiş ve onu rahatlatmıştı. Hayat güzeldi, yaşamak güzeldi, ara sıra ortaya çıkan böyle tatsız durumları önlemek olanaksız demekle de işin içinden çıkılamazdı. Tatsızlık olmadan, oluşmadan engellenebilirdi. Bunun çaresi muhakkak ki vardı. Ben hep iyi davranışlar içindeyim, kötülük nedir bilmem derdin otururdun köşende. İşte, asıl büyük gaflet buydu. Doğrusu nedir dersen, cevabı gayet basitti: Gerçekten çok iyi bildiğin iyi davranışları başkalarına da öğreterek, pasif iyi değil, aktif iyi olarak ve bu amaç için sonsuz gayret sarf ederek.

Uzunkulak ile kelebek bu durumu uzun uzadıya konuşarak bir karara vardılar: İyiliğin en büyük savunucusu olarak bildiklerini bütün canlılara anlatacaklardı. Akşamüstü birbirlerinden ayrılırken ikisi de hayatın daha da güzelleştiğinin farkındaydı. Aradan bir ay geçmeden grup kurmuştu, Uzunkulak ile kelebek: Aktif iyiler grubu. Çalışmalar devam ediyordu ve edecekti, çünkü bunun için ant içmişlerdi.

Yazan: Serdar Yıldırım

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 14 Oca 2011 10:55:23

AYŞECİK İLE YASEMİN SULTAN

Ayşecik’ in babası sarayın sütçüsüydü. Saray yakınlarındaki bir kasabada küçük bir çiftliği vardı. Her sabah saraya taze süt götürürdü. Çiftliklerinden saray rahatça görülüyordu. İki yıldır Ayşecik arada sırada, “ Baba ben de seninle geleyim. Sarayın nasıl bir yer olduğunu çok merak ediyorum “ der dururdu. Fakat babası, Ayşecik’ in kaybolacağından korkar, “ Biraz büyü de o zaman ” derdi.

Günlerden bir gün, sabah kahvaltısından sonra babası kızına şöyle dedi: “ Ayşecik artık on yaşına girdin. Kocaman bir kız oldun. Yarın sabah hazır ol bakalım. Sen de benimle beraber geliyorsun. “ Ayşecik bu habere çok sevindi. Hemen babasına sarıldı, onu yanaklarından öptü. Annesi kızının bu coşkulu sevincine katıldı, üçü bir sevgi yumağı meydana getirdiler.

Ayşecik gün boyu pek neşeliydi. İçi içine sığmıyordu. Heyecandan yerinde duramıyor, eli ayağı birbirine dolaşıyordu. Öğle üzeri mutfakta annesine yardım ederken, iki çay bardağı ile üç yemek tabağını kırmıştı. Tabii ki, bunları isteyerek yapmamıştı. Zaten annesi hiç mi hiç kızmamıştı. Sadece kendisine, “ Ayşecik, ben yemeği sofraya getirebilirim. İstersen masada oturup yemeğin gelmesini bekleyebilirsin, oldu mu canım kızım? ” demişti. Annesinin kızması için sebep yoktu ki…

Ayşecik ertesi sabah süt güğümlerinin at arabasına yüklenmesine yardımcı oldu. Arabaya bindi ve babasıyla birlikte saraya doğru yola koyuldular. Ayşecik sarayın bu kadar büyük olduğunu tahmin etmiyordu. Sarayın iç avlusunda babası süt güğümlerini teslim etmeden önce babasına sarayın içini görmek istediğini söyledi. Bunun üzerine saray görevlilerinden bir kadın Ayşecik’ e yardımcı verildi. Ayşecik kadınla beraber sarayın odalarını, salonlarını gezdi, dolaştı. Bir koridordan geçerken karşıdan gelmekte olan beş kız gördüler. Görevli kadın, Ayşecik’ e en öndekinin Yasemin Sultan olduğunu, bir şey sorarsa cevap vermesini, sözlerine dikkat etmesini usulca söyledi. Yasemin Sultan arkasında nedimeleri olduğu halde yanlarına yaklaştı. Ayşecik’ i bir süre süzdükten sonra görevli kadına dönerek,

“ Evet, misafirimiz kim oluyor? ” diye sordu. Görevli kadın:

“ Efendim, bu kız sütçünün kızı. Saraya ilk kez geliyormuş. Benden kendisini sarayın içinde gezdirmem istendi. “

Yasemin Sultan:

“ Ya demek öyle…Ne kadar güzel ” dedikten sonra Ayşecik’ e dönerek:

“ Sarayı beğendiğinizi umarım, arkadaşım. Adınızı öğrenebilir miyim? “

Ayşecik kendisi ile aynı yaşlarda olan Yasemin Sultan’ ın dostça tavırlarından çok memnun olmuştu. Hele kendisine ‘arkadaşım‘demesi yok mu?..Bir dakika önceki heyecanını üzerinden atıverdi, rahatladı ve sesine tatlı bir çeşni vererek:

“ Efendim, adım Ayşecik’ tir. Bizim evden saray rahatça görülüyor. Hep merak ederdim, acaba nasıl bir yer diye. İşte sonunda bu amacıma ulaştım. Geldim, sarayı gezdim, gördüm. Gerçekten büyük ve güzel bir yermiş. Hayran olmamak elde değil. Burasını çok sevdim. Bizim evimiz buraya göre oldukça küçük. Fakat ben evimi de çok seviyorum “ deyince Sultan’ ın arkasında duran nedimeler gülüştüler. Yasemin Sultan şöyle bir arkasına dönüp baktıktan sonra hafifçe tebessüm ederek,

“ Ayşecik, gel istersen odama geçelim, orada konuşmamıza devam ederiz ” dedi.

Ayşecik ile Yasemin Sultan, iki saati aşkın bir süre konuştular, dertleştiler. Sonra nedimeleri öğle yemeği için padişahın beklediğini Sultan’ a haber verdiler. Ayşecik ile Yasemin Sultan, yarın sabah yeniden buluşmak dileğiyle ayrıldılar. Ayşecik babasıyla sarayın iç avlusunda buluştu. Süt güğümleri at arabasına yüklenmişti.Arabaya binip evlerine doğru yola koyuldular. Yemekten sonra padişah, Yasemin Sultan‘ a sütçünün kızı ile odasında görüştüğünden haberi olduğunu, bunu yanlış bir davranış biçimi olarak değerlendirdiğini, bir Sultan’ ın alelade bir köylü kızıyla arkadaş olmasının saray erkanı tarafından hoş karşılanmayacağını söyledi.

Bunun üzerine Yasemin Sultan:

“ Ayşecik, sizin tarafınızdan biraz olsun tanınsaydı, onun hakkındaki düşünceleriniz mutlaka olumlu olurdu. Ayşecik, alelade değil, fevkalade bir köylü kızıdır.İnsanlar giydikleri elbiselere, yaşadıkları çevreye bakılarak değerlendirilemez. Ayşecik…” diye konuşurken, padişah sinirli bir şekilde ayağa kalktıktan sonra; “ Ayşecik veya Fatmacık, kim olursa olsun…Onunla bir daha görüşmeyeceksin!.. İşte, bu kadar! ” diye bağırınca Yasemin Sultan ayağa kalktı ve ağlayarak uzaklaştı.

Ertesi sabah babası süt güğümlerini görevlilere teslim ederken Ayşecik, saray avlusunda boşu boşuna bekledi. Öğle vakti babasıyla birlikte eve dönerken, cevabını düşünüp bulamadığı soru şuydu: Yasemin Sultan ile görüşmelerinin hangi sebepten ötürü engellendiği?..

Yasemin Sultan, Ayşecik ile görüştürülmemesine çok üzüldü. Yemeden, içmeden kesildi. Birkaç gün sonra hastalandı. Yatağında devamlı olarak “ Ayşecik..Ayşecik..” diye sayıklıyor, günden güne sararıp soluyordu. Ülkenin en iyi doktorlarının çabası boşuna oldu. Sonunda padişah Ayşecik’ in saraya getirilmesini istedi.

Yasemin Sultan Ayşecik’in gelmesine çok sevindi. Onun berrak bir su kadar temiz ve tatlı sesi hastalığının en iyi ilacı oldu.

Ağlayan gözleri güldü
Yanağında güller açtı
Bir hafta geçti, geçmedi
İyileşti, ayağa kalktı.

Padişah da onu pek sevdi
“İkinci kızım sensin“dedi
Sevgiyle bağrına bastı
Hatasını bağışlattı…

Yazan: Serdar Yıldırım

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 14 Oca 2011 10:56:47

THE LITTLE WHALE AND SHARKS

 The little whale whose mother was killed by whale hunters was swimming in the Atlantic Ocean. Whilst swimming, he was surrounded by a group of sharks that included about twenty members. The leader of the sharks came nearer to the little whale and said ‘ I know you and I can understand how you feel little whale. Being unhappy won’t help you. You can’t get anything living unhappily. People killed your mother. You must get your revenge. You mustn’t swim around doing nothing. We are your friends and we can teach you how to kill people so that you can kill them cruelly and get your revenge. In the near future people will get to know you and they will be afraid of this cruel whale.’

‘Did people eat my mother?’ asked the little whale.
‘Yes, my little friend they did. People are so cruel. They kill all the living things in the world wildly and also they are really cruel to each other as well. I have seen lots of people fighting with each other on the ships. My grandfather used to say that they were also fighting on the land and the one who beats the other one was becoming a hero.’ answered the leader of the sharks.
‘It means that people are really bad creature, aren’t they? asked the little whale.
‘Yes, they really are.’ said the shark.
‘If they are so, I am going to punish all of them and the ones that killed my mother and made me cry for a long time but I don’t know how to do this.’ the little whale said.
‘You can learn it. Come on honey, follow me. Let’s go my dear friends. Deep waters are waiting for us.’ said the shark.

The sharks taught the little whale all the techniques about how to kill people and it took them one month to do this. Their aim was to send the little whale to the beaches where a lot of people swam and to make him kill all the people who were swimming around.

Little whale was sure of himself. He was definitely confident that he was able to kill people and he always told the sharks he wanted to kill all the people and pull them to pieces. However, the leader of the sharks thought it was necessary to test the little whale if he really learned how to kill   that before sending him to the beach to kill people. So five of the sharks started to look for a person swimming around alone and away from the other people who were doing different activities on the beach. After a short time they realized that there was a little boy swimming alone near the lighthouse. This little boy was going to be their first victim. They didn’t want to go closer to the child as they didn’t want him to be scared. They turned back quickly and showed the little whale his first victim so that the little whale started to swim towards the little boy. The sharks thought that the little boy must be a professional swimmer as the sea was very deep around the lighthouse otherwise he couldn’t swim there because most of the people were afraid of it. At first the little whale took his head out of the sea and then his body and tail appeared. The child realized the whale immediately. The whale took a deep breathe and dived into the sea. Although it was just a baby whale, it was four metres long. It was impossible for the little boy to swim towards the beach because the whale could swim much faster than him so that it could catch him before reaching the beach. He started swimming parallel to the beach but the whale came closer and closer and then the whale started swimming next to him and after a while it suddenly opened its mouth and then closed it. Then it turned back and swam towards the sharks.

When he came near them:

‘ I completed my mission. I killed the child.’ he said.
‘ Did you pull him to pieces?’, asked the leader of the sharks.
‘ No, I didn’t pull him to pieces’, said the little whale.
‘ Didn’t you? What did you do, then?’ asked the shark.
‘ I swallowed him.’ replied the whale.
‘Swallowed?’ asked the shark.
‘ Yes, I did. The child is in my stomach now.’ said the whale.
‘ No matter what you did. As a result you killed him. I really appreciate what you did and I want to congratulate you. We are going somewhere far away tomorrow to attend a meeting so that we won’t be here for a few days. I want you to go to the beach and kill as may people as possible. You can either pull them to pieces or swallow them. You must swim around all the beaches and kill all the people you come across. Do not pity on them.’ said the leader of the sharks.

After a few days the sharks came back and found the little whale swimming around happily. The little whale told them that he had killed twenty people cruelly and people had been afraid of swimming in the sea since than because they were scared to death and next he boasted them all the people were afraid of him. All the sharks became very pleased when they heard that.

The next day one of the sharks saw the boy whom the whale pretended as if he swallowed the other day on the beach near the lighthouse. He went directly beside their leader and told what he had seen so that the leader got furious. He went beside the little whale angrily.

‘You told us that you had swallowed that little boy but we saw him on the beach and he was alive. Nothing has happened to him. He looks so healthy. Are you making fun of us?’ he said.

The whale realized that he was being surrounded by the sharks that seemed very angry.

‘Yes, I swallowed him but I couldn’t digest him so I had to vomit him because he started kicking my stomach.’ replied the little whale.
‘Shut up, you liar! you didn’t swallow him and you didn’t attack other people swimming around. They were all lies. You also told us that people couldn’t come to the beach as they were afraid of you but you see all the beaches are full of people and they don’t care about you. All the things that you told us were lies. If you can’t kill them, I will…… said the leader of the sharks. And he couldn’t finish his sentence.

‘What will you do? I got bored of you all. Get out of my sight!’ said the whale angrily and then hit the leader with his head so strongly that it went down the depths of the sea and then he started to swim very fast towards the beach. It was too late to turn back and the sharks were swimming just behind him and they were so close. If they caught him they would pull him to pieces.

Little whale reached the beach hardly. It struggled and kicked about while lying on its back for a while and it could manage to move a bit on the beach. When he got weak he let his head on the hot sand. The child recognized the whale and ran beside him.

‘What is happening little whale? You must be in the sea not on the beach!’ said the little boy.
‘Thanks God. Is it you little boy? Sorry I can’t remember your name.2 said the little whale.
‘My name is Mark. I am OK! What are you doing on the beach?’ asked the little boy.
‘My name is Sili. We met a few days ago, didn’t we?’ asked the little whale.
‘Yes, I do. We swam next to each other for a while. When you opened your big mouth I got so frightened because I thought that you were going to eat me but I was wrong. You just opened your mouth widely and then closed it and swam away. I couldn’t understand why you did like that.’ said the little boy.
‘ Did you really think that I was going to eat you. That was just a joke. I am so sorry that I made you frightened. Please forgive me for my behaviour’ said the whale.
‘ OK! I do forgive you. Would you please tell me what is going on now? What is the reason for your being here on the beach instead of swimming in the sea?’ asked the little boy.

Little told him everything.

‘As you see my friend all the sharks are chasing me all around and I can not fight them alone because there are twenty sharks that want to kill me. That is why I am here.’ said the whale.
‘Why didn’t you swim away when the sharks went far away for the meeting? You should have asked for help from the other whales.’ said the little boy.
‘If I had swum away, the sharks would catch me easily. I would have no chance to survive because all the sharks in the sea would start looking for me in order to kill me. I wouldn’t have asked for help from other whales because that would cause a cruel war between all the sharks and whales living in the sea. as a result a lot of whales and sharks would die just because of me. I might have died in that war. But now only I am dying and none of the whales is in danger. It is not the end of the world if I die. The world is like a drop in the space and I am not even like a drop in the ocean’ explained the whale.

‘If your mother hadn’t died, the sharks wouldn’t have tried to kill you. You wouldn’t be here and running away from them.’ said the boy.
‘ That is true but people are responsible from my mother’s death. They killed her. What is more I can’t understand the reason why they killed my mother. She didn’t hurt them. Why do you think they killed her, Mark?’ asked the little whale.
‘To earn some money. Some people kill animals to earn some money. They don’t care about what would happen to the babies of those animals that they kill. How can those babies survive without their mothers? They won’t give harm to a child whose mother or father died. Because they respect that child and pity on him. A child whose mother or father died when he was small can understand you very well. I promise you I will never give harm anything on earth.’ promised the child.

‘ I love you, Mark’ said the little whale.
‘ I love you, too Sili’ replied the little boy.
 
Written by: Serdar Yıldırım




YAVRU BALİNA İLE KÖPEKBALIKLARI

Annesi balina avcıları tarafından öldürülen yavru balina Atlas Okyanusu’nda yüzerken etrafını yirmi kadar köpekbalığı sardı. Başkan köpekbalığı yavru balinanın  yanına  gelerek:   “ Seni tanıyorum ve durumunu çok iyi anlıyorum yavru balina. Ama üzülmekle eline bir şey geçmez. Anneni insanlar öldürdü. Sen bunu onların yanına bırakmamalısın. Annenin intikamını almalısın. Biz senin dostunuz. Sana öldürmeyi öğretip, insanların üstüne salacağız. Çok yakında insanlar yavru balinayı tanıyıp, ondan korkacaklar “ dedi.
“ Annemi yerler mi insanlar? “  diye sordu yavru balina.
“ Yerler yavrum. İnsanlar acımasızdır. Onlar dünyadaki tüm canlıları acımasızca öldürürler. Hoş, insanlar birbirlerine karşı da acımasızdır. Ben buralarda çok gördüm gemiler içinde savaşan insanları. Dedem insanların toprak üstünde de savaştıklarını söylerdi. Savaşı kazanan kahraman olurmuş. “
“ İnsanlar kötü yaratık desene? “
“ Hem de çok kötü yaratık. “
“ O zaman beni annesiz bırakan, bana günlerce gözyaşı döktüren insanları cezalandıracağım, ama bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum. “
“ Öğrenirsen bilirsin. Haydi, yavrucuk peşimden gel. Siz de peşimden gelin köpek kardeşlerim. Derinlikler bizi bekliyor. “

Aradan bir ay geçti. Bu sürede köpekbalıkları bildikleri öldürme yöntemlerini yavru balinaya öğrettiler. Hedef, insanların toplu halde yüzdükleri plajlar olacaktı. Plajlar, insan kanına boyanacaktı. Yavru balina, öldürürüm, parçalarım, diyordu ama onu plaja salmadan önce bir deneme yapmalıydı. Bakalım öldürebilecek miydi? Beş köpekbalığı yalnız yüzen insan aramaya başladı. Deniz fenerinin yakınında bir çocuk yüzüyordu. İlk kurban o olacaktı. Köpekbalıkları sahilden uzak kaldılar. Çocuğu ürkütmek istemiyorlardı. Yavru balina hızla çocuğa doğru yüzmeye başladı. Fenerin oralar derin demişti köpekbalıkları, çocuk demek ki, usta yüzücüydü. Yoksa onun ne işi vardı böyle derin yerde. Yavru balina kafasını suyun üstüne çıkardı, daha sonra gövdesi ve kuyruğu göründü. Çocuk, yavru balinayı hemen fark etti. Derin bir nefes alıp suya daldı. Balina yavruydu ama dört metre boyundaydı. Sahile doğru yüzmeye kalksa bunu başaramazdı, çünkü yavru balina ondan çok daha hızlıydı. Yetişmesi an meselesiydi. Bundan dolayı çocuk sahile paralel yüzüyordu. Yavru balina çocuğa yetişti, bir süre onunla yan yana yüzdü ve aniden dönerek ağzını açıp kapadı. Yavru balina köpekbalıklarının yanına döndüğünde:

“ Görevimi başardım. Çocuğun işi tamam “ dedi.
“ Çocuğu parçaladın mı? “ diye sordu, başkan köpekbalığı.
“ Hayır, parçalamadım “ dedi yavru balina.
“ Parçalamadın mı? O zaman ne yaptın? “
“ Çocuğu yuttum. “
“ Yuttun mu? “
“ Evet, yuttum…Çocuk şimdi midemde. “
“ Öyle veya böyle, çocuğu öldürmüşsün işte. Seni kutlarım yavru balina. Biz yarın uzaklara gidip bir toplantıya katılacağız. Birkaç gün yokuz. Sen şu ilerdeki plaja git, yakaladığını ister parçala, ister yut. Sıradan bütün plajları dolaş. İnsanlara acıma yok. “

Köpekbalıkları döndüğünde yavru balinayı buldular. Yavru balina yirmi insanı acımadan öldürdüğünü, insanların plajlara çıkamadığını, etrafa korku saldığını söyledi. Köpekbalıkları bu habere çok sevindiler. Ertesi gün bir köpekbalığı deniz fenerinin yakınındaki sahilde yavru balinanın yuttum dediği çocuğu gördü. Başkanı bularak durumu anlattı. Başkan, bunun üzerine çok sinirlendi. Nefretle yavru balinanın üstüne gitti:
“ Hani yutmuştun o çocuğu, bak fenerin oradaymış. Sen bizimle dalga mı geçiyorsun? “ Köpekbalıklarının etrafını sardığını gören yavru balina:
“ Şey, yutmuştum ama hazmedemedim, kusuverdim. Çocuk midemi tekmelemişti. “
“ Sus, yalancı seni, çocuğu yutmadın, plajlara saldırmadın, bütün plajlar dolu. Hani plajlara kimse çıkamıyordu, hani etrafa korku salmıştın. Yalan, hepsi yalan. Madem öldüremiyorsun, ölürsün. Şimdi seni…”
Başkan köpekbalığı sözlerini tamamlayamadı, çünkü yavru balina:
“ Beni ne yaparsın? Sıktın artık, çekil önümden “ dedikten sonra, ona sert bir kafa vurarak denizin derinliklerine yolladı.

Yavru balinanın önü açılmıştı. Gücünün yettiği kadar hızlı yüzmeye başladı. Karşısı sahildi. Artık geriye dönüş yoktu. Peşinde sürüyle köpekbalığı vardı. Yakalarlarsa parçalarlardı. Yavru balina kendini sahile zor attı. Debelendi kumun üstünde biraz daha, biraz daha ilerledi. Gücü tükenince başını sıcacık kumun üstüne bıraktı. Çocuk yavru balinayı tanımıştı. Onun yanına geldi:
“ Ne oluyor, yavru balina? Neden sahile çıktın? “
“ Oh, sen miydin? Nasılsın çocuk? Adın neydi senin? “
“ Benim adım Mark. İyiyim de burada ne işin var? “
“ Benim adım de Sili. Geçenlerde tanışmıştık, hatırladın mı? “
“ Hatırladım. Bir süre yan yana yüzmüştük, sonra sen gitmiştin. Üstüme gelirken beni yiyeceksin sanıp korkmuştum.”
“ Kim? Ben mi seni yiyecektim? O bir şakaydı. Seni korkuttuğum için özür dilerim. Beni affet.”
“ Affettim gitti. Anlat bakalım Sili, neler oluyor? Neden denizde değil de buradasın? “

Yavru balina olanları anlattıktan sonra:
“ Ya, işte böyle Mark, köpekbalıkları peşimde, sayıları yirmiden fazla. Onlarla yalnız başıma çarpışamam. Acı gerçek ama benim için böylesi daha iyi olacak. “
“ Köpekbalıkları toplantıya gittiğinde kaçıp gitseydin uzaklara veya balinalardan yardım isteseydin? “
“ Kaçsam kısa zamanda yakalanırdım. Kurtuluşu yoktu. Okyanustaki bütün köpekbalıkları peşime düşerdi. Balinalardan yardım isteyemezdim, çünkü bu korkunç bir savaşın başlangıcı olurdu. Yüzlerce balina ve köpekbalığı birbirine girerdi. Arada belki ben de ölürdüm. Oysa şimdi sadece ben ölüyorum, hiçbir balinayı tehlikeye atmıyorum. Bir benim için başkalarının keyfini kaçıramam. Sili ölürse kıyamet kopmaz. Hayat devam eder. Dünya uzayda nokta kadar, fakat Sili dünyada nokta kadar bile değil. “
“ Annen yaşasaydı köpekbalıkları sana sokulamazdı. Bu duruma düşmezdin. “
“ Onun orası öyle de annemi insanlar öldürdü. Asıl suçlu annemi öldüren insanlar. Mark, sence insanlar annemi neden öldürdü? “
“ Kazanç uğruna. Bazıları kendileri kazansın diye can alıyorlar. Öldürürken düşünmezler ki, balinanın yavrusu ne olacak? Yavru annesiz ne yapacak? Örneğin; annesiz, babasız bir çocuk ne olur, ne yapar, nasıl yaşar? Çocukken bunu düşünen biri büyüdüğünde diğer canlıların hayatına saygı duyar, onlara zarar vermez. Tanrı şahidimdir ki, ben insan olsun, diğer canlı varlıklar olsun hiçbirine zarar vermeyeceğim. Yemin ediyorum. “

“ Seni seviyorum, Mark.”
“ Ben de seni seviyorum, Sili. “


SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 12 Haz 2011 16:27:03




SERDAR YILDIRIM'IN HAYAT HİKAYESİ

1959 yılında İnegölde doğdum. İlk, orta ve liseyi İnegölde okudum. Lise 1 e giderken okulda düzenlenen şiir yarışmasında ilk 10 a giremedim, ama edebiyat dünyasına giriş yapmış oldum. Şiir yazmaya devam ettim. Yazarların şiirlerini inceledim. Kelime dağarcığım gelişsin diye sözlük ve imla kılavuzu kitaplarını okudum. Askerden gelip bir yılı aşkın bir süre iş aradıktan sonra, 1982 yılı mart ayında kırtasiye dükkanı açtım.

Aradan bir yıl geçmişti. Bir gün dükkanıma mal almak için, Dünya Dağıtım'a gitmiştim. Dünya Dağıtım'ın üst katı çeşitli kırtasiye malzemeleriyle doluydu. Buradan kutuyla silgiler, kalemler, boyalar aldım. Daha sonra alt kattaki kitap bölümüne indim. Sağa bakındım, sola bakındım, her yer kitap doluydu. Yeni taşındığım dükkanda hangi kitapların satışı daha uygun olur diye düşünüyor ve bir türlü karar veremiyordum. Dünya Dağıtım'ın dört ortağı vardı. Bu ortaklardan birisi, üstü kitaplarla dolu bir masanın yanındaki sandalyede oturuyordu. Ben yanından geçerken: Serdar, biraz gelir misin? dedi. Ben yanına gidince ayağa kalktı ve masanın üstünden bir takım kitaplar seçmeye başladı. Daha sonra bana verdiği dört kitap şunlardı:

Linç ( Roman ) Kerim Korcan
Başlayan Kavga ( Roman ) Hasan Kıyafet
Radar ( Hikaye ) Hasan Kıyafet
Köydeki Keklikler ( Hikaye ) Nusret Ertürk

O adam, şu unutulmaz sözleri de söyledi:
" Bak Serdar, bu kitapları sana parasız veriyorum. Bunlarda yazılanları iyice oku, öğren. Hem sana hem de başkalarına çok faydası olacaktır. "

Ben Linç romanını yıllar içinde tam dokuz kere okudum. Diğerlerini dörder kere okudum. Kitaplar bende on sekiz yıl kaldıktan sonra ilköğretim son sınıfa giden Gökhan'a hediye ettim. Bir yıl sonra 2002 yılında ben oradaki dükkandan taşındım. Gökhan'ın benim anlattıklarıma o kitaplardan öğreneceklerini de ekleyip iyi bir yazar olacağına inanıyorum.

Çocukluğumda bizim evin oldukça büyük bahçesinde tek katlı bir evimiz daha vardı. Bu evin bir odası ve yanında odunluk vardı. O odadaki dolabın içinde tahtadan bir sandık vardı. Bu sandıkta çocuklar için, eskiden kalmış hikaye ve masal kitapları bulunuyordu. Bazılarının isimlerini şimdi bile hatırlıyorum. Para Buldum Yaşasın, Sinema Dağıldı, Akkavak Kızı. Ayrıca Pedagoji kitabı vardı.

Ben o pedagoji kitabını sekiz yaşımdan on altı yaşıma, biz Bursa'ya taşınana kadar, pek çok defa okudum.

Çocuğun zihinsel etkinliklerinin; beceri ve yetenekleriyle, ruhsal ve bedensel gelişiminin; sosyalleşme sürecinde, giderek karmaşık hale gelen kişilik kazanma çabasının aşamaları ve nitelikleri üzerine yapılan gözlem, tanı ve saptamalarla, bunlara uygun eğitim metotları geliştiren; bunların bilimsel doğruluğunu tartışıp değerlendiren çocuk psikolojisi alanına pedagoji denir.

- Eğitimi konu alan disiplindir.
- Pedagoji, öğretmen merkezli bir eğitimdir. Yani neyin, nasıl ve ne zaman öğretileceğine öğretmen karar verir.
- Çocukları yetiştirme bilimi ve sanatıdır.
- Pedagoji, eğitimi gerçekleştirmek ve özellikle de, öğretilen vasıtaların tümüdür.
- Başkalarının kanıları, fikirleri ve alışkanlıkları üzerinde etkili olmayı amaçlayan her türlü aksiyondur.

Pedagoji belli kurumsal çerçeveler içinde icra edilen ve bazı ahlaki ve felsefi amaçların gerçekleştirilmesini hedef alan eğitim faaliyetlerinin incelenmesi, seçilmesi ve uygulanmasıdır.

Pedagojiyi çok katlı bir bina gibi düşünmek gerekir. Bu katlardan biri bilimle, diğeri ahlak ve pratik felsefe ile, üçüncüsü teknikle, sonuncusu da estetik, yaratılışla yakınlık gösterir


1984 yılında kendimi anlattığım Simitçi Çocuk isimli ilk hikayemi yazdım. Daha sonraki 4 yıl sadece şiir yazdım. Aslında hikaye yazmak istiyordum ama pek çok defa denememe karşın, bu mümkün olmadı. Önünde kağıt, elinde kalem 1 saat, 2 saat öylece beklemek ve hiç birşey yazamamak korkunç zordur. 1988 yılında gerçek anlamda hikayeler ve masallar yazmaya başladım. O yıl ağustos ayında Korkak Tavşan' ı yazdım. Sonra Ot Yiyen Kaplan, Zavallı Çoban, Keloğlan İle Nasreddin Hoca. Uzun yıllar boyunca sırf yazı yazabilmek için evlenmedim. Bu arada pek çok hikaye ve masal kitabı yayımladım.

1994 yılında içinde 8 hikayemin olduğu bir hikaye kitabından 5.000 tane bastırmıştım. 1995 yılında yine içinde 8 hikayemin olduğu bir hikaye kitabından 2.000 tane bastırmıştım. Aynı yıl 10 'luk bir seriden 10.000 tane bastırmıştım. Bu kitaplardan şimdi elimde 500 tane kadar kaldı. İnanın bana hiç para dönmedi. Ver, ver, ver, nereye kadar?

1994-95-96 yıllarında İstanbul'a gittim. Yayınevleriyle konuştum. Hikayelerimi okudular. Çok beğenenler çıktı. Masraf neyse karşılarım, dedim. Almanya, İtalya... gibi ülkelere her yıl milyonlarca dolar yayın hakkı ödeyen ( Kırmızı Başlıklı Kız, Bremen Mızıkacıları, Pamuk Prenses Ve Yedi Cüceler... gibi hikaye ve masallar için) yayınevleri benim üste para verdiğim hikayeleri basmadılar.

İstanbul Cağaloğlu'ndaki bir yayınevi sahibi, hikayelerimi okuyup, çok beğendi ve bunları sen mi yazdın, diye sordu.
Evet, ben yazdım, deyince, senin adın ne, diye sordu. Ben de, benim adım Serdar Yıldırım, dedim.
Yayınevi sahibi, Türksün değil mi? deyince, ben de, evet Türküm, dedim.
Adın George veya Mark olsaydı, İngiliz veya Fransız olsaydın, ben bu hikayeleri basardım. Adın Serdar Yıldırım ve ne yazık ki Türksün. Ben bu hikayeleri basmam, arkadaş, dedi ve hikayelerimi bana geri verdi.

1997 yılında Ayla ile evlendim. İki yıl sonra oğlum Serkan dünyaya geldi. Radyo Presste 1.5 yıl ve Radyo Sözde 4 ay Mini Mini Büyüklere isimli çocuk programını hazırlayıp sundum. Söz Gazetesinde çocuk sayfası hazırladım.

14 Haziran 2006 tarihinde İnternette hikaye, masal ve şiirlerim okunmaya başladı. Birkaç yıldır yazmayı neredeyse bıraktıydım. Eserlerimin bazı sitelerde popüler hikayeler arasında yer alması ve liste başına ulaşmaları nedeniyle tekrar yazmaya başladım.


NAZIM HİKMET VE AZİZ NESİN’İN ESERLERİNİ ÇEVİRDİ - Milliyet Gazetesi         

D..., Aziz Nesin’in Suriye’de çok iyi tanındığını ve 30’a yakın kitabının Arapçaya çevrildiğini kaydetti. Kendisinin de Aziz Nesin’in bazı öykülerini, Nazım Hikmet’in şiirlerinin bir kısmını Arapçaya çevirdiğini anlatan D..., "Yaşar Kemal’in kitaplarını çevirmeyi çok istiyorum. Ancak telif bedelleri nedeniyle çeviremedim" dedi.
Arap dünyasında Türk dizileri furyasının "Çemberimde Gül Oya" adlı diziyle başladığını belirten D..., "İki Aile", "Bıçak Sırtı", "Kaybolan Yıllar" ve "Asi" adlı dizilerinin yanı sıra "Hemşo" filmi ile "Eve Giden Yol" filminin senaryosunu tercüme ettiğini söyledi.


2008 yılının yaz aylarıydı. Suriye'li bir yazar ve yayıncının ( D....) benim hikayelerimden haberi oluyor ve benim de üyesi olduğum ve eserlerimin okunduğu bir eğitim sitesine üye olup bana özel mesaj yazıyor. Hikayelerimi çok beğendiğini ve kitap olarak yayımlamak istediğini yazıyor. Karşılıklı birkaç mesajlaşmadan sonra ben teklifi kabul ettim ve 30 tane hikayemi gönderdim. Sadece bir isteğimin olduğunu, hikayelerin altında       Yazan: Serdar Yıldırım     yazmasını istedim. Bu isteğim hemen kabul gördü ve son iki gün içinde iki tane hikayemi Arapça'ya çevirdiğini yazdı. Daha sonraki gün benden kitap için önsöz yazmamı istedi. Ben gönderdiğim e-mail'de, Suriye'li çocuklar için mi önsöz yazacağım, dedim. Hayır, dedi, bütün Arap çocukları için önsöz yazacaksın. Kitap, Arap memleketlerinin hepsine gönderilecekmiş. Ben de ertesi gün önsözü yazıp gönderdim. Bana gönderilen son mesaj, kitaplar çıkınca mutlaka haber verileceği şeklindeydi.

Aradan aylar geçti. Ben Suriyeli yazar ve yayıncıya bir e-mail yazdım ve kitabın yayınlanıp yayınlanmadığını sordum ama bir cevap alamadım. O günlerde bana site hazırlayan bilgisayar şirketindeki gençlere olayı anlattığımda ilk tepkiler gelmekte gecikmedi: Abi, onlar çoktan kitabı yayınlayıp parasını almışlardır, dediler.

Benim parasında gözüm yok ama kitap çıktıysa bir haber vermek gerekmez miydi? Bir posta kutusu ayarlayıp, ücreti neyse ödeyip, bir tane almak isterdim.


Spor, olmazsa olmazlarımdandır. Uzun yıllardır sürdürdüğüm sporu hiç aksatmadım. Haftada 1-2 defa 6 km. lik koşulara çıkarım. Arada bir ağırlık çalışırım. Her gün muntazam jimnastik yaparım. Sporun insan vücudunu ve beynini zinde tuttuğuna inanırım. Kilo sorunum hiçbir zaman olmadı. Bu yazıyı okuyan herkese spora başlamalarını tavsiye ederim. Geçen yılların sizi yaşlandırmak için, zorlanacağını fark edeceksiniz. Sağlıklı ve mutlu kalın.

25 yıl kırtasiyecilik yaptım. Hep çocuklarla beraberdim. Onları her zaman kendine özel, değerli birer varlık olarak kabul ettim.
Ben çocukları başıma taç yaptıkça, onlar beni baştacı yaptılar. Ekmek paramı çocuklardan kazandım. Her biri birer cevher olan sevgili çocuklar için, bir şeyler yapmak, faydalı olmak istedim. Bunun bir yolu olmalıydı. O yolu aradım ve sonunda buldum. Onlar için, iyilikleri anlatan, maceralı hikaye ve masallar yazmak istedim ve yazdım da. Yazdıklarımı, çocuklar kadar büyükler de çok beğendiler. Özellikle internette yazdıkları mesajlarla beni gururlandırdılar.

200 kadar site ve forumda İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca... gibi 12 dilde eserlerim okunmaktadır.


Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 28 Oca 2012 15:02:10


Basılan Hikaye Kitaplarım

Gezgin Veli İle Cambaz Ali
Fatoşun Karne Hediyesi
Şampiyon Ördek Gadro
Kavalın Marifeti
Kertenkelenin Hayali
Timsah Kiki İle Hacer
Korkak Tavşan
Altın Kalpli Leylek
Kırmızı Balık Mega
Robot Kartal



Sabır ve sebat ettim, zamana karşı direndim, yıkılmadım ama sonunda başardım. Son İstanbul'a gidişimden tam 15 yıl sonra geçenlerde İstanbul'a gittim. Kitap fuarına.

Selamlar,

Ben Serdar Yıldırım. İşte, size özellikle hikâye ve masal basımı üzerine yoğunlaşmış ve bu konuda deneyim sahibi bir yayınevi. İnternetten eserlerimi okuyup çok beğenmişler. Bunun üzerine benimle irtibata geçerek yazdığım hikâye ve masalları kitap olarak hazırladılar ve okuyucunun ilgisine sundular. Sıradışı Yayınları’na çok teşekkür ederim.

30.İstanbul Fuarında 13-11-2011 tarihinde bu güzel yayınevinin standında, kitaplarımı imzaladım. Hazırladıkları site de çok şirin ve ziyaret etmenizi tavsiye ederim.

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Yayınlarımız bölümünde, Gökten Üç Elma Düştü serisini tıklarsanız yayınlanan hikâyelerimi görürsünüz. Ben de hikâye kitaplarımı ilk olarak İstanbul Fuarı’nda gördüm ve nasıl bulduğum sorulduğunda, inanılmaz güzel, dedim. Sevgiyle kalın.

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 26 May 2012 11:35:00
İNSAN  YİYEN  BİTKİ

Güneş Otel sahibi Ali Bulut otelin bahçesine büyük bir sera yaptırmış ve bu serada tropikal   bitkiler yetiştiriyordu. Afrika’dan  getirilen et yiyen bir bitki vardı ki, Ali Bulut, onun dört yıldır bir santim bile büyümediğinden yakınırdı. Et yiyordu, balık yiyordu ama hiç büyümüyordu. Aslında bitkinin büyümesi gerekti ve büyüyordu. Hem öylesine büyümüştü ki, boyu yirmi metreyi geçmişti ama Ali Bulut bunu görememişti. Bitki yukarı değil, aşağı boy atıyordu. Gövde toprak altındaydı. Görünen beyindi. O beyin birkaç ay sonra inanılmaz büyüklükteki gövdeyi harekete geçirecek, bitki insan yiyen bir canavara dönüşecek ve şehrin altını üstüne getirerek etrafa kan ve ölüm saçacaktı.

Aradan birkaç ay geçti. Yaz günüydü. Bitki kıpırdanmaya başladı. Beyin giderek yükseliyor ve gövde toprak altından çıkıyordu. Seranın dört metre yüksekliğindeki tavanına çarpan beyin gövdeye yakın kökleriyle serayı kaldırarak Güneş Otel’e fırlattı. Otelin ikinci katının bazı camları kırıldı. Ne oluyor diyerek pencerelere koşan insanlar bahçedeki dev bitkiyi gördüler. Devamlı olarak daha uzun ve kalın kökler topraktan çıkıyordu. Korkuya kapılan insanlar otelin çıkış kapısına ve yangın merdivenine hücum ettiler. Bu insanlardan çoğu kökler tarafından yakalanarak kuyu biçimindeki ağza  atıldılar. Bitki insan yedikçe büyümesi hızlanıyordu. Bitkinin kökleri şehrin başka yerlerinde de topraktan çıkarak insanları yemeye ve evleri yıkmaya başladı. Koşarak kaçan veya arabasına binerek şehri terk eden insanlar çoktu. Bir saat sonra ise, şehirde kimse kalmamıştı. Şehrin çevresi askeri birlikler tarafından sarılmıştı. Askeri birlikler insan yiyen bitkiye binlerce kurşun ve bomba attılar. Gelen bir emir üzerine ateş kesildi, çünkü insan yiyen bitkiye bunlar tesir etmiyordu.

Ali Bulut bir haftadır kaçakçılık anlaşması yapmak için yurtdışındaydı. Olayı televizyon haberlerinden öğrenince özel uçağına atladığı gibi geldi.

Bir aralık yardımcısına: 

“ Kızdığım zaman köse bitki diyordum. Şuna istediğimi yaptırabilirsem dünyaya hâkim olurum. “ 

Ali Bulut komutandan izin alarak asker kordonunu aştı: 

“ Canım, yavrum benim. Ben geldim, bak baban geldi. Çok insan yemişsin ama beni yeme. Ben seni et ve balıkla besledim. “ 

Ali Bulut hem konuşuyor hem de kökler arasından yürüyordu. Kökler uzun süre ona dokunmadı ama gövdenin yanına gelince yakaladılar. Ali Bulut bağırmaya başladı: 

“ Dur, beni bırak. Bütün servetim senin olsun. Milyarlarım senin olsun. “ 

İnsan yiyen bitki ilk kez konuştu:

“ Hangi senin servet, hangi milyarlar. İnsan sağlığına zararlı maddeler satarak, kaçakçılık yaparak, onun bunun hakkını çalarak zorla sahiplendiğin paralar. Senden nefret ediyorum Ali Bulut, artık parayı unut. Bak ağzıma, dışardan belli olmuyor ama içersi çok sıcaktır. Bundan sonra kötülük yapamayacaksın.” 

İnsan yiyen bitki Ali Bulut’u  yedikten sonra yarım saat geçti. Onu durduracak kuvvet yoktu. İstese köklerini ayak gibi kullanıp çok uzaklara gidebilirdi. Nedeni bilinmez bir şekilde hareketsiz duruyordu.

Bitki uzmanı, tropikal bitkiler üzerinde araştırma yapmakta olan bir bilim adamı, komutanın yanına gelerek, insan yiyen bitkiyi tamamen zararsız hale getirebileceğini söyledi. Şişedeki ilaç iğneyle  bitkiye şırınga edilirse, bitki ölürdü.

Komutandan izin alan bitki uzmanı elindeki iğneyle insan yiyen bitkinin köklerine yaklaşmaya başladı. Köklerin  yanından geçerken aniden dönerek iğneyi köke sapladı ve ilacı şırınga etti. Bitki uzmanı daha sonra iğneyi yere atarak yürümeye devam etti. Geri dönüp kaçsa hemen yakalanırdı. Bunu biliyordu. O zaman insan yiyen bitkiyi şüphelendirebilir ve bitki durumu anlarsa ilaçlı kökü koparıp atar ve kendini mutlak bir ölümden kurtarabilirdi. On dakika sonra insan yiyen bitkinin gövdesi sarsıldı ve ağzından ahh  diye bir feryat işitildi. Kökler titremeye başladı. İlaç beyine ulaşmıştı. Artık kurtuluşu yoktu. Ölüm gelmişti.

“ Ben, dedi, insan yiyen bitki, belki yanlış yaptım gibi gözüktü sana ama doğrusu buydu. O insanların ölmesi lazımdı. Özellikle Ali Bulut’un. Diğer ölenler de onun adamlarıydı. Şehri dört koldan sarmıştı Ali Bulut’un çetesi. Onları öldürdüm, onların evlerini yıktım. Hepsi kötü insandı. Bir tek iyi insanın canına, malına zarar vermedim. Askerler ezilmesin diye şehri terk etmedim. Seni gelirken gördüm elinde iğne vardı ama o iğnenin beni öldürebileceğini düşünemedim. Her neyse böylesi daha iyi oldu, tabii kötüler için. Neden var olduğum anlaşılsa  ve bana yardımcı olunsa insanlar arasında zararlı olanları ayıklardım. Sessizce yeraltından sokulur, konuşmaları duyar ve onları yakalardım. “

İnsan yiyen bitki daha fazla konuşamadı. İlaç, onun beyinsel fonksiyonlarını durdurmuştu. Ölmüştü. Bitki uzmanı ise, yaptığı hatayı anlamış ve dizlerinin üstüne çökmüştü. Ağlıyordu.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 26 May 2012 11:35:56
CÜCE  KADININ  ÖLÜM KORKUSU

Tek katlı, ahşap köy evindeki hareket birden duruldu. Sevincin yerini üzüntü aldı. Ayşe Hanım doğum yapmış, kız çocuğu dünyaya getirmişti. Ufacık-tefecik, küçücük bir kız çocuğu. Aradan on yıl geçti, on beş yıl geçti, yirmi yıl geçti, ama onun boyu  95 cm. idi,  yani 1 metre bile değil. Daha sonra da boyu hiç uzamadı zaten, hep  95 cm. kaldı. Siyah saçlı, kahverengi gözlü ve güzel yüzlüydü. İyi kalpli, düşüncesi berrak, iradesi güçlüydü. Fakat zaman zaman elinde olmadan insanların bakışlarından etkileniyor ve bazı geceler sabaha kadar ağlıyordu.

Meral  yirmi beş yaşındayken kendinden 10cm. daha uzun olan Hakkı adında zengin bir adamla evlendi. Bu evlilikten bir oğlu oldu. Oğlunun boyu normaldi, daha dokuz yaşındayken annesinden bir karış uzundu. Hakkı’yı  çiftlikteki akrabaları öldürünce, Meral dağlara kaçtı. Buna sebep Hakkı’nın  cüce olmasıydı. Akrabaları onu kısa boyluluğundan dolayı yüz karası olarak görüyordu. Nasılsa miras oğluna kalıyordu; hem oğlu cüce değildi. Hakkı’nın  bir çocuğu daha olsa ve cüce kalsa. İşte buna izin vermeyecekti akrabaları.

Meral dağlara kaçarak canını kurtarmıştı, yoksa onu da öldüreceklerdi. Onun mağaralardaki, ağaç kovuklarındaki yaşamı uzun sürdü. Elbisesi yırtık-pırtık, ayakkabısı ise yoktu. Yalınayak geziyordu. Yorgan yoktu, battaniye yoktu, yatak yoktu. Çok zordu kış günleri, sabahları uyanınca zangır zangır titriyordu. Bazı günler elleri-ayakları buz kesiyor, damarlarında donan kanı hareket ettirmek için ağzıyla hohluyordu. Sıcacık odada karnı tok olarak bulunsaydı bundan hiç şikâyet etmezdi. Dağlarda bulduğu sebze ve meyveleri yiyor, dereden, gölden su içiyordu. Ispanak ve pırasa pişmiş olarak servis yapılınca yemek kolay ama Meral bunları çiğ olarak yiyordu. Zorluğunu denemeyen bilmez. Bir de ekmek vardı. Sıcacık, mis kokulu ekmek. Bazı şeylerin değeri yokluğunda fark edilir. Meral ekmek bulamamasına çok içerliyordu. Artık tadını unuttuğu, adını zar-zor hatırlayabildiği ekmek.

Aradan on altı yıl geçti. Dağlarda geçen on altı yıl. Meral elli yaşındaydı. Sıcak bir yaz gecesi uyku tutmuyordu. Ormanda uzanmış yatıyordu. “ Oğlum, diye düşündü, Meral. Canım oğlum, acaba şimdi nerededir? Büyük bir ihtimalle çiftliktedir. Yirmi beş yaşında olmalı. Belki evlenmiştir. Aslan gibi olmuştur. Şöyle uzun boylu, yakışıklı. Beni hatırlar mı ki? Anacığını. Tabi hatırlar, o zamanlar dokuz yaşındaydı. Oralara geri dönsem oğlumu görebilir miyim?  “  İşte, Meral’in  düşündüğü son cümle onu harekete geçirdi. Aniden ayağa kalktı ve çok uzaklardaki çiftliğe doğru yola çıktı.

Günlerce yol yürüdü Meral, dağdan dağa atladı. Önüne kurt çıktı. Ağaca tırmanarak zor kurtuldu. Kurt onu ayak bileğinden ısırmıştı. Kanayan yaranın üstüne yaprak koyup sarmaşıkla sardı. Ertesi gün davul gibi şişti ayak bileği. Bazı günler ağrıyan ayağının acısına dayanamayıp saatlerce baygın yattığı oldu. Zamanla ayağı iyileşti. Yara tamamen kapandı. Meral tekrar çiftliğe doğru yürümeye başladı. Meral, aylar sonra çiftliğin yakınlarına geldi. Çiftliğe yaklaşmıştı ki, at üstünde genç bir adam Meral’in  önüne çıktı.

Genç adam:  “  Dur, kimsin?  Adın ne senin? “ diye sordu.

Cüce kadın:  “  Adım Meral  “  diyebildi.

Genç adam:  “  Meral mi?  Tanıdım seni. Sen benim annemsin. “

Cüce kadın:  “  Annen miyim !?  “

Genç adam  attan inip cüce kadının önünde diz çöktü, ellerini tuttu.

“  Annemsin. Ben senin oğlun Emin’im.  “

“ Emin, sonunda kavuştum sana. Babanı akrabaları öldürdü. Ben dağlara kaçıp canımı kurtardım. Seni bulma isteği yaşama sevincimi ateşledi. Dayanılması güç acılar çektim, ama ölmedim. Canım oğlum, kocaman adam olmuşsun. “

“  Evet, anne, kocaman adam oldum. Babamı öldürenleri kendi ellerimle kolculara teslim ettim. Altı yıldır dağlarda gece-gündüz demeden hep seni aradım. İşe bak ki, ben seni bulamadım, sen beni buldun. Sen annelerin annesisin. “ 

SON

Yazan: Serdar Yıldırım



Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 24 Şub 2013 11:54:02

Yazan ve Okuyan: Serdar Yıldırım

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]          Fil Çocuk

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]          Çakal

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]          Devekuşu İle Aslan

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]          Kırlangıç İle Serçe

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 15 Nis 2013 10:29:29

 
DEVE KERVANI

Eskiden, İran’da, İsfahan şehrinde, Cemal adında kervancı bir genç yaşardı. Kervan sahipleri kervanlarını çok güvendikleri Cemal’e gönül rahatlığıyla teslim ederler ve onun kervandaki malları kendi malıymış gibi koruyup, gözeteceğini bilirlerdi.

Günlerden bir gün, Cemal İsfahan’dan kuzeydoğudaki Meşhet’e gitmek üzere, kumaş yüklü deve kervanıyla yola çıktı. Kervan birkaç gün sonra Deştikebir Çölü’ne vardı. İlk bakışta uçsuz bucaksız gibi görünen 400km.lik bir kum yığını. Oralardaki bir kuyudan su tedarikini yapan kervan çöle girdi. Aradan bir hafta geçti. Kervan dıştan bakıldığında çölde ağır ağır ilerliyordu, her şey yolundaydı. Ama içten içe kaynayan bir kazan gibiydi. Bu kazanı başdeve kaynatıyordu.

 
Başdeve kervandaki yirmi devenin başıydı. Mola verildiği zaman devamlı konuşur, bir şeyler anlatır, ötekiler de sessizce dinlerlerdi. Başdeve üç dört gündür havadan sudan konularla konuşmaya başlıyor, sonradan sözü liderlik konusuna getiriyordu. Koca kervanı neden bir eşek peşinden sürüklüyordu? O en önde olmasa olmaz mıydı? Sanki o olmasa kervan gideceği yere varamayacak mıydı?

“ Ben “ diyordu başdeve, “ Mısır’a gittim, Arabistan’a gittim, Yemen ‘e gittim, Anadolu’ya gittim. Yüce dağlar aştım, susuz çöller geçtim. Binlerce, on binlerce kilometre yol kat ettim. İran’da gezmediğim, dolaşmadığım yer kalmadı. Bu Deştikebir Çölü’nden defalarca geçtim. Benim gibi doğuştan lider varken başınızda küçük eşek kim oluyormuş? Boy yok, post yok, bir de kervanın en önünde gider. Onun liderlik neyine? Gelin şu eşeği defedelim başımızdan. Lider ben olursam eğer her türlü iyiliği bekleyin benden. Yoruldum diyenin yükünü sırtımda taşıyacağım…”

Başdevenin aynı tarzdaki konuşmaları sonraki günlerde devam etti. Kervandaki develerden birkaçı önceleri eşeğin gitmesini istemediler.

“ Kime ne zararı var garibin? “ dediler. “ Bırakalım önde o gitsin, bizi Meşhet’e götürsün. Zaten hiçbir işimize karışmıyor. Molalarda bir kenarda tek başına oturuyor. Belli ki bir derdi vardır, kimselere anlatamaz. Durup dururken günahını almayalım. “

Başdeve böyle diyenlere karşı çıkıyordu:

“ Garip mi? Neresi garip bunun? Acınmaz böylesine. Onun yemini, suyunu biz taşıyoruz, bir de kaprislerine boyun eğecek değiliz. Nerede oturursa otursun, önemli olan, onu kervandan uzaklaştırmak. “

Sonunda başdevenin kesin kararlılığı karşısında direnci kırılan birkaç deve, istemeyerek eşeğin gitmesine razı oldular.

Bir gece develer eşeğin yanına gittiler ve kervanda kendisini istemediklerini söylediler. Eşek bu duruma karşı çıktı. Olmaz dedi, ben bu kervanı terk etmem dedi, bensiz Meşhet’e varamazsınız dedi, pusulayı şaşırır, çölde kaybolursunuz dedi. Eşeğin sözlerine kulaklarını tıkayan, onun tepinmesine aldırış etmeyen develerin küfür derecesine varan hakaretleri karşısında eşek, “ Ne haliniz varsa görün “ diyerek çekip gitti.

Ertesi gün başdeve çalımla yürüyordu kervanın önünde ve arada bir arkasına bakıp gururla gülümsüyordu. Başdevenin fazlaca böbürlenmesi kervanın zararına oldu. Kervan ilk günden başlayarak hedefinden adım adım uzaklaştı ve güneybatıya doğru geniş bir yay çizerek, Kuhistan Çölü’nün ortalarına kadar geldi. Günlerdir diğer develerin ikazlarına aldırış etmeyen başdeve sonunda liderliği kaybetti. Pusula şaşırılmış, kervan Kuhistan Çölü’nde kaybolmuştu. Yol yok, iz yok, ne tarafa gidilmeliydi acaba?

Günler sonra eşek çıkageldi. Develer sessizce eşeğin arkasında tek sıra oldular. Eşek şaşkın şaşkın etrafına bakınan başdeveye, “ Sen en arkada yürüyeceksin “ dedi. Sonra kervan Meşhet’e doğru yola çıktı.



Yazan: Serdar Yıldırım

Arkadaşım Hayvanlar - "En Güzel Hayvan Masalları"
Karatay Yayınları
Bu kitapta bulunan benim yazdığım masallar şunlardır:

Deve Kervanı
Titrek Tavşan
Gölgesiyle Yarışan Tay
Bücür Zürafa
Şampiyon Ördek
Koşucu Penguen
İyiliksever Leylek



 

GÖLGESİYLE YARIŞAN TAY

At yarışlarının yapıldığı şehir hipodromu çok kalabalıktı. Tribünler tıklım tıklım doluydu. Her pazar günü olduğu gibi, bu pazar da birinci olana büyük ikramiyenin verildiği yarışlar yapılacaktı. Birincilik için en büyük aday Kara Bomba isimli attı. İki yıla yakın bir zamandır bu şehirde yapılan yarışmaların tek ve mutlak hakimiydi. Simsiyah rengi, kocaman gözleri ve dev gibi uzun boyuyla o her zaman atların en irisiydi. Daha uzun bir süre birinciliği kaptırmayacağı tahmin ediliyordu.

Diğer yarışmacı atlar ise, Fırtına, Ak kız, Pençe, Sürpriz, Zorlu, Tavşan ve Yekta idi. Yekta, böyle bir yarışa ilk defa katılıyordu, oldukça heyecanlıydı. Gerçi yetiştirildiği yarış atı çiftliğinde çok iyi hazırlanmıştı, fakat genç ve tecrübesiz oluşu onu korkutuyordu. Ya birinci olamazsa?.. Böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyordu. O zaman, sıradan bir yarış atı durumuna düşecek ve belki bu durum hep böyle sürüp gidecekti. Bin bir çeşit yarış hilelerinin yapıldığı, düzenin ve entrikanın bol olduğu bu yarışlarda birinci olmak sadece süratli olmak ve dayanıklılık demek değildi. Mesela, bazı yarışlarda Tavşan isimli yarış atı tavşanlık yapardı. Yarış başlar başlamaz öne geçer, temposunu gittikçe arttırır, atları yorar ve yarışı bırakırdı. Son düzlükte Kara Bomba yaptığı bir atakla birinciliği kazanırdı. Pençe isimli yarış atı Kara Bomba’nın diğer yardımcısıydı. Yarış sürerken form durumu yüksek olan atları kollar, onlara çarpar, önlerine geçip hızlarını azaltır ve Kara Bomba’nın yarışı kazanmasını sağlardı.

Atlar, düzenli olarak başlama yerinde sıralandılar. Start için tabanca sesi duyulur duyulmaz, sekiz tane güçlü yarış atı ileri atıldılar. Çıkışı çok kuvvetli olan Tavşan hemen öne geçti. Yekta tüm çabasına karşılık ikinci sırada kalmıştı.” Tüh be, Tavşan’ı kaçırdım!..Bu Tavşan’ı zaten son düzlüğe kadar kimse geçemezmiş. Yarışın ortasına gelmeden onu mutlaka geçmeliyim. Haydi Yekta, daha hızlı, daha hızlı…”

1500 startı geçildiğinde Tavşan ikinci durumdaki Yekta’nın üç boy kadar önündeydi. “ Bomba nerelerde ki, dönüp bakmalı. Tavşan bu süratiyle yarışı tamamlayamaz. Vay, Bomba hemen arkamdaymış! Ne oluyor ya, ne dümen çeviriyor bunlar? Son düzlüğe kadar orta sıralarda saklanırmış bu. Benden huylandılar muhakkak. “

Yarışın ortası: 1000 startı geçilirken, Tavşan isimli yarış atı aniden koşu pistinin kenarına çıktı ve yarışı bıraktı. Yekta süratle onun yanından geçti ve birinci duruma yükseldi. Fakat yarışın bitmesine 1000 metre vardı ve Kara Bomba, Yekta ile arasındaki farkı gitgide kapatmaktaydı.

Son düzlüğe ( son 500 metre ) Yekta ile Kara Bomba başa baş girdiler. Nefesleri kesen bir mücadeleden sonra bitişe 100 metre kala başlayan Yekta’nın öldürücü deparları yarışı iki boy farkla kazanmasını sağladı. Yekta mutluydu artık çünkü ilk yarışını zor da olsa birinci olarak bitirmeyi başarmıştı. Yekta, Kara Bomba ve ekibiyle birçok defalar daha yarıştı. Girdiği her yarışta birinci oldu. Artık bu şehir ona dar gelmeye başlamıştı. Dışa açılmalı, adını daha geniş çevrelere duyurmalı ve daha büyük yarışlar kazanmalıydı. Nitekim girdiği bölge birinciliği koşusunu da kazanınca, bir ay sonra yapılacak olan ülke şampiyonluğu yarışına katılmak için antrenmanlarını daha da sıklaştırdı.

Hazırlandığı yarış atı çiftliğinde birçok yarış atı Yekta’ya değişik zamanlarda katıldıkları yarışmaları anlattılar. Yekta, onları büyük bir dikkatle dinledi. Görgüsünü, bilgisini arttırdı. Yekta’ya göre, bilmenin, öğrenmenin sonu yoktu. Her yeni bilgi yeni bir şeyler öğretirdi. Önemli olan öğrendiklerine kendi düşüncelerinden yeni fikirler katarak “ özgün bilgi “ elde edebilmekti. Doğru düşünebilmek ancak kendini çok iyi tanımakla mümkün olabilirdi. Bu da kişisel erdem için gerekli olan “ oto kontrol “ yani kendi kendini kontrol etme yeteneğini sağlardı. Oto kontrol yeteneğinin düzenli olması, mükemmellik sınırlarını zorlardı.

Günler günleri kovaladı. Her geçen gün Yekta’nın gücüne güç katıyordu. Gittikçe daha süratli koşmaya ve mesafeleri daha kısa zamanda aşmaya başlamıştı. Büyük yarışa yedi gün kalmıştı. Öğleden sonra özel olarak hazırlanmış kamyona Yekta’yı bindirdiler. Kamyon, biraz sonra ülkenin en büyük şehrine gitmek üzere yola çıktı. Yolun yarısı geçilmişti ki, kamyon büyük bir gürültüyle yol kenarındaki hendeğe yuvarlandı. Sonra derin bir sessizlik. Yekta’ya şans eseri bir şey olmamıştı. Kapısının açılmasını bekledi. Gelen giden yoktu. Uzun bir süre uğraştıktan sonra kapının kilidini kırmayı başardı. Korkuyla dışarı fırladı. Yola çıktı. Çok uzaklarda tek tük ışıklar görünür gibi oluyordu. Yarışın yapılacağı yer oralarda olmalıydı. Kamyon olmasa da olurdu. Kendi başıma da olsam oraya varabilirim, diye düşündü. Koşmaya başladı. Koştu…Koştu…

Aradan bir saatten fazla zaman geçti. Hava kararmaya,Yekta, şaşırmaya başladı. Ne oluyordu? Neden ortalık hep aydınlık kalmıyordu? Karanlık kadar anlamsız şey var mıydı? Şaşırmakta haklıydı. Gündüzleri açık havada antrenman yapar, hava kararmadan içeriye girerdi. İçerde de ışıklar gece gündüz yanardı. O, şimdiye kadar karanlıkta hiç kalmamıştı. Yekta ay ışığı altında, yavaş bir tempo tutturmuş olarak kilometrelerce koştuktan sonra birden ürperdi. Sol tarafında bir karartı vardı ve kendisini geçmeye çalışıyordu. Hızla başını çevirdi. Bir at !..

Yekta:

“ Kim ola ki? Nereden çıktı birdenbire? Neyse kim olduğu beni ilgilendirmez. Önemli olan beni geçmek üzere olması.İşte buna izin vermem!..Şimdiye kadar kimse bana toz yutturamadı. Tempoyu biraz arttırayım, bakalım ne yapacak? “ diye düşündü. Yekta’nın gölgesini geçmek için verdiği uğraş bütün bir gece boyu devam etti. Sabaha karşı karanlık yerini aydınlığa bırakırken Yekta’nın gölgesi silinip gitti. Bir aralık, kafasını sol tarafına çeviren Yekta onu göremedi. Sağına baktı, yine yok. Arkasına baktı, gerilere daha gerilere baktı. Rakibinin olağanüstü tempoya ayak uyduramayıp yarışı bıraktığını zannetti. Hızını yavaş yavaş azalttı.

Yekta hafif bir tempo ile koşmaya bir saat kadar daha devam etti. Yarışın yapılacağı şehrin işte ilk evleri gözükmeye başlamıştı. Yekta yolda rastladığı bir sütçü beygirine at yarışlarının yapılacağı hipodromun nerede olduğunu sordu. Tarif edildiği üzere yoluna devam etti. Göğsü gururla kabarmış olarak, başı dimdik vaziyette, şehrin ana caddesinden geçerken arabalar durmuştu ve yol kenarındaki insanlar gazetelerde, dergilerde birçok defalar resmini gördükleri, hakkında yazılan yazıları okudukları bu şahane tayı çılgınca alkışlıyorlardı. Hipodromun kapısının açık olmasından yararlanan Yekta, içeriye girdi. Biraz sonra koşu pistine çıkmıştı. Altı gün sonraki ülke birinciliği koşusu burada yapılacaktı. Ağır adımlarla koşu pistinde tur atan Yekta o yarışta birinci olmayı düşünüyordu mutlaka.

Yekta’yı getiren kamyonun devrildiğini haber alan sahibi olay yerine gelmişti. Sürücü ile seyis yaralı olarak hastaneye kaldırıldılar. Yekta’nın sahibi sabah olunca Yekta’yı aramaya koyuldu ve onun hipodroma geldiğini haber alınca oraya gitti. Hipodromun kapısından içeriye giren Yekta’nın sahibi Yekta’yı koşu pistinde ağır adımlarla koşarken görünce “ Yekta… Yekta…”diye bağırarak piste fırladı. Hızla koşarak Yekta’ya yetişti ve onun boynuna sarıldı. Yekta neden sonra durumun farkına vardı. Sahibi onu bu yabancı şehirde aramış ve bulmuştu.

Yekta’nın sahibi Yekta’yı bir arkadaşının yarış atı çiftliğine götürdü. Yorgun durumdaki Yekta o günü ve ertesi günü dinlenerek geçirdi. Daha sonra koşu antrenmanlarına başlayan Yekta üç gün içinde eskisinden daha iyi bir form tuttu. Artık hazırdı ve birincilik için en şanslı kendisini görüyordu.

Yekta yarış günü kasırga gibi esti. Daha ilk metrelerde yaptığı korkunç atakla öne geçti. Çılgın gibi koşuyordu. Türkiye’nin en iyi yarış atları onun sürati karşısında çaresiz kalmışlardı. Açık farkla ve rekor bir dereceyle yarışı birinci olarak bitirdi. Bu birincilik onun pratik ile teoriyi en iyi şekilde birleştirmesiyle oluşmuştu. Sonuç olarak, mükemmele ulaşmış ve geçilmez ünvanına sahip olmuştu.

 
Yazan: Serdar Yıldırım

Çevrimdışı ipek2203

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.649
  • 16.348
  • 4.649
  • 16.348
# 15 Nis 2013 10:34:36
çok güzel çalışmalar değerli öğretmenim emeğinize ve yüreğinize sağlık

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK