Kaldır başını gözüne bak, Van Gogh sarısı bir güneş doğmuş, her bir kirpiğine değiyor ışığı.
Küçük adımlarla yürüyorsun patika bir yolda ve birazdan vadinin ardından ilk defa görünecek deniz.
Bir ara burnuna fırından yeni çıkmış ekmeğin kokusu gelecek, kokunun peşinden gitmek isteyeceksin.
Üzerine adını yazdırdığın bardaklarda sunulan kahvelerin kokusu verebilir mi sana, dumanı üzerinde tüten bir ekmeğin kokusundaki huzuru?
Sütlü kahve deri koltuğuna yaslanıp kitap okumak mı daha güzeldir sence, denizi gören bir yerde gölgesinde dinlendiğin ağacın altında okumak mı?
Trafiğe kapatılan turistik bir caddede yürümeyi değişir misin, bir buğday tarlasında ekinler arasında yürümeye?
Güzel olan her şeyi kaybediyoruz zamanla, asıl değer vermemiz gereken şeylerin değersizleşmesine izin veriyoruz. Albenili hallerine aldanarak…
Farsçada bir deyim var: Vernem nihaden…
Manası, birini öldürüp gömmek ve izleri belli olmasın diye üzerinde çiçek yetiştirmek.
İşte biz de tam olarak bunu yapıyoruz el birliğiyle. Güzel olan her şeyi öldürüyoruz bir bir ve öldürdüğümüz anlaşılmasın diye süslüyoruz onu.
Bunu doğaya da yapıyoruz, insanlara da.
En çok da sevdiklerimize… ‘Sen benden çok daha iyilerine layıksın’ gibi armağan süsü verilen vedalarda olduğu gibi.
Biz fizik kanuna göre seni kendine doğru kuvvetle çeken bir şeyden uzaklaşmak istersen, etrafında dönmeye başlarsın.
Sanırım bu sebeple kaçmak istedikçe bu değişimden, sürekli onun eşiğinde buluyoruz kendimizi.
Hatırı kırk yıl olan bir fincan kahvenin değeri kalmadı gözümüzde, yeni nesil ‘hatır’ kelimesinin sözlük anlamını bile bilmiyor belki de.
Sıvası dökülmüş evler gibiyiz aslında, tuğlalarımız gözüküyor ve akıyor yağmur suları çatı aralıklarından.
Nem yavaş yavaş çürütüyor duvarlarımızı, hala ayaktaysak eğer yıkılacak yer bulamadığımızdan.
Fark etmiyoruz da içinde bulunduğumuz vahim durumu, aynalar her daim güzelliğimizi gösteriyor bize.
Rujumuz taşmış mı diye bakıyoruz mesela, allığımız fazla kaçmış mı diye.
Dışımızı süslemekten, içimizdeki boşluğu doldurmaya değil, fark etmeye bile sıra gelmiyor.
Bir manavın gelip de biri alana kadar önlüğüne silerek parlattığı kırmızı elmalar gibiyiz.
Öylesine iştahlı gözüküyoruz ki, o manav tezgâhına bakan birinin bizi almaması imkânsız.
Ama ilk ısırıkla birlikte kararmaya başlıyoruz, ortaya çıkıyor bu küçük oyunumuzun boyası.
Aslında farkındayız gittiğimiz yolun kötü bir yere çıktığının, ama cam kenarına oturmuşuz ve manzaramız güzel diye devam ediyoruz gitmeye.
Peki, nereye kadar böyle gideceğiz dersin?
Zeki Müren’in “Durdurun uçağı inecek var!” çıkışı gibi, “Durdurun dünyayı inecek var!” çıkışı mı yapmalı?
Mahalle maçı değil ki bu, canın istediğinde çıkabilesin oyundan!
Yola çıkmadan fark etmeli nereye varacağını ve mümkünse dönebilecek bir yere gitmeli.
Yol arkadaşları hainleşmeden dönebilmeli yurduna geri.
Behrengi gibi inanıyorum buna ben de: Dünyayı küçük kara balıklar kurtaracak!