Kardeşlik Hikayeleri - Serdar Yıldırım

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
20 Eyl 2023 17:08:25
KORKAK TAVŞAN
Orman kenarında bir Korkak Tavşan yaşarmış. Geceleri gizlendiği ağaç kovuğundan hiç çıkmazmış. Uyurken korkulu rüya gördüğü zamanlar kan ter içinde uyanır rüyasında gördükleri sanki gerçekten oluyormuş gibi titrer dururmuş. Günlerden bir gün yuvasından fazla uzaklaşmadan yiyecek aramaya çıkmış. Dört beş adım atıp çevresine bakınır tehlike olmadığına kanaat getirir öyle ilerlermiş. Ceviz ağacının dalından bir ceviz Korkak Tavşan’ ın yanı başına düşmesin mi? Korkak, neye uğradığını şaşırmış. Aklı başından gitmiş. Gerisin geriye dönüp arkasına bile bakmadan can derdiyle koşarak yuvasına gelmiş. Kapının sürgülerini takıp yatağın altına saklanmış.
Korkak Tavşan’ ın daldan düşen bir cevizden kaçtığını Bilge Tavşan görmüş. Yerden cevizi alıp cebine koymuş. Korkak Tavşan’ ın yuvasına gelmiş ve kapıyı çalmış:  “ Tavşan kardeş kapıyı açar mısın? Ben geldim. Ben Bilge Tavşan’ım. Seninle konuşmak istiyorum. “
Korkak Tavşan Bilge Tavşan’ ın sesini duyunca rahatlamış. Gizlendiği yatağın altından çıkmış. Kapının sürgülerini çekip kapıyı açmış:   “ Hoş geldin Bilge Tavşan..Buyurun gelin içeriye size havuç ikram edeyim..”

Ev sahibinin getirdiği havuçlar yenilmiş. Oradan buradan konuşulmuş. Derken Bilge Tavşan asıl konuya geçme zamanının geldiğine karar verip karşısındakini incitmemeye, gururunu kırmamaya, üzmemeye dikkat ederek şöyle demiş:  “ Sevgili tavşan kardeş, bundan bir saat kadar önce orman kenarında gezintiye çıkmıştım. Biraz ileride sizi gördüm geliyordunuz. Birdenbire geriye dönüp koşmaya başladınız. Niçin? Acaba ne oldu? Diye merak ettim. Geçerken uğrayıp sorayım dedim. “
Korkak Tavşan ezile büzüle:  “ Şey, Bilge Tavşan “ demiş. “ Ağaçtan üstüme bir aslan atladı.Yan tarafıma düştü. İkinci hamleyi yapmasına fırsat bırakmadan kaçtım. “
Bilge Tavşan: “ Sen hiç merak etme tavşan kardeş. Ben o aslanı yakalayıp cezasını verdim. İşte burada…” demiş ve cebinden çıkardığı cevizi tabağın içine bırakmış.
Korkak Tavşan: “ Aaa!..Bu aslan değil ama bu bir ceviz…” demiş.
Bilge Tavşan: “ Tavşan kardeş ceviz ağacının yanından geçerken daldan bu ceviz düştü. Her an karşına bir aslan veya bir yılan çıkacakmış gibi dört beş adımda bir durup bakınarak yürürken daldan düşen bu cevizi sana saldıran aslan zannettin. Gereğinden fazla korktun. Dikkatli olmak tehlikelerden belli ölçüler içinde sakınmak gerçekten her zaman her yerde faydalıdır. Fakat çeşitli alışkanlıklarda olduğu gibi korku eyleminde de aşırıya kaçmak fazla önem vermek doğru değildir. Hepimizin korktuğu bir şeyler vardır. Korkulması gereken bize zararlı olabilecek durumlar sayılamaz. Korku, beyinde düşüncedir, kurtulursun. Evet, sevgili tavşan kardeş artık yalnız değilsin. Ben varım. Sana yardım edeceğim ve ikimiz el ele verip bu korkaklık illetini söküp atacağız. Var mısın? “ demiş ve elini uzatmış.
Korkak Tavşan: “ Varım Bay Bilge. Bundan sonra korku kelimesini aklımdan sildim. Korkmayacağım işte ne olacaksa.” demiş ve Bilge Tavşan’ ın elini sıkmış.
Aradan bir yıl geçmiş. Korkak Tavşan artık ormanda yokmuş yerine Cesur Tavşan varmış. Üstün cesareti sayesinde “ Tavşanların Başkanı “ olmuş. Ormandaki hayvanlar arasındaki konuşmalarda bazı hayvanlar gecenin karanlığında ormanın derinliklerinde bir tavşanı yalnız başına dolaşırken gördüklerini yeminler ederek anlatırlarmış.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Korkak Tavşan - Serdar Yıldırım - Sıradışı Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 - 16 sayfa
Masal Sepeti - Yakamoz Çocuk - Yayın Yılı: 2014 - Sayfa: 373-386
Nar Kokulu Masallar - Yakamoz Çocuk - Yayın Yılı: 2015 - Sayfa: 281-293
İnternetten bulup alıyorlar. İşin parasal yönü yoktur. Benim amacım, okuyucuya güzel eserler sunmaktır.

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 20 Eyl 2023 17:10:01

LEPİSTES - BETA VE GROMİ'YE KARŞI
Okan, on yaşında bir çocuktu. Süs balıklarına meraklıydı. Evlerinde bulunan akvaryumda pek çok türden süs balığı bulunuyordu. Bir gün Okan’ın eline süs balıklarıyla ilgili bir kitap geçti. Bu kitabın bir sayfasında gayet güzel bir balık dikkatini çekti. Balığın resmi altında Beta diye yazıyordu. Diğer süs balıklarına oranla biraz iriceydi. Beta kesinlikle akvaryumdaki balıkların arasına bırakılmaz, akvaryum kenarına tespit edilmiş, yarıya kadar su dolu küçük bir kavanoz içinde bekletilirmiş. Mümkünse ayrı bir akvaryuma konması daha iyi olurmuş. O akşam Okan, babasına, Beta’dan bahsetti, kitaptaki resmi gösterdi ve bir Beta’nın akvaryumlarına çok yakışacağını söyledi. Bunun üzerine babası hafta sonunda bir Beta alacağına dair Okan’a söz verdi. Beta’yı aldıktan sonra Okan akvaryumla daha çok ilgilenmeye başladı. Beta, tek başına kuzu gibi duruyordu. Okan da onu seyrediyordu. Akvaryumdaki balıklar kavanozdan uzak geçiyorlardı. Bakışları ürkütücüydü Beta’nın, duygusuzdu, nedensiz kin ve nefret doluydu.

Beta’nın alınışı bir ay olmuştu ki, Okanlar on beş günlüğüne yazlığa gittiler. Yazlığa gitmeden önce Okan, Beta’ya ve akvaryumdaki balıklara tatil yemlerinden birer tane verdi. Bu tatil yemleri onların on beş günlük besin ihtiyaçlarını karşılardı. Aradan birkaç gün geçince Beta huysuzlaşmaya başladı. Son derece sinirli hareketler yapıyordu. Giderek bu sinirli hareketler sıçrama şeklini aldı. Kavanozdan akvaryuma geçmek istiyordu. Akvaryumdaki balıklar Beta’nın niyetini anlamışlar ve toplu olarak uzak bir köşeye sinmişlerdi. Beta bu tarafa geçerse korkunç son kaçınılmazdı. Birini bile sağ bırakmazdı Beta, can korkusuydu bunun adı.

Nihayet beşinci gün Beta amacına ulaştı. Kavanozdan bir sıçrayışta akvaryuma geçti. Beta’nın üzerlerine doğru geldiğini gören balıklar çil yavrusu gibi dağıldılar. Birkaç saniye içinde dört beş balığı hakladı Beta, birkaç dakika sonra otuzdan fazla balık, yarı parçalanmış halde, akvaryumun dibinde cansız yatıyordu. Ertesi gün Beta, zafer kazanmış bir kumandan edasıyla göğsünü germiş, gururla yüzüyordu akvaryumda. O, bütün gece gözünü kırpmamış, son kalan birkaç balığı saklandıkları yerden çıkararak parça parça etmişti. ‘ Oh be, şimdi rahatladım…’ diye düşündü Beta. ‘ Balık malık kalmadı akvaryumda. Onlar yok artık, ben varım, sadece ben…’
Beta, aniden düşünmeyi bıraktı. Hızla geriye döndü. Minicik bir su kabarcığının akvaryumun yüzeyine doğru yükseldiğini gördü. Az önce duyduğu ses buydu demek. Beta akvaryumun dibindeki küçük bir kayanın kovuğuna bir gözünü yanaştırdı. İşte o zaman akvaryumda yalnız olmadığını gördü. Kovukta bir lepistes vardı ve ona bakıyordu: “ Çık oradan dışarı..” diye bağırdı Beta. “ Çık dedim sana oradan, çık dışarı kozumuzu paylaşalım..”

Lepistes:  “ Ben şimdi buradayım ve sen istiyorsun diye dışarı çıkacak değilim. Yani senin demenle ben dışarı çıkmam. Kozumuzu paylaşalım diyorsun, ne kozuymuş bu? 
“ Çık dışarı kapışalım. Kim güçlüyse o galip gelir. “
“ Ya ben seninle kapışmak istemiyorsam, zorlayabilir misin beni buna?.. “
“ Pekala da zorlarım. Bir bakıma mecbursun. “
“ Mecbur muyum? Peki neden? “
“ Çünkü ben öyle istiyorum. Nerede karşıma bir balık çıksa saldırırım. Ne yapayım, böyle yaratılmışım ben. “
“ Böyle yaratılmış? Daha neler? Bana bak Beta, sen kalbinin sesine değil, aklının sesine kulak ver. O, dürtsün dursun seni, git saldır, git parçala diye. Sen hayır de, karşı çık. O, yine rahat bırakmayacaktır seni. Bu kez de saldırıver, parçalayıver, bir tanecikten ne çıkar diyecektir. Çok şey çıkar Beta, çok şey çıkar. Bir iki derken, tekrar onun her dediğini yapmaya başlarsın, onun oyuncağı olursun, o da seni kurar durur. “

“ Kalbimdeki o dediğin nedir? Kalbime nasıl girmiş? “
“ Bak Beta, kalbi olan her canlı dünyaya gelirken kalbinde iki şey bulundurur. Bunlardan biri iyiliği, diğeri kötülüğü emreder. Sen iyi sözler söyler, iyi davranışlar gösterirsen, iyi tarafın artı puan kazanır, gelişir, kötü tarafın ( yani o ) eksi puan alır, küçülür. Hep iyi olursan, kötülük nedir bilmezsen, kalbin iyiliklerle dolar, iyi kalpli, temiz kalpli olursun. Kalbin beyazlaşır, düşündüklerin berraklaşır. “
“ Kalp beyazlaştı diyelim, bu durumda o yok mu oldu? “
“ Hayır Beta, o hiçbir zaman yok olmaz. Onu kalpten söküp atmak mümkün değildir. Sadece çok küçülmüştür ve bir büyük beyazlığın kenarında bir küçük kara leke olarak varlığını sürdürür. Devamlı olarak hareket halindedir. Dürter seni, yalvarır. ‘ Ne olur şu kadarcık sözden bir şey olmaz, söyleyiver efendi..’ der. İyi taraf karşı çıksa ‘ Hayır efendi, söyleme. Karşındakiyle alay etmiş olursun. Alay etmek büyük günahtır. Büyük günahların affı yoktur. ‘ diyerek, o hemen araya girer. ‘ Efendiciğim, söyleyiver olsun bitsin, deyiver, hadi söyleyiver. ‘Eğer onun sesini duymamazlıktan gelir de, karşındakine kötü bir söz söylemezsen o sana küsmez, bir başka olayda seni yanlış yönlendirmek için fırsat kollar. Bir de devamlı olarak yanlış yapıp da yaptıkları yanlışları kabul etmeyenler, doğru olduğunu söyleyenler var. Bunlara tavsiyem şu olacak: Bilgiçlik taslamayın. Önce iyilik nedir, nasıl iyi olunur, iyi biri olmak için gerekenler nelerdir…bunları güzelce bir öğrenin sonra kendi davranışlarınızla kıyaslayın. “

Lepistes sözlerini tamamlayınca Beta sessizce oradan ayrıldı. Su seviyesinin orta kısmında akvaryumun bir başından, bir başına yüzmeye başladı.
“ Lepistes iyi tarafın artı puanından söz etti, giderek, kalbin beyazlaştığından bahsetti. Lepistes iyi bir balıktı ve  iyilikleri anlattı yani kendini anlattı. Devamlı kötülük peşinde koşanların kalplerinin kararacağından, kapkara olacağından söz etmedi yani benden söz etmedi. Korktuğu için değil ama bir kötü sözü ağzına almaktan çekindi ve bana katil balık diyemedi. Lepistes konuşurken susan kalbimdeki o, şimdi bana devamlı olarak  ‘ Kovuktaki küçük balık bizden değil, dışarı çıkarsa, aman verme, gagala onu Beta, gagala.. ‘ deyip duruyor. Lepistes kovuktan çıksa, büyük bir ihtimalle, bu çağrıya dayanamazdım. Dur bakayım. Kalbinin sesine değil, aklının sesine kulak ver dediydi. Demek ki, benim kalbimde beyazlık yok,  iyi taraf kalmamış. Benim iyi bir balık olmam artık imkansız. O zaman bu akvaryumu lepistese bırakıp çekip gitmeliyim. Evet, çekip gitmeliyim.”
Beta “ Affet beni lepistes, affet beni…” diye bağırdıktan sonra akvaryumun dışına sıçradı.  Günler sonra Okanlar yazlıktan döndüler. Okan, akvaryumun yanına geldiğinde rengarenk, salına salına yüzen lepistesten başka canlı balık kalmadığını üzülerek gördü. Beta, yerde cansız yatıyordu.

Okan derin üzüntülerle kahrolduğunu hissetti. Dizlerinin üstüne çöktü, kafasını elleri arasına aldı ve bütün kuvvetiyle sıktı. Nasıl bu derece korkunç bir hata yapmıştı. Beta gibi öldürerek yaşayan bir balığı akvaryumun yanına koymuştu. Beta nasıl becerdiyse kavanozdan akvaryuma geçmiş ve balıkların hepsini parçalamıştı. “ Hayır, hepsini değil, yanlış görmediysem sağ kalan bir lepistes var. Beta’ya karşı lepistes…Arada büyük güç farkı var. Üstelik Beta akvaryumun dışında? Neyse, ölü balıklar kokmuş ve zehirli gaz yayıyordur. Lepistes bari ölmesin, onu kurtaracağım.”
Okan bunları düşündükten sonra ayağa kalktı. Aynı anda Okan’ın anne ve babası odaya girdi. Okan onlara durumu anlattıktan sonra su dolu bir kavanoza lepistesi koydu. Akvaryumu temizledikten sonra, su doldurup ilaçladı. Bir süre bekleyip lepistesi akvaryuma bıraktı. Lepistes sağa - sola bakındı ama  balık göremedi. Belli ki akvaryumda yalnız başına yaşayacaktı.

Aradan iki hafta geçti. Bir öğle vakti Okan elindeki su dolu torba içinde sürüyle balıkla odaya girdi. Lepistes yalnızlıktan kurtulacağı için sevindi. Günler birbiri ardına geçip giderken lepistes akvaryumdaki balıklarla güzel arkadaşlıklar kurdu. İyi olaylardan söz etmesi onun sevilmesine neden oldu. Bir gün lepistesin Beta’dan bahsetmesi ve onunla arasında geçenleri anlatması iyi olmadı. Balıklar arasında bir gromi balığı vardı ve bu hırçın balık lepistesin anlattıklarından hoşlanmamıştı.
Bir gün Okan ders çalışıyordu. Akvaryumdaki balıklar arasında Okan’ın ne yaptığına dair tartışma çıktı. Kılıç balığı, Okan’ın, kitaptaki harflere bakarak uyumaya çalıştığını, yazarken bir başka günün uyku programını hazırladığını, silerken uykusunu sildiğini söyledi. Japon balığı, Okan’ın kitaba bakarak boyunu uzattığını, yazarken kilo aldığını, silerken kilo verdiğini söyledi.

Lepistesin fikri ise şöyleydi: Okan kitaba bakarak öğreniyor, yazarken öğrendiklerini yazıyor, silerken yanlış yazdıysa onları siliyordu. En doğrusunu ben biliyorum diyen gromi, Okan’ın kitaba bakarken dudaklarının kıpırdadığını, ağzının oynadığını, bundan dolayı yazdıklarını yediğini, yazarak yiyecek ürettiğini, güzel olmadıysa silerek yok ettiğini söyledi. Balıkların çoğu, kılıç doğru söylüyor, en büyük Japon, var mı gromi gibisi deyip onları alkışlarken kimsecik lepistesten yana çıkmadı. Yakın arkadaşları bile desteklemedi. Akvaryumdaki balıkların üçe bölünmesi tartışmayı giderek kızıştırdı. Yüksek sesle fikrini açıklayanlar çoğalınca, bu ortam bana göre değil. Kavgalı, gürültülü yerlerden hoşlanmıyorum, diye düşünerek akvaryumun bir başka köşesine doğru yüzmeye başladı.

Gromi, lepistesin uzaklaştığını görünce harekete geçti. Günlerdir bu anı beklemişti. Akvaryumu hükmü altına almak, balıkları istediği gibi yönetmek istiyordu. Diğer balıkların içinde karşı çıkacak karakterde balık yoktu. Lepistes öyle değildi. Dış görünüşünden pek bir şey belli olmuyordu. Sıradan bir balık sayılırdı. Tam işi sertliğe döküp hükümdarlığını ilan edeceği sırada lepistesin Beta olayını anlatması ilk anda canını sıkmıştı ama iyi olmuştu. Neredeyse baltayı taşa vuracaktı. Daha sonra lepistes ilgi odağı haline gelmiş, devamlı olarak onu göz hapsinde tutmuştu. Gün gelir lepistesi haklardı. Bunun için uygun zamanı kollamıştı. İşte o zaman gelmişti. Gromi hakaret dolu cümleler söyleyerek lepistesin üstüne gitti. Lepistes, grominin yaptığına bir anlam veremedi. Gromiden yana döndü ve onu beklemeye başladı. Gromi, lepistesin burnunun dibine kadar sokuldu ama lepistesin korkmamasına çok şaşırdı.
Gromi:  “ Beni bir şeye benzetemedin galiba? “ diye bağırdı. 
“ Sen bir şeye mi benziyorsun? “ dedi lepistes.
“ Hayır, iki şeye benziyorum. Ne güzel tartışıyorduk, niye kaçıyorsun? “
“ Tartışma giderek büyüyordu, sonu kavgaydı. “
“ Kaçtın da kavgadan kurtuldun mu sanki? “
“ Bak gromi, ben kavgadan korkmam. Bana sataşan olursa önce uyarırım. Pişman ve perişan olacağını hatırlatırım. Şimdi seni uyarıyorum. Az önce söylediğin sözler için özür dile. Bu konuyu kapatalım. “
“ Sen kimsin de benim özür dilememi istiyorsun..” diyen gromi lepistese doğru hamle yaptı. Lepistes ondan böyle bir hamle beklediği için hazırlıksız yakalanmadı ve grominin hızla dönerek savurduğu kuyruğundan kurtulduktan sonra  dişlerini grominin kuyruğuna geçirdi.
Bunun üzerine daha da hırslanan gromi sağa – sola kuyruğunu sallamasına karşın lepistesten kurtulamadı. Aradan zaman geçtikçe gromi yoruldu ve akvaryumun dibine çöktü. Olayı hayret dolu bakışlarla seyreden Okan oturduğu yerden kalktı ve kuyruğu parçalanmış, yüzemeyecek durumda olan gromiyi akvaryumdan alarak:  “ Kavgasız günün geçmiyordu. Sataşmadığın balık kalmadıydı. Ne yapacak diyerek seni takip ediyordum. Sonunda belanı buldun. Haydi, git bahçede yüz “ dedi ve gromiyi pencereden dışarı attı. Bir daha Okan akvaryuma yabancı balık koymadı ve akvaryumdaki balıklar lepistesin önderliğinde gül gibi geçinip gittiler.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım - 1992

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 20 Eyl 2023 17:11:50

KELOĞLAN MÜCEVHER AĞACI
Zaman gelmiş, zaman geçmiş. Günler gelmiş, aylar geçmiş. Aylar gelmiş, yıllar geçmiş. Keloğlan yirmi iki yaşına girmiş, nereden duyduysa adını duymuş, kafasında iyice yer etmiş, mücevher ağacını bulmak üzere yola çıkmış. Keloğlan gele geçe, pınardan soğuk su içe, yolu bir ormana düşmüş. Ormanın adını sorarsanız, Keloğlan bilmez, bana sorarsanız ben hiç bilmem, ağaçlarla dolu bir yermiş. Keloğlan sağına bakmış ağaç, soluna bakmış ağaç, gitmiş gitmiş hep ağaç. Bu durum kafasında şöyle bir çağrışım uyandırmış: Bu ağaçlar, topraktan çıktığına göre, ağaçları toprağın saçları sayarsak, bu orman saçlı bir adamın başına benzer. Saçları olmayan kel birinin başı, ağaçsız bir toprağa benzediğine göre, bu ormana Keloğlan Ormanı demek doğru olmaz.

Keloğlan, ormanda yolunu kaybetmemiş ve ağlamayan, on sekiz yaşında genç bir kızla karşılaşmış. Keloğlan sormuş:  “ Güzel kız, ormanda kayboldun mu? Anan, baban nerede? Hangi köydensin? Söyle de seni köyüne gö türeyim. “
Bunun üzerine genç kız şöyle demiş:  “ Bu ne soru kalabalığı böyle? Ortada sincap yok, kuyruğu yok, sincabın ağırlığını tahmin etmeye çalışıyorsun. Sincap iki kilo gelse sana ne, dört kilo gelse bana ne? Gelelim çimenin faydalarına: Bu ormanda kaybolmadım. Anam, babam evdedir. Yapraklı Köyü’ndenim. Ormanın ne tarafında kalır bilir misin? “
“ Yapraklı mı? Adını hiç duymadım. Ormanın ne tarafında kalır, ne bileyim? “
“ Hani az önce seni köyüne gö türeyim falan diyordun da. “
“ Ha, doğru ya, öyle dediydim. Seni bu koca ormanda yalnız görünce öyle şaşırdım ki, ne dediğimi bilemedim. Deyiverdim işte. Kız adın ne senin, söyleyiver de bileyim. Konuşma tarzın güzel de, bir acayibime gitti. “
“ Bravo, konuşma tarzım bir kulağından girip ötekinden çıkmamış. O zaman söylediklerim iki kulağına küpe olsun. Benim adım Fatma ama erkek Fatma diye bilirler beni. Anadolu’da Fatma çoktur ama erkek Fatma deyince bir ben akıllara  düşerim. “
“ Fatma. Hem erkek hem Fatma. Ne iş? “
“ İnce iş. “
Daha sonra Keloğlan başından takkesini çıkararak şöyle demiş:  “ Fatma, söyle bakalım, ben kimim? “
Bunun üzerine Fatma sağ kaşını yukarı kaldırarak bir süre Keloğlan’ı süzmüş:  “ Dur bakalım! Yoksa sen şu Keloğlan mısın? “
“ Peh, nasıl da bildin. Ama adım ne diye sormasam, dikkatini toplayamazdın. “
Fatma, Keloğlan’ı bir kucaklamış ki, Keloğlan ayaklarının yerden kesildiğini hissetmiş.
“ Dur kız! Fatma! Bir gören olacak. Sonra ne derler? Bırak beni. “
Fatma, Keloğlan’ı bırakmış:  “ Bu ormanda bizi gören olmaz. Hem görseler bana ne? Dünyanın en ünlü macera kahramanına sarılmışım, kime ne? Vay be! Hal ve gidiş pekiyi. Durum vaziyetleri çok iyi. Çocukluğundan beri yaşadığın olayları bizim köyde hikâye diye anlatıyorlar. Bir zamanlar padişah da olmuşsun. Kaç yaşındasın? “
“ Yirmi iki yaşındayım. “
“ Yirmi iki mi? Yok canım, inanmadım. Şuna yirmi diyelim, ne dersin? “
“ Tamam, olur. Sen nasıl istiyorsan öyle olsun. Benim de işime gelir yirmi yaşında olmak. Dur bakalım, sen kaç yaşında olabilirsin? On sekiz yaşında varsın. “
“ Hey be! İşte size iyi bir tahminci. Keloğlan olsun da benim yaşımı bilemesin? Keloğlan olsun da atıp tutturamasın? Doğru bildin, on sekiz yaşındayım. Sana Keloğlan, Keloğlan diyorum ama yaşın benden ileride. Acaba adınla hitap etmeme izin çıkar mı? “
“ Sen bilirsin be, Fatma. Benim adım Keloğlan. Tabi ki, adımla hitap edebilirsin. Senden küçük beş, on yaşında çocuklar bana Keloğlan derler. Aslında adım İbrahim ama anam bile bana Keloğlan der. “
Daha sonra Keloğlan üstünde altınlar, elmaslar, zümrütler dolu olan mücevher ağacını bulmak ve onları toplayıp, fakirlere dağıtmak istediğini söylemiş.
Bunun üzerine Fatma: “ O topladıklarının bir kısmını kendine ayıracaksın, değil mi? “ diye sormuş.
Keloğlan: “ Yok, öyle şey yok. Bir tekini bile kendime ayırsam elime yapışır. “
“ Ben de seninle gelsem, kendime bir kese altın, elmas, zümrüt alabilir miyim? “
“ İstersen al, sana karışmam ama benimle gelmene anan, baban izin verir mi? “
“ Bunun kolayı var. Bizim köye gideriz, izin isteriz. Köydekiler, meşhur Keloğlan’ı görürler. “

Köyde, Keloğlan coşkulu bir şekilde karşılanmış. Eğlenceler düzenlenmiş, ziyafetler verilmiş. Fatma’nın Keloğlan’la gitmesi için, izin çıkmış. Keloğlan dönüşte bu köye uğrayacağına dair köylülere söz vermiş. Köyden ayrıldıktan sonra, Fatma’nın elinde çuval olması, Keloğlan’ın dikkatini çekmiş. Keloğlan sormuş:  “ Fatma, o çuval nedir? Neden onu gö türüyorsun? “
“ Mücevher Ağacı’ndan kendime ayıracaklarımı buna dolduracaktım. “
“ Ne, buna mı? Bu dünyanın mücevherini alır, taşıması sorun olur. Bu dolunca belki geriye bir avuç mücevher kalır. “
“ Tamam işte. Sen de o bir avuç mücevheri bizim köyde dağıtırsın. Dünyada benden fakir insan bulamazsın. Tek dikili fidanım bile yok. On sekiz yaşındayım, çeyiz bohçamda bir parça kumaş yok. Bohça bomboş. Çuval mücevher dolu olunca bana tüy gibi hafif gelir. “
Keloğlan, Fatma’nın uyanıklığına ve sirke gibi keskin zekâsına hayran kalmış. Keloğlan ile Fatma, dağ-taş yürümüşler, kasabalardan, köylerden geçmişler, soğuk sulardan içmişler ve sonunda içinde mücevher ağacının bulunduğu kutsal toprakların yakınındaki bir köye gelmişler. Keloğlan köydekilere durumu anlatmış. Köydekiler, buna çok sevinmişler. Keloğlan ve Fatma’nın yanına yol gösterici olarak Hasan’ı verip,  yola çıkmasını öğütlemişler. Keloğlan dönüş yolunda nasılsa bu köyden geçecekmiş. Keloğlan’ın bu köyde dağıtacağı mücevherler şimdiden göz kamaştırmış.

Mücevher Ağacı bu köye çok yakınmış ama bu köyden birinin mücevherleri dalından koparması yasakmış, çünkü o zaman Mücevher Ağacı’nın kuruyacağına inanıyorlarmış. Köydekiler, her gittikleri yerde Mücevher Ağacı’nı anlatırlar, yerini tarif ederlermiş. Mücevherler toplandıkça yenisi çıkarmış.
Keloğlan, oradaki köyden Hasan’ı aldıktan sonra, Fatma ile birlikte yola çıkmışlar. Üçü birlikte ileri doğru yürümüşler. Daha sonra bir dereye varmışlar.
Köylü Hasan: “ İşte geldik. Bu derenin adı Hırçın Dere. Dereyi geçtik miydi, kutsal topraklar başlıyor. “
Fatma: “ Hırçın Dere dedin de, bu derenin neresi hırçın? Sakin sakin akıp gidiyor.”
Köylü Hasan: “ Fatma, sen onun adına aldanma. Adı hırçındır ama akışı hırçın değildir. Sessizce akıp gider. Kendimi bildim bileli adı  Hırçın Dere’dir. Eskiler adına öyle demişler. Dereye girmeden paçaları sıvayalım. Korkmayın, bu derenin en derin yeri diz boyunu geçmez. “
Derenin karşı kıyısına ulaştıklarında köylü Hasan: “ Buradan ilerisi göz alabildiğince kutsal topraklardır. Mücevher Ağacı, Uzun Dede türbesinden ileridedir.
Fatma: “ Neden adına Uzun Dede demişler. Boyu iki metre var mıymış?
Köylü Hasan: “ Uzun Dede çok eskiden yaşamış. Boyu iki yaşındayken iki metreymiş. Yirmi yaşına gelince yirmi metre olmuş, artık uzamamış. Altı yüz yaşını aşkın ölmüş. Yedi yüz, sekiz yüz hatta bin yaşında ölmüş diyenler var. “
Fatma: “ Gerçekleri araştırsaydın. Bilgi, belge bulsaydın. Bakalım bunlar doğru mu? “
Köylü Hasan: “ Herhalde doğrudur. Öyle gelmiş, böyle gidiyor. Bazı şeyleri değiştirmeye çalışıp kendimi zorlayacağıma, öyle olduğuna inanıvermek kolayıma gitti. Ne anlattılarsa, ne duyduysam peki dedim. Temsilde, tek başıma bir orduyla savaşacağıma, ordunun saflarına katılıverdim, oldubitti. “
Fatma: “ Sence bir kişi, bir orduyu yenemez mi? “
Köylü Hasan: “ Belki karşı durabilir ama ne zamana kadar? Koskoca bir ordu bir kişiye yenilmez. Bundan ötesine benim aklım ermez. Her neyse artık kutsal topraklar üzerindeyiz. Bu kutsal topraklar da tüm yorgunluğumu aldı. “
Fatma: “ Bu toprağın derenin ötesinde kalan topraktan ne farkı var? İkisinin de üstü çayır, çimen, üzerinde ağaçlar var. Böcek, karınca bunda da var, onda da var. Ya ikisine kutsal de, ya da ikisine deme. Toprak işte, kutsallık bunun neresinde? “
Köylü Hasan: “ Toprağın ikisi de toprak fark yok ama bu kutsal topraklarda Uzun Dede doğmuş, büyümüş. Toprağın her zerresinde, onun ayak izleri varmış. Buralarda basmadık yer bırakmamış. Onun için buralara kutsal topraklar denmiş. Kutsal adamın bastığı yerler kutsal sayılır. “
Fatma: “ Uzun Dede de mi kutsalmış? “
Köylü Hasan: “ Tabi kutsalmış. “
Fatma: “ Buna inanayım mı? “
Köylü Hasan: “ İnanırsın, inanmazsın. Bu sana kalmış. Seni zorlayan yok. Paşa gönlün bilir.”
Fatma: “ İnanmazsam cezalandırılır mıyım? “
Köylü Hasan: “ Cezalandırılmazsın. Kimse sana ceza kesemez. Kutsallık sadece fikirde, düşüncede vardır. Böyle konularda zorlama olmaz. Şudur, şöyledir, başka fikir öne süremezsin, değişik düşünemezsin, diyerek kimse kimseyi kandıramaz. “
Fatma: “ Hasan Ağa, Uzun Dede zamanında yaşamak ister miydin? Her gün görüşürdünüz, konuşurdunuz. Kim bilir sana neler anlatırdı? Hizmetinde bulunurdun ve sevgisini kazanırdın. “
Köylü Hasan: “Nerede bende o şans? Keşke eski zamanlarda yaşasaydım ve Uzun Dede’ye can yoldaşlığı yapsaydım. Artık bu mümkün değil. Ölen dirilmeyeceğine, Uzun Dede geri gelmeyeceğine göre, imkânsız konulardan bahsetmeyelim. Fatma istersen imkânlı konulardan bahsedelim. Bilir misin Uzun Dede pek çok keramet göstermiş. Bir keresinde, buralarda kuraklık olmuş. Halk, toplanıp Uzun Dede’ye gitmiş ve yağmur yağdırmasını rica etmiş. Uzun Dede, es demiş, rüzgâr esmiş, yağ demiş, yağmur yağmış. Bir keresinde, parmağını toprağa sokmuş, su fışkırmış. Yirmi metrelik Uzun Dede’nin parmağı bir metreymiş. Sonradan oraya çeşme yapmışlar. Yolumuzun üstünde, aradan kaç yüzyıl geçmiş hala akıyor. Birer tas su için, bakın Uzun Dede Pınarı’nın suyu kendinden tatlıdır. Ne oldu Fatma, bakıyorum sesin kısıldı. Buna da yalan desene. “

Keloğlan, Fatma ve köylü Hasan, Uzun Dede Pınarı’nın suyundan bolca içmişler. Su, şerbet gibi tatlıymış. Daha sonra köylü Hasan ayağa kalkmış ve şöyle demiş: “ Arkadaşlar, sizinle sohbetin tadına doyum olmuyor ama buraya kadarmış. Bundan sonra yola bensiz devam edeceksiniz. Patika yol, sizi Mücevher Ağacı’na gö türür. Dönüş yolunda başka yol aramayın. Bu, zaman kaybı olur. İlla ki, bizim köyden geçeceksiniz. Ee beni de bolca görürsünüz. Her attığım adımın hakkını isterim. Size boşuna kılavuzluk yapmadım değil mi? “
Bunun üzerine Keloğlan: “ Tamam, Hasan Ağa. Sana bolca, sizin köydekilere azarca dağıtacağız. Sonrasında geriye bana ne kalacak da, fakirlere dağıtacağım. “
Köylü Hasan: “ İyi dedin, Keloğlan. Yalnız benden duymuş olma, ben ve bizimkiler senin elinde ne varsa sahipleniriz ama toplayıcının yanındakine karışmayız. Ondan hak iddia etmeyiz. Fatma’nın elindekiler firesiz geçer. Bilmem durumu anladın mı? “

Fatma’nın elindeki çuvalı Keloğlan’a gösterip gülümsediğini gören köylü Hasan:“ Bak Keloğlan, Fatma işin gerçeğini anlamış, sor da sana anlatsın. Yolunuz açık, çuvallarınız dolu olsun. Hemen düşün yola erken dönesiniz, sizin için yoruldum beni de göresiniz. “
Köylü Hasan’dan ayrıldıktan sonra Keloğlan, Fatma’ya dönerek: “ Fatma, gördün mü? Adamlar, işlerini menfaat üstüne kurmuş. Gidene ağam, gelene paşam diyorlar ama ceplerinin dolduğuna bakıyorlar. Bunların dümen suyuna girersen, senden iyisi yok. Altı patlar, üstü çatlar, bu fikirler, beni dörde katlar. “
Fatma: “ Kusura bakma Keloğlan, ama senin düşüncelerin eski zamanda kalmış. Keserle tahtayı kerterken, yongayı kendi tarafına toplayacaksın. Benim bu çuval ne seni, ne beni aç bırakmaz. “

Fatma’nın söylediklerini ağzı açık dinleyen Keloğlan, daha sonra Fatma’nın dile getirdiği teklifi kabul edip, Fatma ile evlenmiş. Nikâhı Keloğlan kıymış. Geceler geceleri gündüzler heceleri kovalamış. Sonunda, Keloğlan ile Fatma, Mücevher Ağacı’na varmış. Mücevher Ağacı’nın dalları zümrüt, elmas ve yakutla doluymuş.
Keloğlan’ın takkesini çıkararak Mücevher Ağacı’nın karşısına oturmasına aldırmayan Fatma, yanında getirdiği çuvalı açarak alt dallardaki mücevherleri toplamaya başlamış. Dikkatle Fatma’yı izleyen Keloğlan, Fatma’nın ne kadar hızlı hareket ettiğini görünce şaşırıp kalmış. " Ey sen hırslı insan! Şu Fatma’nın hızını görsen dilini yutardın. Be kardeşim, insan bu kadar mı hırslı olur? Bin sene değil, on bin, yüz bin sene yaşasan topladıkların sülalene yeter. Bu kadar hırs niye? “

Aradan zaman geçmiş, Fatma çuvalı doldurmuş, çuvalın ağzını bağlamış, çuvalın ipini beline dolamış. Keloğlan ağaca çıkmış, üst dallarda kalmış mücevherleri kesesine ve ceplerine doldurmuş. Dönüş yolunda Keloğlan ile Fatma, Hasan’ın köyüne uğramış. Keloğlan’ın bir karışlık kesesi, bir dakikada boşalmış. Fatma ise, Hasan’dan eşeğini bir avuç elmasa satın almış. Mücevher dolu çuvalı eşeğe yüklemiş. Keloğlan ile Fatma, günler sonra Fatma’nın köyüne varmış. Bir çuval mücevheri gören köylülerin ağzı kulaklarına kadar açılmış. Yüzlerce köylü, Fatma ile eşeğin etrafına toplanmış. Oynayanlar, zıplayanlar, takla atanlar pek çokmuş. Keloğlan kenarda, kıyıda tek başına kalmış. Buraya ilk geldiğinde iltifat edenler ortada yokmuş.
Keloğlan sol eliyle takkesini çıkarıp, sağ eliyle başını kaşımış, sonra iki elini beline dayayıp etrafına bakınmış. Demek bu köyde benim hiç değerim yokmuş, diye düşünmüş. Cebinden çıkardığı iki elması yakınındaki iki köylüye vermiş. Keloğlan elmas dağıtıyor, diye köylüler bağırmış. Köy halkı, Keloğlan’ın peşine düşmüş. Keloğlan kaçmış, köylüler kovalamış. Keloğlan ormanda izini kaybettirip, köylülerden kurtulmuş.

Ertesi gün Fatma’nın yanına gelen Keloğlan birkaç günlüğüne köyüne gideceğini ve oradaki fakirlere mücevher dağıtacağını söylemiş. Eğer yolda fakir görürsem onları boş geçmem, demiş.
Fatma: “ İyi git Keloğlan, ceplerindeki bir avuç mücevherden başka neyin var? O kadarı kime yeter. “ demiş.
Keloğlan: “ Var canım, olmaz olur mu? Sen çuvalı doldurur gelirsin de Keloğlan o kadarcık mücevhere kanar mı? Bak mintanımın altı mücevher dolu, demiş ve mintanın üstünü çıkarmış. Yola çıkmadan önce anama iki fanilamı alttan diktirmiş ve içine cepler yaptırmıştım. Ben bu yolculuğa fakirler için çıktım ve onlara destek olacağım. İtiraf et Fatma, sen bile bu ince düşüncemi anlamadın, değil mi? “
Fatma: “ Doğru, ben bile anlamadım. Sana boşuna Keloğlan dememişler. Karlar altındaki bir köye gider, buz satarsın. Güle güle git Keloğlan, fakirlere mücevherleri dağıt, onları sevindir. Ben de bu çuvalın bir kısmını vereyim, fakirlere dağıt, bir kısmını da bu köyde dağıtacağım. Kalan yarım çuval mücevher ikimize yeter. “
“ Aslan Fatma, o bir çuval mücevheri kendine saklayacaksın diye ödüm kopuyordu. Şimdi gözümde öyle bir büyüdün ki sorma. “
Keloğlan bir gitmiş, pir gitmiş. Mücevherleri fakirlere dağıtıp, Fatma’nın köyüne dönmüş. Daha sonraki günlerde Keloğlan ile Fatma, bir konak yaptırmış ve bu konakta yaşamaya başlamış. Köye gelişleri bir yılını doldurmuş ki, bir oğulları olmuş. Adını Ali koymuşlar. Birlikte uzun yıllar mutlu yaşamışlar.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 20 Eyl 2023 17:13:00

KARDEŞ ALİ - İYİLİK TİMSALİ
Eski zamanlardan birinde Ali adında bir genç yaşarmış. Doğduğundan beri köyünden dışarı çıkmamış. Duyduğu, gördüğü, bildiği hep köyüne ait şeylermiş. Kendisi başkalarının işine karışmaz, kimse hakkında kötü söz söylemez, babadan kalma tarlayı anasıyla birlikte ekip biçer, karınca kararınca geçinip giderlermiş. Köy arazisinin yarıdan fazlasının sahibi çok zengin iki kişiymiş. Bu iki köy ağası köyde yaşayanların üç gruba ayrılmalarına neden olmuşlar.

İlk iki grup bu ağaların tarlalarında çalışan işçilermiş. Köy ağalarından birisi kendi işçilerini diğer ağadan saklar, fakat diğer ağanın işçilerini kendi tarafına çekmek için yoğun çaba sarf edermiş. Durup dururken karşı tarafın bir işçisi hakkında söylenti uydurur, bu söylentinin ağanın kulağına gitmesini sağlar, ağa ile işçisinin arasının açılmasına sebep olurmuş. Ağa taşın karşı taraftan atıldığını, söylentinin asılsız olduğunu bildiği halde karşı taraf taşı öyle bir gediğine koyarmış ki yine de şüphelenmesine engel olamazmış.

Üçüncü grup ise, kendilerine ait tarlaları bulunan, geçimlerini buralardan temin eden bağımsızlarmış. İki ağa bağımsız olanları da kendi taraflarına çekmek için uğraşırlar, bağımsızların kendi aralarında bölünmelerine sebep olurlarmış. Sadece Ali ve anası ile uğraşan olmazmış. Köy halkı Ali’yi iyilik timsali olarak görürmüş. Bu yüzden onu çocukluğundan beri Kardeş Ali diye çağırırlarmış. Kardeş Ali köy halkının birbirini çekiştirmesine, komşuların gürültülerine, kavgalarına istemeyerek kulak misafiri olur, sen haklısın, sen haksızsın diye kimse için fikir ileri sürmez, yorum yapmazmış. Yalnız kaldığı zamanlar düşüncelere dalar, “ Bu kavgalar, bu anlaşmazlıklar neden oluyor? Neden birbirlerini çekemez bu insanlar? Kavgasız yaşamak daha kolay değil mi? Anlaşsalar, anlayışla karşılasalar küçücük hataları. İncir çekirdeğini doldurmayacak şeyler için kalp kırmasalar, gönüllerini hoş tutsalar, üzmeseler başkalarını “ dermiş kendi kendine. Ararmış bu soruların cevabını. İstermiş bu durumu bütün açıklığıyla kendisine anlatabilecek birisi olsun. Belki o zaman üzüntüsü biraz hafifler, iyiliklerle dolu yüreği huzur bulurmuş.

Günün birinde köye bir satıcı gelmiş. Bu satıcı “ İyilik İlacı “ satarmış. Köylülerin çoğunluğu birer tane iyilik ilacı satın almışlar. Kardeş Ali “ Ben zaten kötü birisi değilim ” diye düşünüp almamış. Aradan üç hafta geçmiş. Kardeş Ali bir sabah evinden çıkıp tarlaya giderken yolda iki köylüye rastlamış. Köylüler, selam verip konuşarak, gülüşerek geçip gitmişler. Kardeş Ali ağzı bir karış açık arkalarından bakakalmış. Kendi kendine: “ Ya bu ne iştir? Bunlar yıllardır birbirlerine yapmadıklarını bırakmamışlardı. Daha geçen hafta köy meydanında yumruk yumruğa kavga etmişler, altı kişi zor ayırmıştık. Kavgayı sona erdireyim derken, enseme bir yumruk yemiştim. Şu hallerini gören bunları yirmi yıllık dost sanacak. Vay be, gel de şaşırma!..” diyerek gülmüş.
Daha sonraki günlerde tanık olduğu olaylar şaşkınlığının  artmasına sebep olmuş Kardeş Ali’nin. Köyün sahibi olan iki ağanın işçilerini tarlalarda birlikte çalışırken görüyor, bu yakınlaşmanın, köydeki düşmanlıkların ortadan silinmesinin anlamını bir türlü anlayamıyormuş. Köy halkını üç gruba ayıran, birbirlerini günahları kadar sevmeyen iki köy ağasını kol kola girmişler, konuşarak giderken görünce şaşkınlığı doruğa çıkmış. Kimselere de soramamış: “ Siz on gün önceye kadar birbirinizin adını bile anmazdınız. Nasıl oluyor da şimdi beraber çalışıyor, beraber geziyorsunuz diye. Sonra ya derlerse bana, bak Kardeş Ali, biz evvelden düşmanmışız, şimdi dost olmuşuz, bunun sana ne zararı var? Yoksa sen bizim dost olmamızı istemiyor musun? diye. Ben onlara nasıl cevap veririm? “ Bundan dolayı çaresiz kalmış, içi içini yemeye başlamış.  Düşünmeden sorulara cevap bulunmaz derler. Kardeş Ali’de düşüne düşüne sorularını kendisi cevaplamış. Her şeyin sebebinin iyilik ilacı olduğunda karar kılmış. İyilik ilacını sırrını satıcı açıklayabilir demiş. Ertesi gün satıcıyı köy kahvesinde çay içerken görmüş. Yanına oturmuş, şuradan buradan konuşmuşlar. Daha sonra dışarıya çıkmışlar, dolaşmışlar, yorulmuşlar. Dinlenmek için bir ağacın altına oturmuşlar.

Kardeş Ali:   “ Bizim köye kırk gün önce geldiniz. Bu kırk gün içinde çok kişiye iyilik ilacı sattınız. Yılardır köyde süregelen kavgalar, anlaşmazlıklar, taraf tutmalar şu anda sona ermiş bulunuyor. Bu iyilik ilacının sırrı nedir? Nasıl oluyor da bir köy halkını iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe doğru peşinden sürüklüyor? “ diye sormuş. Satıcı, Kardeş Ali’nin söylediklerini gülümseyerek, dikkatle dinlemiş, sonra konuşmaya başlamış:  “ İnsanoğlu doğduğu anda bir başkası için kötülük düşünemeyecek kadar saf ve temiz aslında zavallı bir canlıdır. Annesinin geniş ilgi ve özeniyle diğer canlılara göre oldukça zor ve yavaş büyür, gelişir. Melek gibi bir kalbi vardır. Ailesi içinde ve yakın çevresinde ne görüyorsa gördüklerini, ne duyuyorsa duyduklarını aynen tekrarlar. Tekrar ederken de bir şeyler öğrenir. Öğrendikleri doğru veya yanlış olabilir. Doğru iyiyi ve güzeli, yanlış kötüyü ve çirkini oluşturur. Önemli olan, doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilmektir. Çocuk büyüdükçe bunun farkına varmaya başlar. Bazı davranışlarının doğru olmadığını bile bile nedenini kendisinin bile anlayamadığı bir umursamazlıkla uygulamaya başlar. İşte bu sıralarda çocuğun kendisini bilerek, hatasını anlayarak vazgeçmesi veya büyükleri tarafından hataları güzellikle anlatılarak vazgeçirilmesi gerekir. Eğer çocuğun büyükleri ve yakınları da hatalar, yanlışlıklar içindeyse, birbirlerine ve başkalarına davranışları sevecen değilse nasihatler on para etmez.
Çocuk bana bunu yapma diyorlar ama benim yaptıklarım onlarınkinin yanında hiç kalır der ve bu da kalbine atılan kötülük tohumlarının hızlı bir şekilde çimlenip büyümesine, fidan haline dönüşmesine olanak hazırlar. Yani yıllar geçtikçe kötülük yapma eğilimi hızlanarak artacaktır. Sizin köydeki duruma gelince: Burada bulunan zengin iki köy ağası köylüler arasındaki kavgaların gereğinden fazla artmasına neden olmuşlar. Köyünüze ilk geldiğimde konuştuğum birkaç kişi bu durumun sona ermesini candan istiyorlardı. Hiç kimseye hiçbir şey kazandırmayan kavgadan, gürültüden bıkmışlardı. Bundan dolayı birer tane iyilik ilacı aldılar. Köy ağalarının aralarını bulup barıştırmam iyilik ilacının etkisini fazlalaştırdı. İyilik ilacı, kayısı suyu ve şekerle hazırlanmış bir çeşit şerbettir. İyilik ilacının sırrı içeriğinde değil, insanlara iyiliğin hatırlatılmasında gizlidir. “
Kardeş Ali ne zamandır kafasını kurcalayan soruların cevaplandığını gördükçe çok mutlu olmuş. Satıcı son cümlesini bitirince şöyle bir soru sormuş: “ İnsanlar arasındaki bu kısır çekişmeler bir gün bitecek mi, böyle bir ihtimal var mı? “
Bunun üzerine satıcı: “ Aradan yüzyıllar geçse bile, insanlar, toplumlar, uygarlıklar ne kadar değişse bile yine insan insanlığını gösterecek tartışmalar, anlaşmazlıklar, kavgalar hiçbir zaman sona ermeyecektir “ diyerek sorunun cevabını vermiş. Satıcının bu cevabından sonra derin bir sessizlik olmuş.  Aradan birkaç dakika geçtikten sonra Kardeş Ali’nin son bir soru sormaya hazırlandığını fark eden satıcı:  “ Dur Kardeş Ali. Şimdi senin bana sormak istediğin soruyu kendi kendime sormama izin ver. Madem olumsuz olacak bu işin sonu bunca çaban niye? İyilik ilacı niye? Benim çabalarım: 1- Zaman içinde gitgide artmakta olan kötü davranışlara ve kötü insanlara karşı iyilik kalesini takviye etmek, iyilik yapanların ve iyi insanların çoğalmasını sağlamak.
2- Köy, kasaba, şehir gibi yerleşim birimlerinde yaşamakta olan insanlara iyilik, güzellik diye bir şeylerin var olduğunu hatırlatıp doğru yolu bulmalarına yardımcı olmak şeklinde özetlenebilir “ dedikten sonra kafasını kaldırmış, etrafına bakınmış: “ Eee.. Kardeş Ali! Farkında mısın bilmem, hava kararmaya başladı. Yavaş yavaş kalkalım istersen “ demiş satıcı ve Kardeş Ali ile birlikte köye doğru yola koyulmuşlar.

Satıcı o akşam Kardeş Ali’lerin evinde misafir kalmış. Yemekten sonra satıcı iyilik ilacı satma görevinin kendinden bir önceki satıcı olan hocası Mahir Bey tarafından bundan on sekiz yıl önce verildiğini, o zamanlar yirmi iki yaşında olduğunu söylemiş. İnsanlara iyilik öğretmekle geçen on iki yıl süresince pek çok  iyi insana rastladığını, fakat bunları kusursuz bulmadığı için güvenemediğini anlatmış.

Satıcı: “ İyilik ilacının sırrını sadece sana anlattım, sadece sana inandım, sana güvendim. Benden sonrası için bu görevi sana bırakmak istiyorum “ deyince Kardeş Ali bu teklifi kabul etmiş. Satıcının kendi tecrübelerine dayanarak yazmış olduğu “ İnsanlara İyilik Nasıl Öğretilir “ adlı kitabı ve atlı bir araba alabilmesi için satıcının verdiği parayı almış. Zamanı gelince, köyünden ayrılıp iyilik ilacı satmaya başlayacağına söz vermiş.

Satıcı bu köyde on beş gün daha kalmış. Köyde yaşayanlara iyi insan olmanın faziletlerini anlatmış. Yaptığı iyilik aşısının tuttuğuna iyice inandıktan sonra herkesle teker teker vedalaşıp iki atın çektiği arabasına binmiş ve köylüler kendisini davul-zurna çalarak, oyunlar oynayarak yolcu etmişler. Satıcı köyden iyice uzaklaşınca düşüncelere dalmış. “ Hocamdan ayrıldıktan yıllar sonra köyün birine iyilik ilacı satmak için gitmiştim. Köye benden birkaç gün önce gelmiş olan hocamla karşılaşmıştım. Hocam bana, geç kaldın Yakup. O iyilik ilaçlarını kendin iç, demişti gülerek ve beni sevinçle kucaklamıştı. Kim bilir, belki ben de Kardeş Ali ile bir yerlerde karşılaşırım, kim bilir? “

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 20 Eyl 2023 17:14:18

CESUR GENÇ İLE İYİLİK PRENSİ
Üç yanı aşılmaz karlı dağlarla çevrelenmiş, geniş ve verimli topraklara sahip bir köyün dış dünya ile irtibatını sağlayan tek yol, azgın suları olan bir ırmak üzerindeki tahta köprüydü. Bu köyde yaşayan köylüler kasabaya gitmek için ırmağın en dar kısmına yaptıkları tahta köprüden geçmek zorundaydılar. Köylüler, arabalara yükledikleri ürünleri kasabada satarlar ve neşe içinde köye dönerlerdi. On yıl vardı ki, neşe yerini kedere bırakmıştı. Bu on yıllık sürede köyden ayrılanların hiçbiri geri dönmemişti. İlk gidenler geri gelmeyince köydekileri bir korku kaplamıştı. Durumu merak eden köylüler köprünün yakınlarına geldiklerinde karşı tarafta dolaşan silahlı adamlar görmüşler ve bunların eşkıya olduklarını anlamışlardı. Eşkiyalar tarafından öldürülmek korkusu, onları dış dünyadan habersiz yaşamaya mahkum etmişti. Fakat yine de birkaç yılda bir de olsa cesur gençler ortaya çıkmış, köydekilerin engellemelerine göğüs gererek köprüden karşı tarafa geçmişlerdi. Karşıya geçmişlerdi geçmesine de, içlerinden köye geri dönen olmamıştı.

İşte şimdi bir başkası kasabaya gitmek için yola çıkmıştı. Bu cesur genç atlı arabasını korkusuzca köprüye doğru sürdü. Karşı kıyıya geçince orman içinde devam eden yol boyunca ilerlemeye başladı. Daha yüz metre gitmeden büyük bir ağacın yol üstüne devrilmiş olduğunu gördü. Cesur genç kılıcını çekip yere atlarken haykırdı:  “ Haayt!.. Kimseniz çıkın ortaya yüzünüzü görelim!.. Böyle yol kesip eşkiyalık yapmak da ne demek oluyormuş. Sizin gibilerin hakkından gelmesini bilirim ben. “ Bunun üzerine eşkiyalar ağaçların arkasından çıkıp cesur gencin etrafını sardılar. Eşkiyaların reisi, öne çıkarak cesur gencin karşısına dikildi:  “ Bre genç “ dedi, “ ne bağırır durursun? “

Cesur genç: “ Ohoo!.. Demek bunların başı sensin. Karşımda öyle dikilip durma. Hemen emir ver adamlarına kaldıttır şu ağacı yol üstünden “ deyince, eşkiyalar kahkahalarla gülmeye başladılar. Reis, bu duruma çok sinirlendi ve “ Susun!.. “ diye bağırdı. Eşkiyalar susunca reis şunları söyledi:   “ Hop hop, yavaş ol aslanım!.Burada reis benim, emirleri ben veririm. Sen istemesen de, o ağaç orada kalacak. Bak aslanım, sana bir teklifim var. Biz burada yirmi kişiyiz. Bizimle baş edemezsin. Arabayı bana bedavaya sat, kılıcını elinden at, yürü git yoluna, canın nereye isterse oraya git. “

Bunun üzerine cesur genç: “ Hayır, ben teslim olmam “ dedi. “ Ölürüm daha iyi. “
Reis: “ Sözlerimi yanlış anladın aslanım!..” dedi. “ Teslim olma diye bir durum ortada yok. Sen teslim olmayacaksın ki, şanınla, şerefinle gitmek istediğin yere gideceksin. Farz et ki, kılıcını düşürüp kaybettin. Farz et ki, gece ormanda uyurken yorgun olduğundan atın koşumlarını çözmeyi unuttun, at da, çekti arabayı götürdü. Ertesi sabah çok aradın arabayı ama bulamadın. İşte mesele bu kadar basit. “

Cesur genç bir an için durumunu gözden geçirdi. Bunlarla savaşmak akıl karı olmayacaktı. Biri tutup bir ok atsa oracıkta düşüp kalırdı. O zaman ne değişirdi? Bu eşkiyalar yine burada beklerdi ve köydekiler çaresizlik içinde kıvranırdı. Eğer beni bırakırlarsa kasabaya gider yardım getirir, bu eşkiyaları yakalatırım, diye düşündü. Ama sağ–salim gitmesine izin verirler miydi? Bunu sormak ihtiyacını hissetti: “ Yalan söylemediğine nasıl inanayım. “

“ Benim yalan söylemediğime inanman bizden korkmadığını ispatlar. Senin gibi yiğit bir gence el kaldıramam. Var şimdi git yoluna. “ Reisin bu sözleri üzerine cesur genç kılıcını yere attı ve oradan uzaklaştı.

Cesur genç ertesi gün akşamüstü kasabaya vardı. Bir han odası kiralayıp, yemek yedikten sonra, uykuya daldı. Sabahleyin dinlenmiş olarak girişimlerine başladı. Üç gün boyunca çalmadık kapı, konuşmadık insan bırakmayan cesur genç, kimsenin kendisini dinlemekten başka bir şey yapmadığını görünce hayretler içinde kaldı. Buraya geldiğine bin pişman bir halde gerisin geriye dönerek tahta köprünün aşağı taraflarında köyüne ulaşabilmek için, umutsuz bir arayış içine girdi. Saatler sonra bütün çabasının boşuna olduğunu gördü. Irmağın azgın sularını aşıp karşı tarafa geçmenin olanağı yoktu. Canından bezmiş bir halde ırmak kenarına oturup etrafına bakınırken, suların üstünde bir balığın bakmakta olduğunu fark etti. Laf olsun diye balığa seslendi:  “ Ey balık!:.Keşke konuşabilseydin de, seninle iki çift laf edebilseydik. Dertliyim ben, yürekten yaralıyım ben. “
Biraz sonra cesur gencin beklemediği bir şey oldu. Dert dolu, çile dolu haykırışına balık karşılık veriyordu: “ Konuşurum tabii ki, neden konuşmayacakmışım…Bekle, şimdi yanına geliyorum. "  Balık bir kuyruk darbesiyle kıyıya ulaştı ve yakındaki bir ağacın arkasında gözden kaybolduktan bir saniye sonra,  yakışıklı bir genç olarak ortaya çıktı. “ Merhaba, ben iyilik prensiyim “ dedikten sonra onun yanına oturdu: “ Bak şimdi, benden çekinmene gerek yok. Cin, peri falan değilim. Söylediğim gibi ben iyilik prensiyim. Biz de tıpkı insanlar gibi doğarız, büyürüz, yaşlanırız. Acıkınca yemek yeriz. Okuma-yazma öğreniriz, kitap okuruz, resim yaparız. Canımız sıkılır üzülürüz, fakat üzüntülerimizi fazla önemsememeye çalışırız. Üzüntünün gelip geçici olduğuna inanırız. Ben sıkıntının, üzüntünün çaresini insanlara yardım etmekte, insanlara iyilik etmekte bulmaya çalışmış ve kendime yararım dokunmuştur. Canımın sıkıldığı, üzüldüğüm bir durum olduğu zaman birine bir iyilik yaparım mutlu olurum. Bu mutluluğun devamlılık sağlayabilmesi iyilik yapmakla, yardımlaşmakla mümkündür. Ne dersin arkadaş, söylediklerimin doğru olduğunu ortaya çıkarmak için, bu yöntem denemeye değmez mi sence? “

İyilik prensinin anlattıkları cesur gencin üzerinde olumlu tesir yaptı ve şaşkınlığını tamamen yok etti. Kendisinin bir konu hakkında görüşü alınmak isteniyordu ve düşüncesini söylememesi ayıp sayılırdı: “ Şimdi sen iyilik prensi olduğundan görevin gereği herkese iyilik yapmak istiyorsun ve iyilik yaptığın insanların sevinmesi, sana teşekkür etmesi, mutlu olmanı sağlıyor. Az önce cin, peri olmadığını söylemiştin. Şu an insan görünüşündesin. İnsan kılığına girmeden önce bir balıktın ve ırmakta yüzüyordun. Sanıyorum ki, sen bir insansın fakat seni diğer insanlardan ayıran birtakım özelliklere ve farklı düşüncelere sahipsin. Arzu ettiğin bir kılığa anında girebiliyorsun. Bu bir balık olabilir, bir kuş olabilir, bir tavşan olabilir. Düşünce farklılığı seni insanlardan kesin çizgilerle ayırır. Ben, senin yöntemini denemeye değer desem bile zannetmiyorum ki, bu yöntemi öğrenip de, denemek isteyecek bir başkası çıksın. Gelelim senin bir balık olma durumuna ve ırmakta yüzme sebebine…Sen bir balıktın ve ırmakta yüzüyordun. Bu bir rastlantı mıydı, yoksa bir nedeni var mıydı? “

“ Ben on sekiz yaşındayım ve beş yıla yakın bir süredir bu ırmakta yüzüyorum. Seviyorum yüzmeyi. Benim için değişiklik oluyor. “

“ Demek bu ırmakta yüzmek hoşuna gidiyor. Fırsat buldukça gelip burada yüzüyorsun. Peki, çevrede olup bitenlerden haberin yok mu? Irmağın öte kıyısında bir köy var. O köyde yaşayan insanlar var. O insanlar orada hapis hayatı yaşıyorlar. Eşkiyalar tahta köprüde bekliyorlar, köydekileri köprüden geçirmiyorlar. Benden önce köprüden geçenlerin ne oldukları belli değil. Ben köprüden geçtim, fakat kılıcımı, arabamı elimden aldılar. Kendi isteğimle değil, zorla…Kasabadan yardım getirir bu eşkiyaları yakalatırım, diye düşündüm. Hiç kimse beni dinlemekten başka bir şey yapmadı. Sanırım olanlardan hepsinin haberi var ve yardım etmekten çekiniyorlar, korkuyorlar. Bizim köyün toprakları çok verimlidir. Piyasadaki sebze-meyve fiyatları ucuzlamasın diye geniş toprak sahibi kimselerin bir oyunu ile karşı karşıya kaldık. Sen beş yıldır bu durumun farkına varamadın mı? Vardın da yardım etmek aklına gelmedi mi? Yardım etmek istediğinde seni engelleyen ne oldu? Bu sorulara açıklık getirmeni istiyorum. Lütfen iyilik prensi, buyurun söz sırası sizin. “

“ Yüzmek için buralara gelmeye başladığım ilk günlerde durumu fark ettim. O zamanlar çocuk olduğum için, ne yapacağımı bilemedim. En iyisi her şeyi gidip babama anlatmaktı. Ben de öyle yaptım. İyilik kralı olan babam, anlattıklarımdan haberi olduğunu, sorunu en ince ayrıntılarına kadar araştırdığını, yardım etme konusunda tereddüt içine düştüğünü, yardım ettiği takdirde pek çok kişinin alınyazısının bir anda değişeceğini, meselenin yetki alanı dışına taştığından duruma müdahale etmediğini ve benim olan biteni görmemezliğe gelmem gerektiğini söyleyince, babamın sözlerinin doğru olduğunu düşünüp hiçbir şeye karışmadım. “

“ Sayın iyilik prensi, iyilik ve kötülük her insanın kalbinde doğuştan yer etmiştir. İnsan büyüyüp geliştikçe kalp de buna paralel olarak büyür, gelişir. Kalp büyüyüp geliştikçe kalpte bulunan iyilik ve kötülük davranışlarda, hareketlerde belirmeye başlar. Çocuklara iyilik yapmanın iyi bir şey, kötülük yapmanın kötü bir şey olduğunu mutlaka anlatmalıyız. Onlara kalbindeki iyilikleri ön plana çıkarması için yardımcı olmalıyız. Çocuk, kalbindeki kötü duygulara gem vurmayı öğrenmelidir. Bunları çocuğa öğretecek olanlar davranışlarına dikkat etmek zorundadır, çünkü çocuk büyüklerinin davranışlarını, sözlerini, yaptıklarını yakından takip eder. Kendine onları örnek alır.   Buradaki silahlı adamlar iyi eğitim görmedikleri için, iyiliği bilememişler, iyi insan olamamışlar, kötü olmuşlar, eşkiya olmuşlar. Onlar bir köy halkını üzdüklerinin, acılar içinde bıraktıklarının farkında değiller. Onlara yaptıklarının doğru olmadığını anlatalım, yaptıkları yanlışı fark ettirelim. Onlarla konuşalım. Onlara iyiliğin ne olduğunu, iyi bir insanın nasıl olması gerektiğini anlatalım. Ben bir insan ne kadar kötü olursa olsun, kalbinde azıcık da olsa iyi duygular kaldığına inanırım. İşte biz azıcık kalmış olan iyi duyguları harekete geçirip canlandırmaya çalışacağız. İyi duyguların ileri doğru attığı her adım kötü duyguları bir adım gerileteceğinden öyle bir an gelecek ki, iyi duygular kötü duyguları geçecektir. İyi duyguları önde olan insan, iyi insan olmuş demektir. Sayın iyilik prensi, iyilik yapmanın büyüğü, küçüğü olmaz. İyilik iyiliktir. Gel bir iyilik de bize yap. Şu eşkiyaları yakalamama yardımcı ol. Onlara her şeyi anlattığımız takdirde inanıyorum ki, tuttukları yolun yanlış olduğunu fark edip yollarını değiştireceklerdir. Bu tarafa geçeceklerdir. “

Cesur gencin daha fazla konuşmasına iyilik prensi izin vermedi. Bir eliyle onun ağzını kapatarak gülümsedi: “ Tamam…Anlatmak istediklerini çok iyi anladım. Ben bu konuyu böylesine derin düşünemedim. Şuna inandım ki, senden öğrenmem lazım gelen çok şey var. Bunları sonra konuşuruz. Bir plan dahilinde eşkiyaları yakalayalım. Onlarla sen konuş, her şeyi anlat. İyilik ne demek, bunu onlara öğret. Başarılı olacağına inancım sonsuz. “

Birkaç dakika sonra iyilik prensi bir kartal kılığına girerek eşkiyaların bulunduğu tarafa doğru uçtu. Cesur genç de yürüyerek yola çıktı. Kartal biraz sonra tahta köprünün üstünde daireler çizerek uçmaya başladı, aniden kalın bir ip oldu ve aşağıya süzüldü. Oralarda dolaşmakta olan eşkiyaları yakaladıktan sonra barınak olarak kullandıkları büyük bir mağaraya götürdü. Mağara, atlar, arabalar ve eşyalarla doluydu. Eşkiyalar bunları kasabaya gitmek isteyen köylülerden zorla almışlardı.

Cesur genç mağaraya geldiğinde eşkiyaları bir köşede kıskıvrak bağlı otururlarken görünce çok sevindi. Bu sevincini onlara belli etmedi. Eğer eşkiyalar onun sevindiğini fark ederlerse kendisine kızabilirler ve onun iyilik, doğruluk hakkında söyleyeceği sözleri, vereceği nasihatleri dinlemeyebilirlerdi. Cesur genç eşkiyalarla konuştu. Onlara tuttukları yolun yanlış olduğunu, eğer isterlerse yardım edebileceğini, eşkiyalık yapmadan da bu dünyada yaşanabileceğini anlattı. Hiç kimsenin bir başkasının malını zorla alamayacağını, tam on yıldır köyde yaşayanlara hayatı zindan ettiklerini, bunun haksızlık olduğunu, bu haksızlığa neden olanları efendi olarak kabul etmeyip, kendi kendilerinin efendisi olmaları gerektiğini belirtti. Bu arada daha önce köprüden geçenlerin öldürülmediği, salıverildiği ortaya çıktı.  Eşkiyalarda pişmanlık belirtileri başlaması üzerine onları yakalamış olan kalın ip gevşedi ve sonunda çözüldü. Kalın ip insan kılığına girdi ve iyilik prensi oldu. İyilik prensi kısaca kendini tanıttıktan, onlara bundan sonraki yaşamlarında başarılar diledikten sonra, cebinden deri bir kese çıkararak saçlarından birer tel koparıp keseye atmalarını istemeyi ihmal etmedi. Böylelikle nereye giderlerse gitsinler, onların izini bulabilecek ve iyi insan olup olmadıklarını kontrol edebilecekti.

Cesur genç köyünde krallar gibi karşılandı. Köyde o gece şenlikler yapıldı, eğlenceler düzenlendi, ziyafetler verildi. Herkes tahta köprünün ulaşıma açılmasının sevinci içindeydi. İyilik prensi ise, kimliğini belli etmeden bir kenarda oturup eğlenceleri izledi. O kadar güzeldi ki, karşılık beklemeden başkalarına yardımcı olabilmek, onlara mutluluk verebilmek. Varsın seni kimse tanımasın, adını kimse bilmesindi. Sen iyilik yaptığını biliyordun ya, bu sana yeterdi.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

YILDIZ AĞACI
Seçme Türk Masalları
Gönül Yayıncılık 2017
Sayfa 36 - 50

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 20 Eyl 2023 17:16:01

KELOĞLAN ZENGİNLER ÜLKESİNDE 
Zaman zaman içinde, zaman saman içinde, saman duman içinde, yaman bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan çok çalışkanmış. Çok çalışır, çok kazanırım umuduyla köyünden ayrılmış, şehre çalışmaya gitmiş. Günler, haftalar, aylar birbirini kovalamış, fakat Keloğlan istediğini bir türlü elde edememiş. Şehirde iş varmış var olmasına da bulduğu işler sürekli olmazmış. Beş gün çalışır, üç gün boş gezer, bir hafta çalışır, on gün boş gezer iş ararmış. Çalıştığı günler biraz para arttırırmış, boş gezdiği günlerde bu para ile geçinirmiş. Sonuçta sıfıra elde var sıfır. Ne uzar ne kısalırmış. İstermiş ki, devamlı çalışacağı bir işi olsun, para biriktirsin. Şöyle kocaman bahçeli bir evi olsun. Evin içine yeni eşyalar alsın, giyinsin, kuşansın. Bayram günlerinde bile hep aynı elbiseyi giymek zorunda kalmasın. 

Ülkesinde hangi şehre gitse bu durumun değişmeyeceğini düşünmüş. Çocukluğundan beri bolluk ve refah ülkesi diye adını sıkça duyduğu Zenginler Ülkesi’ne gitmek üzere yollara düşmüş. Günlerce, haftalarca yol yürümüş. Sonunda Zenginler Ülkesi’ne varmış. Uğradığı ilk köyün girişinde evinin kapısı önüne kurduğu çardak altında oturan bir adama rastlamış. Keloğlan adama uzun yoldan geldiğini, çalışmak istediğini, iş aradığını söylemiş. Adam, Keloğlan’a dik dik bakmış ve sinirli bir şekilde sormuş: “ İş bulup da ne yapacaksın? “ 
Keloğlan: “ Çalışıp para kazanırım “ demiş. 
Adam otururken birden dizlerinin üzerinde doğruluvermiş. Öncekinden daha da sinirli bir şekilde: “ Parayı ne yapacaksın? “ diye sormuş. Adamın son sözüne Keloğlan çok bozulmuş. Şöyle bir yutkunmuş. O anda aklına geleni söylese kavgaya neden olacağını düşünüp vazgeçmiş. Sakin bir şekilde: “ Kazandığım para ile temiz elbiseler alırım. Bağ-bahçe alırım. Ev alırım. Yeni eşyalar alırım. Mal sahibi olurum. Para ile başka ne yapılır ki? “ demiş. 

Keloğlan’ın cevabına adam kahkahalarla gülmüş. “ Sen çok yaşa emi Keloğlan “ demiş. “ Yıllar var ki, ne ağladım ne güldüm. Sen beni güldürdün, ben de seni güldüreyim. Bak Keloğlan, bizim ülkeye Zenginler Ülkesi derler. Bu ülkede para kullanılmaz. Zaten her ihtiyacın karşılanır. 

Burada her şey pek boldur
Dere akar paldır küldür
Elma, armut daldan düşer
Çardak altında uyunur.

Giysilerim temiz urba
Dert ve keder yoktur burada
Ekmek, yemek bedavadır
İşte lokantamız şurada.

Karşıdaki evde oturan komşu şehre taşındı. Orada sen otur istersen. Satın alma yok, kira yok. Her ay yeni elbise, ayakkabı dağıtılıyor. Günde üç öğün köy lokantasında bedava yemek veriliyor. Bahçede meyve ağaçları, ceviz ağaçları pek boldur. Ye, iç, yat, keyfine bak. “ 

Keloğlan o gün eve yerleşmiş. Durup dururken ev-bark sahibi oluvermiş. Adamın çardağının karşısına kendi de bir çardak kurmuş. Akşama kadar yan gelmiş yatmış. Akşam yemeğine komşusuyla beraber gitmişler. Sofrada yok yokmuş. Etli yemekler, kavurmalar, tatlılar, pilavlar, hoşaflar çeşit çeşitmiş. Keloğlan şimdiye kadar böyle bir sofra görmemiş. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yemiş, içmiş. Sofra başında baygınlıklar, fenalıklar geçirmiş. Keloğlan’ı zorla sofradan uzaklaştırmışlar. Evine getirip yatağına yatırmışlar. Keloğlan o gece sabaha kadar uyumuş. Sabah kahvaltısına yine komşusuyla beraber gitmişler. Ballı-börekli, pastalı-çörekli kahvaltı yapmışlar. Sonra evlerine gelip çardak altında oturmuşlar. Öğlen oldu haydi yemeğe, akşam oldu haydi yemeğe, sonra yatıp uyumaya, bu böyle tekdüze şekilde aylarca sürmüş. Keloğlan gün geçtikçe kilo almış, şişman bir oğlan olmuş. Keloğlan adı unutulmuş. Köydekiler kendisini Şişmanoğlan diye çağırmaya başlamışlar. 

Bir gece evinde uyurken rüya içinde rüya görmüş. Her çeşit yiyecek ve içeceğin bulunduğu büyük bir sofrada kendisini yemek yerken görüyormuş. Yemiş içmiş, yemiş içmiş, içtikçe şişmiş, şiştikçe şişmiş, sonunda boom diye patlamış ve yerlere yayılmış. Bu durumu acıma duygusu ile seyreden Keloğlan’mış. Şişmanoğlan’a doğru çok sert bir hareketle hızla dönmüş. Kaşlarını çatmış:  “ İşte gördün Şişmanoğlan. Rüya içinde gördüğün rüya bitti. Şimdi ben senin asıl rüyanım. Böyle bol bol yiyip bel bel bakınmaya, yan gelip yatmaya devam edersen sonunun ne olacağını anladın. Eskiden sen de benim gibiydin, Keloğlan’dın. Kuvvetliydin, çeviktin, çalışkandın. Ya şimdi şu haline bak. Parmağını bile kıpırdatmak sana zor geliyor. Sorarım sana aylardır bu Zenginler Ülkesi’ndesin. Ne kazandın sanki? Dur, hiç boşuna düşünüp de yorulma. Cevabını söyleyeyim: Hiçbir şey kazanmadın, ayrıca sağlığını kaybettin. Bana bak Şişmanoğlan. Benim canımı sıkma. Ya eski günlere geri dönersin, ya da her gece rüyalarına girer, bu sopayla seni döverim “ demiş, sopayı kaldırmış ve Şişmanoğlan’a vurmaya başlamış. Şişmanoğlan gördüğü korkulu rüyadan feryat ederek uyanmış. Ter içindeymiş, her tarafı ağrıyormuş. 

“ Akşam yemeğinde haddinden fazla pilav yemiştim. Bu korkulu rüyayı görmemin sebebi bu herhalde “ demiş kendi kendine. Rüyasında gördükleri hatırına gelmeye başlamış. Sonunda, rüyasındaki Keloğlan’ın söylediklerinin mutlak doğru olduğuna karar vermiş. Açıklamasını ise şöyle yapmış: İnsanın mutlaka çalışması lazım geldiği, çalışmadan yaşamanın tembellik olduğu, tembelliğin insanı bunalımlara sevk edeceği, bunalımın ortaya çıkış biçiminin insandan insana değişebileceğini, kendisinde bu durumun bol bol yemek yeme şeklinde meydana geldiğini ve bunun sonucu olarak şişmanladığının bilincine vardığını, bu zor durumdan kurtulmanın tek yolunun yeniden çalışmaya başlamak olduğunu anlamış. 
Bu durumu bir kağıda yazıp, bu kağıdı defalarca okumalarını, yaptıkları yanlışı fark etmelerini rica etmiş. Kağıdı yatağının üzerine bırakmış. Sabah güneş doğarken bir daha dönmemek üzere Zenginler Ülkesi’ne veda edip memleketine, evvelce yaşadığı şehre doğru yollara düşmüş. Eskiden olduğu gibi, çalışkan günlerin yakın olduğunu biliyor, hayalinde tığ gibi Keloğlan’ı görür gibi oluyormuş. 

SON

Yazan: Serdar Yıldırım


BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Limon Kokulu Masallar - Yakamoz Çocuk - Yayın Yılı: 2015 Sayfa: 144-157
Elma Kokulu Masallar - Yakamoz Çocuk - Yayın Yılı: 2015
Masal Ülkesi - Revzen Kitap - Yayın Yılı: 2015 Sayfa: 7-22
Masal Dünyası - Çıra Çocuk - Yayın Yılı: 2011 Sayfa: 33-38

Keloğlan Masalları - Çocuk Gezegeni - Yayın Yılı: 2012 Sayfa: 131-136
Keloğlan Masalları - Akvaryum Yayınevi - Yayın Yılı: 2009 Sayfa: 54-58
Keloğlan Zenginler Ülkesinde - Fora Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 Sayfa: 3-22
Masal Saati TİK TAK - Yakamoz Çocuk - Yayın Yılı: 2014 Sayfa: 176-192
En Güzel Keloğlan Masalları - Yakamoz Çocuk - Sayfa: 195-210


Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 20 Eyl 2023 17:17:15

ANNE GÜVERCİN
Güzel bir yaz günüydü. Batur elinde sapan evlerinin yakınındaki ağaçlıkta kuş avına çıkmıştı. Gözleri radar gibi dikkatle çevreyi tarıyordu. Birden arkasında bir ses duydu: ’Vurma kuşları.’ Döndü, baktı. Seslenen yabancı değildi. Mahalle arkadaşı Sarper’di: “ Ne istersin şu küçük yaratıklardan bilmem ki? Ne zararı var onların sana? Bırak ötsünler, uçsunlar, kanat çırpsınlar. “
Batur: “ Sarper yine mi sen? Bu kaçıncı? İşime karışma demedim mi ben sana? Bak kuşları ürküttün, kaçıp gittiler. Kuş vurmak yasak mı yani? “
Sarper: “ Yasak tabii. Şu sıralar kuş yavrularının büyüme zamanı. "
Batur: “ Amma yaptın ha.. Yasakmış.. Yasaksa yasak. Kim bilecek benim kuş vurduğumu? Çevrede bir yığın kuş var. Bir kuş vursam kuş kıtlığına kıran girmez ya, kuş nesli tükenmez ya. Bana bak Sarper, sen iyi bir arkadaşsın, fakat şu kuş işine karışma “ dedi ve ses çıkarmamaya dikkat ederek  ilerlemeye başladı. Yirmi metre kadar gittikten sonra bir ağacın altında durdu. Sapanını yukarıya  kaldırdı. Nişan aldıktan sonra sapanındaki taşı fırlattı. Taş hedefini bulmuştu. Kuş yere düşerken  havalanan bir başka kuşun kanat sesleri duyuldu. Batur  yere düşen kuşu aldı.

Arkadaşının sözlerine aldırış etmemesine içerleyen Sarper: “ Ne desem, ne söylesem boşuna. Başkalarının senden daha iyi düşünebileceğini  kabul etmezsin zaten. Vurduğun bir yabani güvercin yavrusu. Yirmi gram et ya çıkar, ya çıkmaz. Düşünmediğin bir şey var. Bu yere düşerken kanat sesleri duymuştuk. Herhalde anne güvercindi uçan. Yabani güvercinler bildiğim kadarıyla kin tutarlar. Yavrusunu vurmakla hiç iyi yapmadın “ dedikten sonra geriye dönerek hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.

Anne güvercin bir taraftan yavrusunu vuran çocuğu seyrederken, bir taraftan da düşünüyordu: “ Aslında elinde sapanla bir çocuğun bize doğru yaklaştığını görmesek, duymasak bile hissederiz. Biz kuşlar, ağaç dalları üzerinde otururken dalar gideriz. Geçmişi düşünürüz. Hatıralar gözlerimiz önünde canlanır. Doğrularımız, yanlışlarımız aklımıza gelir. Çoğu zaman da hayaller kurarız. Bunlar genellikle tadını damağımızda hissedeceğimiz hayallerdir. Yani gerçek olmasını istediğimiz. İşte bu gibi durumlarda bir sapanın veya bir tüfeğin bize doğru nişanlandığını görmemiz yahut yaklaşan birinin hışırtısını, ayak seslerini duymamız mümkün değildir. Biricik yavruma uçmayı öğretiyordum. Yavrum çok yorulmuştu. Bir ağacın dalına konduk, dinleniyorduk. Etraftaki ağaçlar kuş doluydu ve sanırım çoğu benim gibi hayallere dalmıştı. Küt diye bir ses duydum ve yavrumun feryadı ile kendime geldim. Baktım yavrum vurulmuş düşüyordu. Kanatlarımı çırptım ve uçtum. Havada geniş bir daire çizdikten sonra olayın olduğu yere döndüm. Çevrede kuş yoktu, kaçıp gitmişlerdi. Olayın nasıl olduğunu kuşlardan öğrenirim. Neyse bırakayım şimdi bunları düşünmeyi. Yavrumu vuran çocuk kalktı, gidiyor. Gözden kaybetmeden takip edeyim şunu. Evinin nerede olduğunu öğrenirim hiç olmazsa. “

Batur yolda gördüğü bir arkadaşıyla konuştuktan sonra oturdukları apartmanın kapısından içeriye girdi. Oturdukları daire 4. kattaydı. Anne güvercin karşı sokaktaki bir apartmanın çatısında saatlerce bekledi. Akşam olunca odaların, salonların ışıkları yanmaya başladı. Yavrusunu vuran çocuğun girdiği binanın oda ve salonlarını kontrol etmeye başladı. Örtülmeyen veya aralık bırakılan perdelerin arkasından içeri bakıyordu. 4. kattaki balkonun korkuluk demirlerinin üzerine kondu. Şöyle bir etrafına bakındı, bir tehlike var mı diye. Sonra  başını pencere tarafına doğru çevirdi. Perdesi kapatılmamış pencereden içerisi rahatlıkla görünüyordu. Onu gördü…tam karşıda oturmuş, yanındaki birkaç kişiye bir şeyler anlatıyordu. El-kol hareketleri yapıyor, kahkahalarla gülüyor, etrafındakileri güldürüyordu. Onun son derece neşeli hali içini sızlattı. Bu sahneyi daha fazla görmeye dayanamadı, kanatlarını çırptı ve simsiyah gökyüzüne doğru uçup gitti. Daha sonraki günlerde Batur evlerinin yakınındaki ağaçlıkta sık sık kuş avına çıktı. Fakat hayret!..Her zaman pek çok kuşun bulunduğu bu ağaçlıkta bir tek kuşa rastlayamıyordu.

Batur,  bir gün elinde sapanıyla buraya geldi. Çevreden çıt çıkmıyordu, etrafta hiç kuş yoktu. Yavru güvercini vurduğu ağacın altına gelmişti ki, aniden kanat sesleri duydu. Şaşırmıştı. Üzerine doğru dalışa geçen kuşu son anda fark etti. Elleriyle yüzünü kapatması onu yaralanmaktan kurtardı. Kuş çığlıklar atarak  ikinci defa saldırıya geçti. Bu saldırı birincisinden daha şiddetli oldu. Kuşun kanat vuruşları  tokat gibi yüzüne gelen Batur, sırtüstü yere yuvarlanırken eliyle kuşa sert bir darbe indirdi. Kuşun ilerideki çalıların arasına düştüğünü gören Batur, arkasına  bakmadan kaçıp gitti.   Batur o gece hiç uyuyamadı. Yatağında devamlı olarak bir o yana, bir bu yana döndü, durdu. Sabaha karşı  o kuşun kim olduğunu ve kendisine neden saldırdığını anlamıştı. O kuş, birkaç gün önce vurduğu yavru güvercinin annesiydi. Demek ki, anne güvercin yavrusunu vuranı unutmamış, devamlı olarak takip etmişti. Kuş vurmak için ağaçlığa gelirken orada bulunan kuşların kaçıp gitmesini sağlamıştı. Bu birkaç gündür ağaçlıkta kuş görememesinin nedenini ortaya çıkarıyordu. Korkunç bir takip altındaydı. Kuş vurmaya devam ederse anne güvercinin felaketine neden olacağını anladı. Zararın neresinden dönülürse kardı. Bir daha kuş avına çıkmazsam anne güvercin belki peşimi bırakır diye düşündü. Zaten sapanını anne güvercin ile boğuşurken düşürmüştü. Bundan sonra kuş vurmayacağına söz verdi.

Anne güvercin ise, Batur ile yaptığı mücadeleden sonra yerde bulduğu sapanı gagasının arasına kıstırıp uçup gitmiş, uzaklara, çok uzaklara, kimsenin onu bulup bir daha kuş vurmasına imkân bulamayacağı kadar uzaklara giderek oralarda bulduğu bir çukura sapanı atmış ve üzerine toprak, yaprak ne bulduysa doldurarak gömmüştü. Anne güvercin  sonraki günlerde ağaçlığın kenarında nöbet tutmaya devam etti. Birisi buraya gelmeye kalksa  ağaçlar üzerinde dinlenen, uyuklayan veya hayal kurmakta olan kuşları uyaracak ve bu ağaçlıkta kimsenin kuş vurmasına izin vermeyecekti.

Böylece aradan haftalar geçti. Sonbaharın gelmesiyle havalar soğumaya başladı. Bütün göçmen kuşlar gibi anne güvercin de grubuyla birlikte kışı geçirmek için sıcak ülkelere göç etti. Ertesi yıl nisan ayında anne güvercin grubuyla birlikte  bu ağaçlığa geldi. Günler  sakin ve olaysız geçiyordu. Anne güvercin fırsattan istifade ederek üç tane yumurta yumurtladı. Bu yumurtaların üzerinde günlerce kuluçkaya yattı. Sonunda yumurtalar çatladı ve üç tane yavru sahibi oldu. Yaz mevsimi boyunca yavrularını büyüttü, onlara uçmayı öğretti. Hayatta kendilerine yönelecek tehlikelere karşı  uyanık durumda bulunmayı öğütledi. Batur verdiği sözü tuttu. Bir daha onu kuş vururken gören olmadı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Eğlendiren Masallar - Karaca Yayınları - Sayfa 16-31
Sevimli Masallar Gezegeni - Karaca Yayınları - Sayfa 224-240
Yayınevleri internetten alıyorlar. İşin parasal yönü yoktur. Benim amacım okuyucuya güzel eserler sunmaktır.

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 20 Eyl 2023 17:18:00

PATATES İLE SOĞAN
Patates ile soğan mutfakta karşılaştılar.
Patates: “ Vay, soğan, nasılsın? “
Soğan : “ İyiyim patates, sen nasılsın? “
Patates: “ Sağ ol, benden bir şey iste. “
Soğan : “ Şuradan bir bıçak getir de soyayım seni. “
Patates: “ Lütfen, beni soyma, yoksa çürürüm. “
Soğan: “ Bir şey istedim olmadı. Şimdi sen benden bir şey iste. “
Patates: “ Sen bir bıçak getir, ben seni soyayım. “
Soğan: “ Emrin olur, al işte bıçağı getirdim. “
Patates: “ Boş ver şimdi bıçağı, seni soymaktan vazgeçtim. Kokutacaksın yine ortalığı. 
Soğan: “ Korkutacaksın yine herkesi demek istedin. Ben korkuluk muyum? “
Patates: “ Korkuluklar cansız olur. Sen olsan olsan sorguluk olursun. “
Soğan: “ Sorguluk mu? O da neyin nesi? “
Patates: “ Sorguluk yani sorguya çeken. Hakim gibi. “
Soğan:“ Teşekkür ederim. Düşüncemi okudun. Büyüyünce hakim olmak istiyordum. “
Patates: “ Hakim mi? Zor olursun. Soğanlar için Hukuk Fakültesi yok ki. “
Soğan : “ Ne Hukuk Fakültesi be. Öyle değil. Ben dünyaya hakim olmak istiyorum. Fikirlerimi dünyaya yaymak istiyorum. “
Patates: “ Aynaya baktım seni gördüm. Fikirdaşız desene. “
Soğan: “ Fikirdaşız ama arkadaş değiliz. “
Patates: “ Oluruz canım, arkadaş da oluruz. Teklif benden gelmeli. Benimle arkadaş olur musun?
Soğan: “ Olurum patates, olurum. “
Daha sonraki günlerde patates ile soğan arkadaşlıklarını devam ettirdiler. Bu arkadaşlık mutfakta sürüp gidemezdi. Zamanla mutfak onlara dar gelmeye başlamıştı. Madem fikirlerini dünyaya yaymak istiyordun önce mutfaktan kurtulmalıydın. Patates ile soğan bir gün mutfaktan kaçtılar. Biraz sonra şehrin dar sokaklarında koşmaya başladılar.
Patates: “ Arkadaş, işte kurtulduk oradan, koşmak ne güzel. “
Soğan: “ Koşalım, hiç durmadan, yorulmak nedir bilmeden koşalım. “
Patates: “ Gün gelecek fikirlerimiz de böyle koşacak. “
Soğan: “ Biz koştuğumuz sürece fikirlerimiz de koşacak desene. “

Aradan aylar geçtikçe patates ile soğan pek çok yer gezip dolaştılar. Tanıştıklarıyla fikir alışverişinde bulundular. Bazı fikirlerine karşı çıkılsa da, onlar bunu önemsemediler. Önemli olan diyorlardı, tarlaya bir tohum, yani beyne bir fikir atmak. Eğer fikir değerliyse, zaten o beyin o fikri kabul edip çoğaltacaktı, yeni fikir üretip geliştirecekti. Bu iş ne kadar zamanda olurdu, bakın onun orası belli olmazdı. Bir günde de olurdu, bir yılda da olurdu.   
Evrende dünya nokta kadarsa, dünyada canlılar nokta kadardır. Canlıların evrende ne kadar olduğunu düşünmek, bir bilinmezlik dışına atılman demektir. Eğer sen bir bilinmezlik dışına bilerek atılır, hamle yaparsan, kişisel sorunlarını aza indirmiş ve başkalarına faydalı olabilmeyi çoğaltmışsındır. Bu çoğalmalar ne kadar çoğalırsa, senin de fikirlerin o oranda çoğalır.
Zaman hiç durmadan, yorulmak nedir bilmeden akıp gider. Zaman hep vardır ve yine var olacaktır. Zaman geçerken yorulmaz ama yorar geçer. Canlıların doğması, büyümesi daha sonra  yaşlanması büyümenin durmasından, yorulmanın başlamasındandır. Sanatsal bir uğraş içine girmek, özde beynin dürtü oluşumudur. Bu uğraşın sevgi hamurunu yürek karar. İrade şemsiyesi, engel yağmurunu en az zararla atlatmanı sağlar. Başarı sana asla uzak değildir. Mutlaka bir gün gelir onunla kucaklaşırsın.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 20 Eyl 2023 17:18:56

UZUNKULAK İLE KELEBEK
Uzunkulak sabahın erken saatlerinde köyden ayrılmış, otlamak için meraya gidiyordu. Şöyle bir kafasını kaldırıp havayı kokladı. Gün, güzel ve güneşli geçeceğe benziyordu. Etrafına bakınıp dururken yavaşladığını fark etti. Şimdi eğlence zamanı değildi. Karnı çok acıkmıştı. Adımlarını sıklaştırıp hızını artırırken düşüncelere daldı:
“ Şu dünyada dertten, kederden uzak yaşamak ne kadar güzel.
İki-üç günde bir de olsa kırlarda özgürce koşmak ne kadar güzel.
Ne kadar güzel kuru samandan bıkınca taze ot yiyebilmek.
Ne mutlu bana ki, ben bu kadar şanslı olduğum için. “

Uzunkulak meraya varınca taze ot yemeye başladı. Uzun süre ot yedikten ve karnını iyice doyurduktan sonra gölgelik bir yere uzandı. Bakışlarıyla etrafı kolaçan etti. Her şey ne kadar güzeldi. Sanki bütün bu güzellikler hayatın bir tat, bir anlam kazanması için yaratılmıştı. Sadece bu güzelliklerin var olduğunu bilmek yetmezdi.
“ Gelip görmeli buraları “ diye düşündü Uzunkulak, “ hem de sık sık gelip görmeli. Kafanı kaldırıp yukarı baksan masmavi gökyüzü, karşılara doğru baksan ulu dağlar, şu tarafta mis kokulu orman, işte buralar çayırlık, çimenlik, kuş sesleri, uçuşan kelebekler…Bunca güzellikler içindeyken düşüncelerin de berraklaşır. Gel buralara boylu boyunca yat, kalmaz içinde keder, budur hayat.”
Uzunkulak güzel güzel düşünürken, az ilerideki çiçeğin üstünde durmakta olan bir kelebek gördü. Kelebeği içten bir gülücükle selamlayan Uzunkulak:  “ Nasılsın kelebek kardeş, iyi misin? “ diye sordu.

Kelebek: “ Teşekkür ederim, siz nasılsınız? “ dedikten sonra,
Uzunkulak: “ Ben de teşekkür ederim “ dedi. “ Bugün hava ne kadar güzel değil mi? “
“ Evet, çok güzel. Ortalık günlük, güneşlik. Yaz havası dediğin böyle olur işte. “
“ Kelebek kardeş, birkaç günde bir otlamak için bu meraya geliyorum. Ne kadar seviyorum burayı anlatamam. Şu an çok mutluyum. Hayatı seviyorum, yaşamayı seviyorum, güzel olan her şeyi seviyorum. Hayat yaşanmaya değer bence, sen ne dersin kelebek kardeş? “
“ Hayat bence de yaşanmaya değer, fakat bir takım küçük aksilikler olmasa daha iyi olacak. Ne kadar dikkatli olunursa olunsun yine ufak-tefek bir olay olur, durup dururken can sıkar. Sonra bütün gün üzül dur.”
“ Kelebek kardeş, senin bir üzüntün var galiba. Canını sıkan bir şey mi oldu? “

“ İki saat kadar önce köyün yakınındaki bir ağacın dalına konmuştum. Derken, elindeki uzunca sopanın ucuna ağ takılmış bir çocuk peydah oldu. Beni görünce sokulmaya başladı. Biliyorum ki, böyle durumlar şakaya gelmez. Eğer hızlı hareket edip kaçamazsan kelebekleri yakalamak için özel olarak yapılmış kelebek ağı rap diye başından aşağı geçiverir. Ağın içine düştün mü kurtuluşu yoktur. Kim ister durup dururken bu hayata veda etmek? Baktım çocuk kararlı geliyor, çırptım kanatlarımı uçmaya başladım. Can korkusu kolay değil, bir de heyecanlanmıştım ki, sorma. Heyecandan kanatlarımı hızlı çırpamıyordum, dolayısıyla yükselemiyordum. Yerden bazen iki, bazen üç metre yükseklikte bir alçalıp bir yükselerek zorlukla uçuyordum. Çocuk belki yarım saat kovaladı beni, bir türlü peşimi bırakmadı. Sonunda, şu ilerideki derenin üstünden uçarak geçtim, çocuk ağzı açık arkamdan bakakaldı. Şimdi bu olayın etkisi altındayım, üzüntü duyuyorum. Ne istedi benden bilmem ki o çocuk? Neden üzdü beni? Ne olacak sanki beni yakalayıp da? Kelebek koleksiyonu yapıyor belki, belki beni de koleksiyonuna katacak. Zevk denmez ki buna, dert vermek denir. Yazık günah bana be, ne zararım var benim ona? “

“ Bak sen şimdi o çocuğun yaptığına. Hiç öyle şey olur muymuş? Sessizce duran kelebeğin rahatını boz, peşinden koş, kovala, yakalamaya çalış. Bu tamamen yanlış davranış biçimini kesinlikle kabul etmiyorum ve o çocuğu kınıyorum. Her neyse, sen üzülme kelebek kardeş, bir daha böyle tatsız durumlarla karşılaşmaman en büyük dileğimdir. “

Uzunkulak kelebeğin minicik yüreğine su serpmiş ve onu rahatlatmıştı. Hayat güzeldi, yaşamak güzeldi, ara sıra ortaya çıkan böyle tatsız durumları önlemek olanaksız demekle  işin içinden çıkılamazdı. Tatsızlık olmadan, oluşmadan engellenebilirdi. Bunun çaresi muhakkak ki vardı. Ben  iyi davranışlar içindeyim, kötülük nedir bilmem derdin otururdun köşende. İşte, asıl büyük gaflet buydu. Doğrusu nedir dersen, cevabı gayet basitti: Gerçekten çok iyi bildiğin iyi davranışları başkalarına da öğreterek, pasif iyi değil, aktif iyi olarak ve bu amaç için sonsuz gayret sarf ederek.  Uzunkulak ile kelebek bu durumu uzun uzadıya konuşarak bir karara vardılar: İyiliğin en büyük savunucusu olarak bildiklerini canlılara anlatacaklardı. Akşamüstü birbirlerinden ayrılırken ikisi de hayatın güzelleştiğinin farkındaydı. Aradan bir ay geçmeden grup kurmuştu, Uzunkulak ile kelebek: Aktif iyiler grubu. Çalışmalar devam ediyordu ve edecekti, çünkü bunun için ant içmişlerdi.


SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Çevrimdışı Serdar Yıldırım

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 114
  • 249
  • 114
  • 249
# 20 Eyl 2023 17:20:40

RESSAM VAN GOGH İLE SERDAR YILDIRIM
Zaman gezgini olarak bir araya geldik. Ben bu hikayenin yazarı Serdar Yıldırım ve dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ressamı olarak adı anılan Hollandalı Van Gogh. Paris'te bir müzayede salonunda Van Gogh'un "Kafede Akşam" adındaki tablosu satıldı. Yüzden kapı açıldı. Yüz on, yüz yirmi derken, iki yüz milyon dolara alıcı buldu. Van Gogh her pey sürüşte vay be, vay be dedi, durdu.

Ben: " Sayın Van Gogh, bu bir dünya rekoru. Bugüne kadar hiçbir ressamın tablosu böylesine astronomik fiyata satılmadı. "
Van Gogh: " Arkadaş, bilmem inanır mısın, ben birkaç tablomla birlikte bu tablomu da mahalle bakkalına bırakmıştım. Tanesine on gulden dersin demiştim. O zamanlar on gulden iki dolar ediyordu. Tabloları alan olmadı. Biri satılsa zeytin, peynir ve ekmek alacaktım. Zaman bana çok zalim davrandı. Yetenek var ama açsın, bırak Van Gogh'un aklı kaçsın. Çıldırmak işten değil. "
Ben: " Sayın Van Gogh, siz ortaya çıksanız, ben bu tabloyu yapan ressam Van Gogh'um deseniz. Tablonuzu satın almak için, fiyat artıran şu dolar milyonerleri, size yüz dolar bağış yapmazlar. "
Van Gogh: " Sen de abarttın ama yüz dolar vermezlermiş? Ben de elli dolar isterim. Vermezlerse intihar ederim. "
Van Gogh müzayede salonunun orta yerine çıktı. Ellerini havaya kaldırdı. Kendini tanıttı. Salondakilerin ağzı açık kaldı. Doğru dediler, bu Van Gogh. Rica etsem bana elli dolar verebilir misiniz? dedi. Başlar öne eğildi.
" Neden ama ? " dedi, Van Gogh. " Herkes bir dolar verse elli dolar toplanır. Bana karşı bu cimrilik neden? "
Sessizlik bir süre devam etti. Sonunda ön sırada oturan bir holding sahibi, şimdi size o parayı verirsek hayatın sıkıntısından kurtulur, rahatlarsınız. Bir daha böylesine üst düzeyde resimler yapamazsınız diye endişe ediyoruz, dedi.

Serdar Yıldırım ayağa fırladı ve gür sesiyle haykırdı: " Hayır, " dedi. " Yalan söylüyorsun. Van Gogh yaşarken parasal yardım yapılsaydı çok daha üst düzeyde, çok daha kaliteli resimler yapardı. O zamanın insanları, nasılsa bu da ötekiler gibi tarihin karanlıkları arasında kaybolup gider, diyerek yardım etmediler. Kim bilir nice ressam, heykeltraş, yazar, şair, sporcu, besteci ve diğer sanatsal uğraş içinde olanlar karanlıklarda kaybolup gitti. Binde bir böyle kaybolmayanlardan biri olan Van Gogh'un eseri milyon dolara satılıyor. Siz aslında insanlığın geleceğini satıyorsunuz ve gelecek yok oluyor, bunu fark edemiyor musunuz? "

Serdar'ın haykırışına cevap veren olmadı. Müzayede salonunda birkaç dakika sonra iki adam kalmıştı. Sessizliği Van Gogh bozdu: " Sen haklı çıktın Serdar, intihar etmeye gidiyorum. "
Serdar: " Dur Van Gogh. Yıl 2018. Senin kadar olmasa da ben de zor durumdayım. Bir iş bulmaya kalksam, hikaye yazma işini bırakmam gerekir. Otuz dört yıllık bir uğraştan vazgeçemem. Bak ben intihar etmem, sen de intihar etme. "
Van Gogh: " O zaman gel beraber intihar edelim. "
Serdar: " Hayır. intihar yok. Acılara birlikte göğüs gereceğiz ve galip geleceğiz. Şimdiye kadar hiç yenilmedim ve sen de yenilmezsin. Önümüze çıkarılan engelleri yıkıp geçelim. "
Serdar anlattıkça Van Gogh'un yüzü bembeyaz kesildi. O'nun anlattıklarını başını indirip kaldırarak tasdik etti. Sen haklısın, ben bir ellerimi yıkayıp geleyim, dedi. Yerinden kalktı, lavaboya doğru yürüdü.

Aradan zaman geçti. Tabanca sesi duyuldu. Serdar lavaboya koştu. Van Gogh yerde yatıyordu. Serdar gözyaşları içinde kaldı. Elli dolar verseler ne yapar eder Van Gogh'a iki tablo yaptırırdım. Bu iki tablo onların elli dolarını fazlasıyla karşılardı. Van Gogh gerçek hayatında tabanca ile yaşamına son verdiğinde otuz yedi yaşındaydı ve hep otuz yedi yaşında kaldı. 1853-1890 yılları arasında yaşamış yoksul bir ressamdı. Kendisini saygıyla anıyorum.

SON

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK