İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.319
  • 223.639
  • 28.319
  • 223.639
# 25 Şub 2015 20:32:42
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki :
" Allah'tan afiyet isteyin.
Kula kamil imandan sonra afiyetten daha büyük bir nimet verilmemiştir...”
Bir kıssa:
Sufinin birisi sürekli,
''Allah'ım, senden afiyet istiyorum, Allah'ım senden afiyet istiyorum...!''
diye dua ediyordu. Kendisine niçin sürekli böyle dua ettiğini sorulunca, şöyle anlattı:
''Ben, manevi terbiyeye ilk girdiğim günlerde hamallık yapıyordum. Birgün ağırca bir un yükü taşıyordum, dinlenmek için yükü bir yere koydum. Orada,
''Ya Rabbi, eğer her gün bana yorulmadan iki ekmek versen, onlarla yetinirdim!'' diye dua ettim.
O sırada önümde iki kişi döğüşmeye başladılar; ben de aralarını bulayım diye yanlarına vardım. Birisi, elindeki şeyi hasmına vurmak isterken başıma vurdu, yüzüm kana bulandı. O sırada mahallenin asayişinden sorumlu kimse gelip ikisini yakaladı, beni de kana bulanmış görünce, kavgacı zannedip onlarla birlikte hapse attı. Bir müddet hapiste kaldım, her gün iki ekmek veriyorlardı.
Bir gece rüya gördüm, birisi bana,
''Sen her gün yorulmadan iki ekmek istedin fakat Allah'tan afiyet (beden,din ve dünya selameti) istemedin, işte istediğin sana verildi!. dedi...
Rüyadan uyandım, ondan sonra hep,
''Ya Rabbi, afiyet ver, Ya Rabbi afiyet ver..!'' diye dua etmeye başladım.
Bir ara hücrenin kapısı çalındı, birisi,
''Hamal Ömer nerede ?'' diye beni sordu. Beni götürdü, ellerimi çözüp serbest bıraktılar...''

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.319
  • 223.639
  • 28.319
  • 223.639
# 25 Şub 2015 22:59:25
Hz.Ömer,sezsizce,dinlenmekte olduğu odaya girer. Bir an çevresine göz gezdirir. Tavana asılmış kuru bir deri parçası,bir torbanın içinde bir kaç kg. arpa,duvara dayalı bir kaç ağaç yaprağı ve yerde de Hz. Muhammed'in üzerinde uyumakta olduğu hurma lifinden örülmüş kaba bir hasır.
Bu durum karşısında ağlamaya başlayan Hz.Ömer'in hıçkırıkları O'nu uyandırır. Kalkınca hasırın vucüdunda iz yaptığını,kan oturduğunu gören Hz. Ömer omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya başlar. Hz.Muhammed hayretle sorar:
-Ey Hattaboğlu! Niçin ağlıyorsun?,
-'Ey Allah'ın elçisi! İranlılar imparotorlarını saraylarda yaşatırken ,Bizanslılar Kayserlerini lüks ve ihtişama boğmuşken sen ki Alla'ın Elçisisin...İzin versen de,biz de seni... Maksat anlaşılmıştır,Allah'ın
Elçisi,gelecekteki halifesinin sözünü hüzünlü bir tebessüm,tatlı bir el işareti ile keser ve
'Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan
ibarettir.Ahiret yurduna gelince,işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı'(Ankebut,64)
ayetini okuduktan sonra ekler.
-'İstemez misin Ey Ömer! Dünya onların olsun,ahirette bizim....'

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 26 Şub 2015 21:29:19
Bir evliya  varmış ; Ne sorsan cevap verirmiş.
Onu çekemeyen biri demiş ki:
- Ona öyle bir soru soracağım ki kesinlikle bilemeyecek.
Ne soracaksın ? Diye sordukların da ise :
- Elimde bir kelebek var.Ölü mü diri mi ? Diye soracağım.Eğer diri derse elimi sıkıp öldüreceğim.Ölü derse de elimi açıp bırakacağım uçup gidecek.
Evliyanın  yanına gidiyor ve sorusunu soruyor.
- Elimdeki kelebek ölü mü diri mi ? Diyor.
Evliyanın cevabı ise müthiş;
- O SENİN ELİNDE...!

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.319
  • 223.639
  • 28.319
  • 223.639
# 27 Şub 2015 15:29:31
BÜTÜN ANNE BABALARIN VE
ÖĞRETMENLERİN OKUMASI GEREKEN BİR HİKAYE

Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti.

O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, "Bir insanın ana vatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır."Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, "Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır." Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.
Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. "Oğlum bugün ödevini yaptın mı?" Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da
*sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, "cık" sesini çıkarıyordu.* Kızıyordum, söyleniyordum, "Niye yapmıyorsun ödevini!" diyordum.
Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. "Ben ne biçim babayım," diye kendime sordum. Seminer için geldiğim*
İstanbul'dan çalışma yerim olan Kayseri'ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!*
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam.
Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?*
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, "Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış!
Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz."

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim.
Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve "Hayır!" anlamına gelen "cıkk" dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım.

Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti.

"Ne büyük tehlike!" diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, "Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın," demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim!
Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!*
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye.
Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler.
Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. "Çok mu kötü hocam?" diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. "Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?"

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım.
İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. "O kadar mı kötü?" diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım.
Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum.Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
"Gel seni yeniden kucaklayayım!" dedim. Kucaklaştık.
"Çocuklar Gülsün diye!" yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur.
Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler.
Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.
Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

Doğan CÜCELOĞLU

Çevrimdışı paptyaeylüler

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 27 Şub 2015 20:21:00
Bir Bardak Süt
Howard, okuldan arta kalan zamanında kapı kapı dolaşarak birşeyler satan fakir bir çocuktu.
Bir gün, kapı kapı dolaşmasına rağmen, bir şey satmayı başaramamış; bu arada, karnı çok acıkmıştı. Cebindeki on sent, birşeyler almak için yeterli değildi.
Bir evden yiyecek istemeye karar verdi. Fakat, kapıyı açan genç kızdan utanıp, yemek yerine sadece su isteyebildi. Kız onun aç olduğunu anlamıştı. Ona su yerine bir bardak süt getirdi. Sütü yavaşça içti ve:
“Borcum ne kadar” diye sordu.
Genç kız:
“Borcunuz yok” diye cevap verdi. “Annem, yapılan bir iyilik için para alınmaması gerektiğini söyler.”
Çocuk:
“Bütün kalbimle çok teşekkür ederim” dedi ve oradan ayrıldı.
Yıllar yılları kovaladı. Howard önce ilköğretim okulunu, ardından liseyi, sonra üniversiteyi bitirdi. Yıllar geçip gitmeye devam etti.
Bir gün, ünlü Johns Hopkins Üniversitesi Tıp Fakültesinin Dr.Howard Kelly’nin kurucu başkanı olduğu Jinekolojik Onkoloji Bölümüne, ağır bir hasta getirildi. Yerel hastanelerdeki doktorlar, hastalığını değil tedavi etmek, teşhisini bile koyamamışlardı.
Dr.Kelly, hastanın naklinin yapıldığı bölgeyi öğrenince, çocukluk yıllarını yaşadığı belde hafızasında canlandı. Muayene için odaya girdiğinde ise, hastayı hemen tanıdı. Bu kadın, uzun seneler önce kendisine su yerine süt veren genç kızdan başkası değildi.
Kendisine yıllar önce yapılmış bu iyiliği hatırlayan Dr.Kelly, hasta için elinden gelen herşeyi yaptı.
Sonunda, Allah şifa verdi ve kadın ağır hastalığından kurtuldu. Kadının taburcu olacağı gün, kadının ameliyat dahil bütün muayene masraflarının kayıtlı olduğu fatura, imzalanması için Dr. Kelly’ye iletildi. Faturaya bakan doktor, üzerine bir şeyler yazdı ve kadının odasına gönderdi. Kadın korkarak faturayı açtı. Bu tür tedavilerin çok pahalıya patladığını biliyordu. Yüksek bir miktar ile karşılaşacağını düşünüyordu.
Nitekim, faturada, on binlerce dolarlık bir rakam, kenarda ise Dr.Kelly imzalı bir not vardı:
“Bir bardak süt ile ödenmiştir".
Bu öykü yaşanmış bir olaydan alıntıdır.

Çevrimdışı Gülirem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 5.123
  • 17.811
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 5.123
  • 17.811
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 27 Şub 2015 20:23:47
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Bir Bardak Süt
Howard, okuldan arta kalan zamanında kapı kapı dolaşarak birşeyler satan fakir bir çocuktu.
Bir gün, kapı kapı dolaşmasına rağmen, bir şey satmayı başaramamış; bu arada, karnı çok acıkmıştı. Cebindeki on sent, birşeyler almak için yeterli değildi.
Bir evden yiyecek istemeye karar verdi. Fakat, kapıyı açan genç kızdan utanıp, yemek yerine sadece su isteyebildi. Kız onun aç olduğunu anlamıştı. Ona su yerine bir bardak süt getirdi. Sütü yavaşça içti ve:
“Borcum ne kadar” diye sordu.
Genç kız:
“Borcunuz yok” diye cevap verdi. “Annem, yapılan bir iyilik için para alınmaması gerektiğini söyler.”
Çocuk:
“Bütün kalbimle çok teşekkür ederim” dedi ve oradan ayrıldı.
Yıllar yılları kovaladı. Howard önce ilköğretim okulunu, ardından liseyi, sonra üniversiteyi bitirdi. Yıllar geçip gitmeye devam etti.
Bir gün, ünlü Johns Hopkins Üniversitesi Tıp Fakültesinin Dr.Howard Kelly’nin kurucu başkanı olduğu Jinekolojik Onkoloji Bölümüne, ağır bir hasta getirildi. Yerel hastanelerdeki doktorlar, hastalığını değil tedavi etmek, teşhisini bile koyamamışlardı.
Dr.Kelly, hastanın naklinin yapıldığı bölgeyi öğrenince, çocukluk yıllarını yaşadığı belde hafızasında canlandı. Muayene için odaya girdiğinde ise, hastayı hemen tanıdı. Bu kadın, uzun seneler önce kendisine su yerine süt veren genç kızdan başkası değildi.
Kendisine yıllar önce yapılmış bu iyiliği hatırlayan Dr.Kelly, hasta için elinden gelen herşeyi yaptı.
Sonunda, Allah şifa verdi ve kadın ağır hastalığından kurtuldu. Kadının taburcu olacağı gün, kadının ameliyat dahil bütün muayene masraflarının kayıtlı olduğu fatura, imzalanması için Dr. Kelly’ye iletildi. Faturaya bakan doktor, üzerine bir şeyler yazdı ve kadının odasına gönderdi. Kadın korkarak faturayı açtı. Bu tür tedavilerin çok pahalıya patladığını biliyordu. Yüksek bir miktar ile karşılaşacağını düşünüyordu.
Nitekim, faturada, on binlerce dolarlık bir rakam, kenarda ise Dr.Kelly imzalı bir not vardı:
“Bir bardak süt ile ödenmiştir".
Bu öykü yaşanmış bir olaydan alıntıdır.
çok sevdiğim bir hikaye. Yüreğinize saglik

Çevrimdışı paptyaeylüler

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 27 Şub 2015 20:25:35
Ebediyete Kadar
Heybeliada'daki Deniz Okulu'ndan mezun olan İsmail Türe, kendi gibi Gelibolulu olan bir genç kıza kaptırır gönlünü. İki sevgili parmaklarına nişan yüzüğü taksalar da, birbirlerini çok seyrek görmektedirler.
İsmail Türe denizaltıda muhabere subayı olarak görevlidir çünkü. Üsteğmenin aklına harika bir fikir gelir; nişanlısına ışıklı mors alfabesini öğretecek, Çanakkale'den geçiş yapacakları geceyi planlı olduğu için önceden bildirecek ve böylelikle haberleşeceklerdir!
Boğazı yüzeyden geçmekte olan denizaltının kulesindeki denizciler sigara içmekte, sohbet etmektedirler. Aralarından birinin heyecanlı olduğu her halinden belli olmaktadır. Gelibolu kıyılarına geldiklerinde, karanlık içindeki evlerden birinden bir el fenerinin yanıp söndüğü görülür: “Seni seviyorum”... Arkadaşları gülümseyerek İsmail Türe'ye bakarlarken, genç âşık elindeki fenerle sevgilisine karşılık vermektedir...
Bu olaydan sonra iki sevgilinin aşkı düşmez olur denizaltıcıların dillerinden. Herkes, haberleşmek için kurulan ışık yolunu konuşur. Arkadaşları "Evlen şu kızla da, buralardan her geçişimizde selamlaşmayı bırak artık” diye takılırlar İsmail Türe'ye.
Denizaltının üstünün ve altının bir olduğu yağmurlu günlerde bile, Çanakkale Boğazı'ndan geçilirken, elindeki fenerle aşk nöbeti tutan yakışıklı denizci gözünü bir an olsun ayırmaz Gelibolu kıyılarından.
Yine bir gün, yirmi yedi yaşındaki Üsteğmen, Çanakkale'den geçecekleri gün ve saati, denizaltının uğradığı bir limandan telefonla haber verir nişanlısına.
Ege Denizi'nden Boğaz'a giriş yapacaklarını ve en öndeki denizaltının kulesinde olacağını bildirir. Genç kızın gözüne her zaman olduğu gibi, o gece de uyku girmez. Büyük bir sabırla pencerenin önünde oturmakta ve gözünü hiç kırpmadan denize bakmaktadır. Fenerine yeni pil almış olsa da, arada bir yanıp yanmadığını kontrol eder yine de...
Birden, dev bir karartı belirir suyun üstünde. Güneyden gelen bir denizaltı, penceresinin görüş sahasına girmiştir... Genç kız pencereyi açar ve gecenin karanlığına uzattığı elleriyle feneri yakıp söndürür.
“Seni Seviyorum...”
Kulede bulunan denizaltının komutanı Bahri Kunt işareti görünce gülümser:
“Hay Allah, bu kız denizaltıları şaşırdı. Nişanlısının denizaltısı bizim önümüzdeydi...”
Bir anlık tereddütten sonra Birinci İnönü denizaltısının komutanı Bahri Kunt, yanıt gönderilmezse genç kızın telaşlanacağını düşünerek, karşılık verilmesini emreder.
Yanındakilerin “Ne diyelim komutanım?” diye sorması üzerine de şunları söyler: "ebediyete kadar..." O gece, Üsteğmen İsmail Türe'nin görev yaptığı Dumlupınar, Çanakkale Boğazı'na giriş yapan ilk denizaltı olmuştur. Ama, Gelibolu kıyılarına gelmeden, Nara Burnu açıklarında İsveç bandıralı “Naboland” adlı gemi tarafından çiğnenmekten kaçamamış ve yaralı bir balina gibi acı dolu sesler çıkararak, Çanakkale'nin karanlık sularında kaybolmuştur.
Her şey bir kaç dakika içinde gerçekleştiğinden, arkadan gelmekte olan Birinci İnönü denizaltısı Dumlupınar'a çarpan geminin yanından habersizce geçerek, Gelibolu'ya ulaşan ilk denizaltı olur.
Genç kız, nişanlısından haber almanın huzuru içinde başını yastığa koyduğunda, genç denizci çoktan dalmıştır "Ebediyete kadar" sürecek olan uykusuna!..
Sunay Akın

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.319
  • 223.639
  • 28.319
  • 223.639
# 27 Şub 2015 20:41:23
Bir gün yere bir damla bal düştü..
Küçük bir karınca geldi, balın tadına baktı ve gitti...
Bal hoşuna gitmişti..
Bir zaman sonra tekrar geldi, biraz daha yedi...
Gitmek istedi ama bal lezzetli gelmişti..
Bir türlü bırakamadı..
Kendini balın lezzetine kaptırdı ve bal damlasının içine girdi..
Ancak çıkmak isteyince buna güç yetiremedi..
Debelendikçe daha da battı ve balın içinde can verdi..
Karınca biraz bal ile yetinseydi elbette ölmeyecekti...
Hikmet ehli der ki:
'' Dünya büyük bir bal damlasıdır..
Kim ondan yetecek kadarıyla iktifa ederse kurtulur...
Kim de ona dalarsa, karınca misali battıkça batar ve helak olur...''..

Çevrimdışı paptyaeylüler

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 27 Şub 2015 20:43:14
Ölümsüz Kırmızı Güller
Kan rengi, kırmızı güllere bayılırdı.
Zaten onlarla adaştı da. Rose...Gül.
Kocasının sevgili Rose'u...
Her yıl Sevgililer Günü'nde kapının önünde bulduğu enfes fiyonklarla süslü kucak dolusu kırmızı güllerle kutlardı. Hiç aksamadan.
Hatta eşini kaybettiği yıl dahi kapısı çalınmış, gülleri kucağına bırakılmıştı.
Tıpkı geçmişte olduğu gibi, küçük bir kartla birlikte... Her yıl güllere iliştirdiği karta aynı cümleleri yazardı: "Seni geçen sene bugünkünden daha çok seviyorum."
Birden, bunların son gülleri olduğunu düşündü. Önceden ısmarlamış olmalıydı. Öleceğini nasıl bilebilirdi? Zaten her şeyi önceden planlamayı ve yapmayı severdi.
Gülleri özenle içeri taşıdı. Saplarını kesti, vazoya yerleştirdi. Vazoyu da konsolun üzerine, eşinin kendisine gülümseyen fotoğrafının yanına koydu.
Orada kocasının koltuğunda oturup saatlerce gülleri ve fotoğrafı seyretti. Sessizce... Bitmek bilmeyen bir yıl geçti. Yapayalnız ve hüzün dolu bir yıl.
Sonra bir sabah kapı çalındı. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi. Kırmızı gülleri, üzerinde küçük kartıyla birlikte esikteydi. Sevgililer Günü'nü kutluyordu. Gülleri içeri aldı.
Şaşkınlık içinde doğru telefona gitti. Çiçekçi dükkânını aradı. Onu bu kadar üzmeye kimin ne hakkı vardı? "
Biliyorum" dedi, çiçekçi. "Eşinizi geçen yıl kaybettiniz. Telefon edeceğinizi de biliyordum. Bugün size yolladığım gülleri çok önceden esiniz ısmarlamış, parasını da ödemişti. Hep böyle yapardı zaten. Hiç şansa bırakmazdı. Dosyamda talimat var. Bu çiçekleri size her yıl yollayacağım. Bir de özel kart verdi, kendi el yazısıyla. Bilmeniz gerek diye düşünüyorum. Ölümünden sonra çiçeklere iliştirmemi istedi?" Rose hıçkırıklar arasında teşekkür ederek telefonu kapadı. Parmakları titreyerek zarfı açtı...
"Merhaba sevgilim" diye başlıyordu, kart.
"Bir yıldır ayrıyız. Umarım senin için çok zor olmamıştır. Yalnızlığını ve acılarını hissedebiliyorum. Giden sen, kalan ben olsaydım neler çekerdim, kim bilir? Sevgi paylaşıldığında yaşamın tadına doyum olmuyor. Seni kelimelerle anlatılamayacak kadar çok sevdim. Harika bir eştin. Dostum, sevgilim, benim. Sadece bir yıldır ayrıyız. Kendini bırakma. Ağlarken bile mutlu olmanı istiyorum. Onun için bundan sonraki yıllarda güller hep kapımızda olacak. Onları kucağına aldığında paylaştığımız mutluluğu ve kutsandığımızı düşün. Seni hep sevdim. Her zaman da seveceğim. Ama yaşamalısın. Devam etmelisin. Lütfen... Mutluluğu yeniden yakalamaya çalış. Kolay değil, biliyorum ama bir yolunu bulacağına eminim. Güller, senin kapıyı açmadığın güne dek gelmeye devam edecek. O gün çiçekçi beş ayrı zamanda gelip kapıyı çalacak, eve dönüp dönmediğini kontrol edecek. Beşinciden sonra emin olarak, gülleri ona verdiğim yeni adrese getirip seninle yeniden ve ebediyen kavuştuğumuz yere bırakacak...

Çevrimdışı huseyinyesilot

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 11.759
  • 145.961
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 11.759
  • 145.961
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 27 Şub 2015 20:50:55
HEDİYE PAKETİ
 
Adamin biri,bir arkadaşının yanina gelerek, "Falanca şahıs senin gıybetini etti!" dedi.
 
O da istifini bozmuyıp gıybetini eden kimse için bir hediye paketi
hazırladı.Sonra da yerinden kalkıp paketi onun evine götürdü.Gıybetini
eden kisi paketi görünce "Bu da nedir?Ben sana bir emanet veridiğimi
hatirlamıyorum!" dedi.Bunun üzerine gıybeti edilen kişi söyle yanıt
verdi: "Iyi amellerini bana hediye ettiğini duydum.Bende bu hediyenin altında kalmamak için seni ödüllendirmek istedim!" dedi.


KABİR AZABI

Cabir b. Abdullah Ensari derki:
Peygamberimizle (s.a.v) birlikte ilerliyorduk. Derken iki mezara rastladık.Peygamberimiz onların hakkında şöyle buyurdu:"Bu iki mezarın sahipleri (şu an) azap içerisindedirler.
 
Çünkü onlardan biri sürekli gıybet ediyor,diğeri de taharete önem vermiyordu."

Çevrimdışı paptyaeylüler

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 27 Şub 2015 21:03:08
Nebraska 'da yaşlı bir adam yaşardı. Patates ekimi için bahçeyi sürmesi gerekiyordu. Fakat bu çok zor bir işti. Tek oğlu olan David ona yardım edebilirdi ama o da hapisteydi. Yaşlı adam oğluna bir mektup yazdı ve durumunu izah etti:
'Sevgili David,
Patates bahçemi belleyemeyeceğimden kendimi çok kötü hissediyorum.
Bahçeyi kazmak için oldukça yaşlanmış sayılırım.
Burada olsan bütün derdim bitecekti. Biliyorum ki, sen bahçeyi benim için hallederdin.
Sevgiler Baban... '
Yaşlı adam, bir kaç gün sonra oğlundan bir mektup aldı.
'Babacığım,
Allah aşkına bahçeyi kazma, ben oraya cesetleri gömmüştüm.
Sevgiler David...'
Ertesi gün sabaha karşı 4'te, FBI ve yerel polis çıkageldi. Tüm sahayı kazdılar. Ama hiçbir cesede rastlamadılar, yaşlı adamdan özür dileyerek gittiler.
Aynı gün yaşlı adam oğlundan bir mektup daha aldı.
'Babacığım,
Şimdi patatesleri ekebilirsin.
Bu şartlarda yapabileceğimin en iyisini yaptım.
Sevgiler David...
Not: Bu olay gerçek bir hikayeden alınmıştır.

Çevrimdışı paptyaeylüler

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 27 Şub 2015 21:06:49
Noel Hediyesi
Tam bir dolar seksen yedi senti vardı.
O kadar, ne bir eksik ne bir fazla.
Della, paraları üç defa saydı.
Bir dolar seksen yedi sent, o kadar.
Hâlbuki ertesi gün yeni yıla adım atılacaktı. Della'nın evi, haftada sekiz dolara tutulmuş mobilyalı bir apartman dairesi.
Tasvire değer bir hali yok. Tam bir fakirhane.
Gözyaşları dindikten sonra Della eline bir ponpon alarak yüzünü pudraladı, pencerede durarak apartmanın o kasvetli arka avlusundaki parmaklıklar üzerinde yürüyen bulut renkli kediyi aptal aptal seyretti.
Ertesi günü yılbaşıydı ve kocası Jim'e, hediye alabileceği sadece bir dolar seksen yedi senti vardı. Bu parayı da aylardır yavaş yavaş biriktirmişti. Hâlbuki şimdi hiçbir işe yaramadıklarını görebiliyordu. Sevgili Jim'ine güzel bir şey almak hususunda hülyalar kurarak birçok mesut anlar yasamıştı.
Pencereden uzaklaşarak kendini aynanın karşısına attı. Gözleri pırıl pırıl parlıyordu, ama yirmi saniye içerisinde rengi uçuvermişti. Saçlarını çözerek omuzlarının üzerine döktü.
İftihar ettikleri iki şeyi vardı. Biri Jim'in büyükbabasından kalan altın saat, diğeri de Della'nin omuzları üzerine dökülen saçları. Della'nin saçları altın renkli bir çağlayan gibi parlayarak ve dalgalanarak dizlerine kadar döküldü ve elbise gibi vücudunu örttü.
Bir aralık bir an durdu. Tereddüt eder gibi oldu. Yerdeki kırmızı, tüyleri dökük halıya iki damla gözyaşı aktı. Della, gözlerinin yaşı kurumadan kapıdan fırladı.
"MM. Sofronie. Her nevi saç levazımı" ibaresi taşıyan bir tabelanın önünde durdu.
Bir hamlede içeri girdi. "Saçlarımı satın alır mısınız?" diye sordu.
Madam, saçları pişkin bir alıcı eliyle yokladıktan sonra "20 dolar" dedi.
Della, "Peki, derhal" cevabını verdi.
Ondan sonraki iki saati pembe bir bulut üzerinde uçar gibi sevinçle nasıl geçirdiğini bilmiyordu. Jim için almak istediği hediyeyi bulmak için dükkânların altını üstüne getirdi. Nihayet bulabildi. Altın saat zinciri. Zincir, Jim'in o emsalsiz saatine layık derecede güzeldi.
Eve gitti, saçlarına baktı. Jim'in bu hayalini beğenmesi için dua etti.
Az sonra Jim kapıyı açıp içeri girdi.
Gözlerini sevgilisine dikmiş sadece bakıyordu. Sonra, hediyesini uzattı.
Della paketi açtığında, ipek gibi saçları için uzun zamandır beğenip alamadığı bir çift tarak gördü.
Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Kendisini toparladı, tatlı bir tebessümle Jim'e hediyesini uzatti. Jim, paketi açtığında saat zincirini gördü. Ama artık saati yoktu.
Çünkü, Della'nin güzelim saçlarına çok beğendiği tarakları alabilmek için o da saatini satmıştı.
Üzülmediler...
Çünkü önemli olan tek şey vardı sevgileri...
O da ne satılır ne de satın alınabilirdi...
"O.Hanry"

Çevrimdışı paptyaeylüler

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 27 Şub 2015 21:13:20
Ateşli bir köy çocuğu kentin en büyük marketinde işe başvurdu. Dünyanın bu en büyük çarşı-marketinde her şey ama her şey satılmaktaydı.
Patron sordu:
“Daha önce hiç satıcılık yaptın mı? ”
“Evet, köyümde bu işi yaptım.”
Patronun gözü çocuğu tuttu.
“İyi, yarın başlıyorsun” dedi.
“Akşam ilk günü değerlendiririz.”
Ertesi akşam patron, çocuğu karşısına aldı.
“Evet, bugün kaç satış yaptın? ” diye sordu.
“Bir.”
“Ne bir mi? Öteki arkadaşların otuzdan fazla satış yaptılar. Sen nasıl yalnızca bir satış yapabilirsin?
Kaç dolar tuttu peki?”
“320 bin dolar”
Patron şaşırdı ve bunu nasıl becerebildiğini sordu.
“Adama önce küçük boy bir olta, sonra orta boy bir olta ve daha sonra da büyük bir olta sattım.” Dedi genç satıcı. “Adama nerede balık tutacağını sordum , “Kıyıda” deyince bir tekneye gereksinimin olduğunu söyledim. Tekne bölümüne indik ve çift motorlu yelkenli lüks bir yat sattım. Vosvosuyla bunu çekemeyeceğini belirtince de son model bir 4×4 cip sattım.
Patron kendinden geçti:
“Ne diyorsun, tüm bunları bir küçük olta almaya gelen adama mı sattın?”
Çocuk yanıtladı:
“Yoo, aslında eşinin migreni tutmuş, buraya aspirin almaya gelmişti ” dedi. “Hafta sonunun mahvolduğunu görünce adama bunu açık açık söyledim ve balığa gitmesini önerdim.”

Çevrimdışı paptyaeylüler

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 27 Şub 2015 21:15:47
Amerika'da yaşayan genç bir adam varmış. Bir gün dergi almaya gittiğinde dergicide bir kitap görmüş ve o kitabı almış. Okuduktan sonra, kitaptaki düşüncelerin kendi düşünceleriyle aynı olduğunu farketmiş. Yazarın adı Amy'ymiş. Adam bu kitabı yazan kişinin adresini bulmuş ve ona mektup göndermiş. Kitabını çok beğendiğini ve her yönde aynı fikirde olduklarını söylemiş.
Aylar geçmiş, adam ve yazar hâlâ mektuplaşmaya devam ediyorlarmış. Adam her geçen gün bu kadına âşık oluyormuş, kadın da adama. Resmen ruh ikizi olduklarını düşünüyorlarmış.
Bir gün buluşmaya karar vermiş ve bir yer belirlemişler. Kadın yakasında kırmızı bir gül olacağını söylemiş. Adam kadına öyle âşıkmış ki gözü başka bir şey görmüyormuş. Buluşacakları gün eli ayağı titriyor, kalbi yerinden çıkacak gibi atıyormuş.
Zaman geldiğinde genç adam bulaşacakları yere gitmiş. Aman tanrım...!! Uzun boylu, beyaz tenli, mavi gözlü hayatında görmediği kadar güzel bir kız... Bu kızın gerçek olup olmadığına bile inanamıyormuş. Altın sarısı beline kadar uzayan saçları dalgalanıyor ve göz kamaştırıyormuş. Adam "Ne olur sen o kız ol, Ne olur sen o kız ol" diye içinden haykırıyormuş.
Kız bankın üzerine oturmuş ve adama bakmaya başlamış. Adam etrafına baktığında bir de ne görsün başka bir bankta kısa boylu yaşlı, çirkin ve şişman bir bayan oturuyor ve yakasında da kırmızı bir gül var.
İki kadının arasında kalan genç, ya çirkin ama hayatında tanıdığı en mükemmel olan kadının yanına gidecekmiş ya da dünyalar güzeli bir kadının yanına. Çirkin olanı, yani sevdiği kadınını seçmiş, yanına gitmiş ve:
- Merhaba Amy...
Kadın yabancı gözlerle ona bakmış:
- Ben Amy değilim, şu karşı bankta oturan bayan bana bu gülü verdi ve bunun gül için yanıma gelecek olan adamın hayatının sınavı olduğunu söyledi. Şimdi seni orada bekliyor...

Çevrimdışı paptyaeylüler

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 27 Şub 2015 21:22:27
Uzakdoğu’da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.
Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu.
Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist rahip, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı. Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.
Budist rahip bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.
Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.
İçerideki budist rahip saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.
Hayat akarken bilgeliğe aç insanlara her zaman yer vardır.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK