İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı eessrraa

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 5.906
  • 46.126
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.906
  • 46.126
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 12 Tem 2016 12:23:02
        bir gün genç bir adam socrates’e gelir ve “irfan ve bilgi kazanmak için yüzlerce mil yol yürüdüm... öğrenmek istiyorum, bu yüzden sana geldim... bana bilgi verir misiniz? ” diye sorar...
        socrates, “gel beni izle” der ve sahile doğru yollanır...kendisi ve genç takipçisi suyun içinde yürürler...sonra socrates yoldaşını yakalar ve başını suyun dibine batırır...genç adamın zorlu çabalarına rağmen hoca onu suyun altında tutar...
...
         nihayet, adamın direnme gücü tükenince, socrates genç adamı sudan çıkarır, öğrenci adayını sahile yatırır ve pazar yerine döner...genç adam gücünü toplar toplamaz, socrates’i bulur, ona: “sen bir öğretmen ve bilginsin” der kızgınlıkla  “neden bana bu kadar kötü davrandın?...”
...
        “suyun içindeyken” diye sorar socrates, “her şeyden çok ne istedin?...”
        “hava istedim” der genç adam... bunun üzerine socrates şöyle söyler,
“bilgi ve anlayışı hava kadar istediğin zaman, kimseden bunu sana vermesini beklemeyeceksin... buna her yerde ve her zaman sen sahip olacaksın...”

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.460
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.460
  • Müdür Yardımcısı
# 12 Tem 2016 13:22:24
Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman ’a gelerek, kanadını bir dervişin kırdığını söyler.
Hz. Süleyman, dervişi hemen huzuruna çağırtır.
Ve ona sorar;
Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın?
Derviş kendini savunur;
Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı, o esnada kanadı kırıldı.
Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa döner ve der ki;
Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın? O sana sinsice yaklaşmamış. Sen hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun?
Kuş kendini savunur.
Efendim ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez, bunlar Allah’tan korkarlar diye düşündüm ve kaçmadım.
Hz. Süleyman bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister.
Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın diye emreder.
Kuş o anda;
Efendim, sakın öyle bir şey yaptırmayın diyerek öne atılır.
Neden diye sorar Hz. Süleyman
Kuş sebebini şöyle açıklar;

Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar... Siz en iyisi mi, bunun üzerindeki derviş hırkasını çıkartın... Çıkartın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.

Çevrimdışı sınıfçı20

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 12 Tem 2016 23:27:28
İlkokulu bitirip kursa gelmişti. Ailesi kendi isteğiyle geldiğini söylemişti. Kayıt için adını sorduğumda:

"- Fatma" dedi, hiç de çekinmeyen bir tavırla... Ve ekledi:

"- Eğer beni hafız yapmazsanız, kayıt yaptırmak istemiyorum."
Böyle tehdit edercesine konuşması, onu yaşından daha olgun gösteriyordu. Tebessümle:

"- Korkmayın küçük hanım, siz isteyin hafız da yaparız, hoca da!"
O küçük gözlerinin içi parıldadı birden. Annesi:

"- Hocahanım, çocuk işte, kusuruna bakmayın. İlle de hâfız olacağım der, başka bir şey demez. Bizim köyün hocasından duymuş.

Peygamber Efendimiz, "Hâfız olanlara cennette taç giydirilecek!" buyurmuşlar herhalde. Siz daha iyi bilirsiniz ya, biz bu kadar duyduk anladık!"

Kendisini teselli etmek ihtiyacı hissettim:

"- Tabii teyze, ne demek! Keşke herkes sizin gibi duyduklarını hemen kabul etse de teslim olsa... Siz hiç merak etmeyin, kızınız önce Allah'a sonra bize emanet!.."

Kadıncağız elime yapıştı. Öpecekken ellerimi geri çektim, utandım. Tuttum, ben onun elini öptüm. Gözleri yaşardı.

"- Hocahanım bu eller, gözler hep günahlı, asıl sizinkiler öpülmeye layık!.."

"- Estağfirullâh teyze!" dedim . "O âhirette belli olur."
Bu konuşmadan sonra kaydını yaptığımda Fatma'nın Erzurum’lu olduğunu öğrendim. Bir an düşündüm.

"- Küçük nasıl kalacak, bu kadar uzaklarda..."

Zaman ilerledikçe Fatma'nın edepli tavırları daha da çok etkiledi beni. Azimliydi. Geceleri uykusunun arasında ayetleri sayıklarken görüyordum çoğu kez. Böyle devam ederken arada bir bana gelip çeşitli sorular soruyordu. Birgün:

"- Hocam hâfız olmak için Kur'ân'ı bitirmek mi lazım?" diye sordu.

Ben de:

"- Tabii ki hepsini ezberleyeceksin ki, "hâfız" adını alacaksın."
Bu cevabıma çok üzülmüş gibiydi. Bir şey demek istiyordu sanki... Teşekkür etti ve döndü arkasına gitti.

Derslerim arasında onlara sürekli Kur'ân ezberlemekle işin bitmeyeceğini mutlaka içindekileri uygulamanın gerektiğini hatırlatıyordum. Talebelerden biri:

"- Hocam" dedi. "Fatma'nın annesi, abdestli olmayanların hâfızlara dokunamayacağını söylemiş. Bu doğru mu?" diye sordu.

Çok ilginçti doğrusu. İçimden "mâşallâh!" dedim. Ve onların sorularına da cevap vermek için, "Osmanlı zamanında atalarımız Kur'ân'a ve hâfıza kıymet verdiklerinden öyle yaparmış." dedim.

Çok hoşlarına gitmişti bu iş. Hepsi âdetâ kendilerini ulaşılması zor, vitrindeki altın gibi görüyorlardı.

"Görsünler" dedim kendi kendime... Bu yaşta, buralara gelmişler. Allah'ın kelâmını ezberliyorlar, onlara fazla görmem bunu.
Bu arada Fatma ara sıra rahatsızlanıyor ve revirde yatıyordu. Zaman geçtikçe Fatma'nın morali ve sağlığı daha da çok bozuluyordu.

Birgün dersini 2 kez aksatınca sormak zorunda kaldım:

"- Ne oldu, yoksa anneni mi özledin?"

Sert bir şekilde bana döndü. Solgun yüzüne bir ciddiyet gelmişti:

"- Hayır", dedi.

"- Öyleyse neden moralin bozuk? Sık sık da hasta oluyorsun!" dedim.

Yalvarır gibi oldu. Gözleri dolmuştu:

"- Yanlış anlamayın, inanın ki annemi özleyip de gitmek istediğim yok. Burayı çok seviyorum. Allâh'ımdan çok korkuyorum. Buraları terk edersem, bana âhirette hesabını sormaz mı?"

Dilim dudağım bağlandı. Bir şey diyemedim. Suçlu bile hissettim, kendimi. O küçük kalbte bu ne îmandı, Yâ Rabbi! Onu hayranlıkla izliyordum.

Birgün çok rahatsızlandı. Doktora götürmek zorunda kaldık. Bir çok tahlillerden sonra, arkadaşım olan doktor hanım:

"- Hocahanım, derhal bu talebeyi ailesinin yanına gönder." dedi.

Şaşkınlıkla:

"- Neden?" diye sordum. Bana:

"- Belki üzülecek, hatta inanmayacaksın ama, bu talebe "kanser!..".
Âdeta başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü.

Hastâneden ayrılırken Fatma'ya hiç bir şey diyemedim. O ise hâlimi anlamış gibi, bana sorular sorup dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu.

Kulağıma eğilerek:

"- Hocam" dedi. "Azrail insanların canını alırken nasıldır?"
Ağlamamak için zor tutum kendimi:

"- Mü'min kullara karşı çok güzel bir sûrettedir." dedim. Mırıldandı:

"- Belki hafız olamam, ama Elhamdülillah mü'minim!" diye.

Hâfız olmak için Kur'an'ı bitirmek gerektiğini söylediğimde neden üzüldüğünü şimdi anlamıştım. Demek ki hastalığını biliyordu.
Bir kaç gün sonra eşyalarını hazırlamaya başladık. Çünkü artık dayanılmaz acılar içinde kıvranıyordu. Evine gitmesi gerekiyordu. Ailesi geldi. Fatma yanıma gelerek, mahcûbiyetle:

" - Bana kızmadınız değil mi? Eğer söyleseydim belki kursa almazdınız!.."

" - Ne demek!.. Nasıl kızarım sana.." dedim. "Hem sonra, sakın üzülme hâfızlığımı bitiremedim diye. Bu yola girdin ya, Rabbim seni hâfızlar zümresinden yazmıştır inşâallâh!" dedim.

Öyle sevindi ki! Sarıldı boynuma:

"- Gerçekten ben şimdi hâfız sayılır mıyım? Anne bak duydun değil mi?" Hüngür hüngür ağlıyordu.

Ya Rabbi, bu ne aşktı!

Rabbimin hikmeti tecelli etse de iyi olsaydı şu Fatma, ne güzel bir kul olurdu.

Böylece Fatma'yı gözyaşları ile Erzurum'a uğurladık. Çok geçmedi. Bir iki hafta sonra ailesi ağırlaştığı haberini verdi. Bu bir iki hafta içinde ondan iki mektup almıştım. Bana hep hâfızlık tâcını merak ettiğini, bunun rüyalarına bile girdiğini yazıyordu.

Birgün sabah namazından sonra telefon çaldı. Fatma'nın annesiydi karşımdaki ses... Ağlamaklı bir sesle:

" - Hocahanım Fatma'yı uğurladık. Rica etsem bir hatim okur musunuz?" deyince, ben de dayanamadım ağlamaya başladım.

Annesi beni teselli edercesine telefonu kapatmadan:

" - Size ölmeden önce şunu söylememi istedi", dedi. Hıçkırarak:

"- Anneciğim, hocama söyle!.. Azrâil söylediğinden de güzelmiş."

"Ey Rabbim; senin kelamın için yanıp tutuşan, yoluna yapışıp kelâmına sımsıkı sarılan kulunu, sen son nefesinde yalnız bırakır mısın hiç?"

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 12 Tem 2016 23:31:52
YALANLARIMIZ VE YALNIZLIKLARIMIZ

        İçimiz zayıflıklarla dolu olsa da hep güçlüyü oynarız. İtiraflarımız, özellikle de kendi kendimize olan itiraflarımız en büyük zayıflıklarımızmış gibi gelir. Duygularımızı dışa vurmak için yanıp tutuşsak ta ona "Seni seviyorum" dememek için bin dereden su getirir, kendi kendimize "Onu seviyorum" dememek için içimizden binlerce yalan söyleriz. Gerçek duygularımızı ifade edememenin sıkıntısı bizi boğsa da ona "Senden nefret ediyorum" diyemediğimiz için ikiyüzlülük yapar, kendi kendimize "Ondan nefret ediyorum" diyemediğimiz için içimizden ikiyüzlülüğümüzü kendimize mazur gösterecek bin türlü bahane uydururuz.

      Neden en büyük düşüşlerimizi kendimizi en güçlü hissettiğimiz zamanlarımızda yaşarız ? Çünkü, güçlülük oyunlarımıza en çok kendini kaptıran da, içinde bulunduğumuz gerçeği en çabuk unutan da gene biz oluruz. Kendi yalanlarımıza en çok kendimiz inanır, onları ölesiye savunuruz. Giderek yalanlarımız kalelerimiz haline gelir. O kalelerin arkasında kendimizi memnun ve mutlu sanırız.

      Alışkanlıklarımızsa kalelerimizi sağlamlaştıran en büyük yalanlarımız olur. Sevmesek de, beğenmesek de yanlış olduklarını bilsek de hiç bir konuda gösteremediğimiz kararlılığı, alışkanlıklarımızı terketmemek konusunda gösteririz. Çünkü ardından gelebilecek olandan, gelebilecek olanın belirsizliğinden, hayatımızı altüst etmesinden, içinde bulunduğumuz karanlıktan daha beter karanlıklara itilmekten, sıfırdan başlamaktan, pişman olmaktan, önceki durumumuzu özleyip bir daha asla geri dönememekten korkarız. İçinde bulunduğumuz, içimizde bulunan karanlıklara ve bunalımlara bile öylesine alışırız ki kendimizi biraz iyi hissedecek olsak "Bir şeyler yanlış gidiyor, bu mutluluk gerçek olamaz" duygusuna kapılmaktan kendimizi alamayız.

      Birileri kalemizin kapılarını biraz zorlasa korkarız herşeyi yitirmekten ve açmamakta direniriz. Kapımızı çalanları tanımazdan geliriz. Gelenin beklediğimiz kişi olabileceği aklımıza bile gelmez çünkü kendi yalanlarımız kendi gözlerimizi köreltmiştir. Bu yüzden de o çok sağlam(!) kalelerimiz ardına kendimizi hapseder, kapılarımızı kapatır kendi yalan ve mutluluk oyunlarımızla memnun yaşamımızı sürdürürüz. Çünkü "mutsuz olduğunu düşünemeyen insan mutludur" der ve o insana imreniriz bir yanımızla.

      Ve işte tam bu sıralarda, kendimizden emin ve yalancı mutluluğumuzla barış içindeyken beklemediğimiz, hesaplayamadığımız bir rüzgar çıkar, beklemediğimiz bir yönden ve hiç hesaplamadığımız bir hızda eser, o sağlam yalanlarla ördüğümüz kalemizin surlarını, kulelerini teker teker gözümüzün önünde yıkar, yerle bir eder. Biri çıkmış, siz tam içeri girip kalenizin kapısını ardınızdan kapatırken, o hiç kimselere açmadığınız kapının arasına ayağını koymuştur. Siz de aslında bilinçaltındaki beklentilerinize çok uyan bu durum karşısında direnememiş ve kapınızı açmışsınızdır. O, sizi kalenizde zırhınızdan soyunmuş bir durumda yakalamış, ve zamanla tüm zayıflık ve duygusallıklarınıza, itiraflarınıza, oyunsuz, yalansız dolansız doğal halinize el koymuştur.

      İlk düşüşümüzü bu anda yaşarız, ardından da diğerleri gelir. Onca sağlam olduğunu düşündüğümüz kalemiz içerden fethedilmiş, onca savunma önlemlerimize karşın savaşmadan teslim alınmıştır. Önceleri aldatılmışlık duygusu içimizi yakar kavurur. Kendi yalanlarımızı görmeye başlarız. Yalnızlık yeminleriniz yalandır. Yalnızlığınıza alışmış olduğunuz yalandır. "Artık sevmeyeceğim" leriniz yalandır. "Bir daha asla aşık olmam!" larınız yalandır. "Geçen seferki son hatamdı!" nız yalandır. "Bir daha kimse bana bunları yaşatamaz!" larınız yalandır. Bunları düşündükçe içinizi pişmanlıklar doldurur. Hem kendinize verdiğiniz onca sözün hepsini teker teker ya da bir anda nasıl da geçersiz kıldığınızı farketmenin, hem de kendinizi de bunca yalana inandırmanın pişmanlığı sarar her yanınızı.

      Öte yandan, fethedilmekten hoşlanmışızdır bir yanımızla da ve yavaş yavaş kendimizi yeni duruma alıştırmaya başlarız. Bazan yavaş bazen hızlı, ama işte değişmeye başlamışızdır bir şekilde. Değişimin o karşı durulmaz gücü sizi de önüne katıp götürmeye başlamıştır çoktan. Siz ya da O farketmese de. Alışkanlıklarımızı yavaş yavaş değiştirmeye, hatta onların bazılarını tümden terketmeye, sivri yanlarımızı törpülemeye başlar hatta bunlardan hoşlanmaya başladığımızı da farkederiz ama hala itiraflardan korkarız. Hem ona hem de kendimize. Acı vereceğini düşünür ve bunu hissettiklerimizi hala ne kendimize ne de karşımızdakine belli etmemeye çalışırız.

      Düşüşlerimizin bazıları bu arada gelmeye başlar. Kendimizle, kendimizdeki değişimlerle o kadar meşgul bir durumdayızdır ki karşımızdaki kişinin ne durumda olduğunun, sabrının taşmaya başladığının, ilgisizlik ve umarsızlıklara sürüklendiğinin farkına bile varmayız. Geçen zaman içinde yabancılaşmaya ve değişik tavırlar sergilemeye başlamıştır. Başlangıçta sizi asla kırmayacak gibi görünen kişi sanki o değildir de sizi kırmak için eline geçen her fırsatı kullanan, komplolar hazırlayan bir insan bulursunuz karşınızda ya da böyle algılarsınız tavırlarını. Onda da geri dönülmez değişimler başlamıştır çoktan ama siz bunları henüz görmeye ama iş işten geçtikten sonra görmeye başlarsınız. Tam da sizin artık değişimlerinizi ona ve kendinize itiraf edebilecek cesarete sahip olmaya başladığınızda bunlar olmaktadır ama bu noktada son düşüşünüzü yaşarsınız.

      O çoktan gitmiştir. Ve siz zırhsız, kabuksuz, korunmasız orada öylece kalakalırsınız. Ya kendinize yeni bir kale örmek ya da bir zamanlar bırakıp gittiğiniz, kalenizin dışındaki o dünyada bir daha, bir daha..denemeler yapmak zorundasınızdır. Ama her durumda o kötücül kehanetlerinizden bazıları doğru çıkmıştır. Hayatınız alt üst olmuştur. Sıfırdan başlamanız, alışkanlıklarınızı yeniden belirlemeniz gerekmektedir. Hayatınızda bir daha hiçbirşey ona rastlamadan önceki gibi olmayacaktır.

      "Gelecek, temiz ve aydınlık bir yaz sabahı gibi aydınlık başlamayacak, aksine geçmişle lekelenmiş bir halde başlayacaktır"
                        N/A

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 12 Tem 2016 23:34:48
VARIM!
   Saatlerdir bilgisayarın başında oturuyordu, hala beklediği mail gelmemişti. Silkindi. Kaç saat olmuştu bilgisayar başına oturalı? Oooo! İki saatten fazla olmuş, koskoca iki saat? Arkadaşları yemeğe davet etmişti, Sinan sinemaya, oda arkadaşları ise pikniğe.. Hiçbirini kabul etmemişti. Şimdi bu ücra internet cafede gelecek o maili bekliyordu.    Daha ne kadar sürecekti? Kim bilir belki, bugün hesabına bile girmemişti, girmeyecekti? Girse bile yazacağı daha önemli insanlar vardı belki... Belki de onun ona önem verdiği gibi o, ona önem vermiyordu?
   Yok canım!
   O da en az Sevgi kadar değer veriyordu Sevgi'ye, yazdığı her mesajın karşılığı ertesi güne geliyor, hadi ertesi gün olmadı birkaç gün içinde gecikmenin özrünü de içeren mail hesabında bekliyordu Sevgi'yi. Aylar olmuştu yazışmaya başlayalı, bir kez bile aksamamıştı mailler. Ta ki, bu haftaya kadar.
   Hafta başından beri tek bir satır gelmemişti ondan. Tuhaf! Oysa kendisi yazacak bir şey bulamasa -ki, bu da ayda yılda bir olurdu- forward edilmiş mesajlar gönderirdi, güzel sözler, fıkralar ya da ufacık bir e-kart. Üçüncü gün dayanamamış, onu merak ettiğini söylediği bir mail göndermişti:
   Heeeey, öldün mü kaldın mı? Haber verseneeeee! diye de şakalaşmıştı üstelik. Ses seda yoktu yine karşı tarafta, beşinci gün
iyiden iyiye meraklanır olmuştu, hatta bir sapığın onun hesabına girip gelen mesajları ondan önce okuyup sildiğini bile düşünmüştü. İyisi mi oturup bütün gün bekleyecekti bilgisayar başında, hem içinde de bir şüphe kalmayacaktı böylece. Bugün sekizinci gün de bitmişti. Yine en ufak bir yazı bile gelmemişti.
   Unuttu beni diye geçirdi içinden. "Tabii, ne bekliyordun ki!" diye kızdı kendi kendine. Alay etti bir süre bu çocukluğuyla. Hiç görmediği, sadece yazılarıyla, şiirleriyle tanıdığı biriydi karşıdaki ve hep öyle uzakta öyle bilinmez kalacaktı. Ne bekliyordu ki? Kendisi de bilmiyordu. Hayalinde bu yazıları yazan kişiyi bir türlü canlandıramıyordu. Ne zaman gözlerini kapasa sadece bir çift el görüyordu, klavyenin tuşlarına dokunan güzel parmaklar... Bu elin kime ait olduğunu görmeye çalışıyor, didiniyor ama hayali bir anda dağılan sis gibi yok oluyordu. Ertesi gün soluğu yine bilgisayar başında aldı. Bekledi, bekledi. Birkaç arkadaşından gelen mailleri cevap yazdı hemencecik.
   Aslında böyle beklemek fena da olmuyordu hani. Zaten tatildeydi yapacak başka bir işi yoktu, arkadaşlarından çoğu eve dönmüştü kalanlar ise onu çağırsa da o pek istemiyordu. Bu düşüncelere dalmışken yeni bir mesaj geldi. Hayret adres pek yabancıydı ona.
   Biraz tereddüt ettikten sonra yüreği korku içinde açtı. Mail,
"merhaba ben Akın'en yakın arkadaşıyım. Kendisini trafik kazasında
kaybettik, telefon defterinin arasında sizin mail adresinizi bulduk ve
haber vermeyi uygun gördük. Başımız sağolsun" diyor ve devam ediyordu ama mailin devamı onu ilgilendirmiyordu artık. Okuyacağını
okumuştu zaten. Kaçıncı ölüm haberiydi bu, bu kaçıncı değer verdiği
insandı yitip giden? Bazen bütün uğursuzluğun kendinde olduğunu
düşünüyordu. Sonra saçma geliyordu düşündükleri, ama ne farkederdi ki, işte cok sevdiği, her gün yazdıklarıyla onun gününe renk katan o kişi artık yoktu. Kötü bir şaka olamaz mıydı?
   Ne yapacaktı şimdi? Beklediği mail gelmiş miydi? Ne yani kalkıp gidecek ve bir daha gelmeyecek miydi? Bir daha o güzel mesajları hiç göremeyecek bir daha o elleri hayal edememenin üzüntüsüyle doğruldu.
   "Cebinden size henüz yollamadığı, yollamak için doğum gününüzü beklediği bir şiir bulduk. Tıpkı sahibine ulaşmamış bir mektup gibi duruyordu oracıkta. Aşağıda onun sizin için yazdığı son şiiri bulacaksınız.
      VAR MISIN ?
   Biliyorum şaşıracaksın
   Son sözler gibi gelecek kulağına
   Yoo yanılmıyorsun.
   Son sözler bunlar.
   Bu uzaklığı kaldırmak için ortadan
   Sadece bir ufacık his'tik, sen bana ben sana
   İki satır lâf, iki mısralık şiirdik
   Bir gülücüktük
   Bir soru işareti
   Oysa daha fazlasını istemek bencillik mi?
   Anla artık!
   Sözler var ama satırlar yetersiz
   Düşünceler var ama sayfalar yetersiz.
   Duygular var ama mısralar yetersiz.
   Anla artık biliyorum bir sen var, bir de ben
   Uzak uzak yerlerde ayrı ayrı şehirlerde.
   Ama desem ki, sana:
   Biz demeye var mısın?
   Desem ki, ne sen olsun, ne de ben.
   Bir biz olalım.
   Var mısın ?
      Akın Yıldız

   Şaşırmıştı, istemezdi etraftakilerin gözü önünde ağlasın.
Hiç adeti değildi ne de olsa. Oysa Akın hep nasıl hissediyorsan öyle ol başkalarını boş ver derdi. İşte her zamanki gibi yine dinlemişti onun sözünü. Demek o da aynı şeyleri hissetmiş, o da artık bu uzaklığı kaldırmak istemişti. Doğum günü geçmişti, hem de yine bilgisayar başında. Yeni bir yaşa daha girmişti işte, yepyeni bir yaş, yepyeni umutlar, acılar, mutluluklar. Her yaş olgunlaştırırmış biraz daha insanı, belki de en çok bu yaşa girdiğinde olgunlaştığını anlayacaktı yıllar sonra arkasına dönüp baktığında kim bilir... Akın! Kahretsin, seni
şimdiden özledim diyerek hıçkırıklara gömüldü. Neden sonra eli yanıta gitti. Akın'a geç kalmış bir yanıttı bu.
   Sadece tek bir sözcük yazdı:
   
   VARIM !

Alev Demir

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.322
  • 223.652
  • 28.322
  • 223.652
# 13 Tem 2016 09:41:09
“Nefsime Gurur Gelir Gibi Oldu”

 Halife Hz. Ömer bir gün kırbasını (su tulumu, su kabı) sırtına yüklenmiş, Medine‘nin en kalabalık sokaklarında dolaşıyordu. Babasının sırtında kırba ile dolaştığı oğlu Abdullah’ın da gözüne ilişti ve kendisine yetişip sordu:

– Baba sen ne yapıyorsun, koskoca halife sırtında kırba taşır mı, taşıtacak kimse mi bulamadın?

– Oğlum, bunu taşıtacak adam bulamadığım için veya başka bir mecburiyet dolayısıyla taşıyor değilim. Nefsime gurur gelir gibi oldu, kendimi beğenir gibi oldum, sırf onu küçültmek için bu yola başvurdum.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 13 Tem 2016 12:15:59
ÇİÇEK DEĞİL, ÇOCUK YETİŞTİRDİĞİMİZİ UNUTMAYIN !

Kapı komşum David'in beş ve yedi yaşında iki çocuğu var. Bir gün yedi yaşındaki oğlu Kelly'ye benzinle çalışan çalışan çim biçme makasıyla nasıl çim biçildiğini öğretiyordu. Makinayı çim üzerinde nasıl döndüreceğini öğretirken eşi Jan, David'I bir soru sormak için içeri çağırdı. David
içeri girince, Kelly makinayı çalıştırdı ve çimlerin ortasındaki çiçek tarhına daldı. Çiçek tarhı bir anda mahvolmuştu. David döndüğünde gördüğü manzara karşısında çılgına döndü. Bütün komşuların çok beğendiği, emek emek kendi elleriyle yaptığı çiçek tarhı yoktu artık. David tam sesini  yükseltmeye başlamıştı ki, Jan dışarıya çıktı ve David'e ''David, çiçek değil, çocuk yetiştirdiğini unutma!'' dedi. Jan bu sözleriyle bana ana baba olarak önceliklerimizin ne olduğunu çok güzel anımsattı. Çocukların kendileri ve benlik saygıları, kırabilecekleri ya da hasar verebilecekleri herhangi bir fiziksel nesneden çok daha önemlidir. Bir futbol topunun kırdığı bir cam, dikkat edilmediği için kırılan bir lamba ya da mutfakta elden kayıp, kırılan bir tabak zaten kırılmıştır. Çiçekler zaten ölmüştür. Verilen bu zararı, bir de ben çocuğumu inciterek, yaşam sevincini öldürerek iki katına çıkartmamalıyım.

************

Birkaç hafta önce kendime spor bir ceket aldım ve dükkan sahibi Mark Michaels ile anne babalık üzerine biraz sohbet ettik. Mark bana eşi ve yedi yaşındaki kızlarıyla dışarıya yemeğe çıktıkları bir gece kızının masadaki bardağı devirdiğini anlattı. Masadaki su temizlenip, anne babası
üzülmemesini söyledikleri zaman kızı onlara bakmış ve, ''Biliyor musunuz, size  diğer anne babalara benzemediğiniz için teşekkür etmek istiyorum. Arkadaşlarımın çoğunun anne babaları böyle bir durumda onlara bağırır ve bir de daha dikkatli olmaları konusunda onlara söylev çekerler. Böyle bir şey yapmadığınız için size teşekkür ederim!'' demiş. Bir seferinde ben arkadaşlarımla yemekteyken, benzer bir olay oldu. Beş yaşındaki oğulları masaya bir bardak süt döktü. Arkadaşlarım çocuklarına bağırmaya başlayınca, ben de bilerek çarptım ve kendi bardağımı devirdim. 48 yaşında olmama rağmen nasıl halâ aynı şeyi yaptığımı anlatmaya başlayınca,
çocuğun gözleri parladı ve anne babası gereken mesajı alıp, çocuklarına bağırmaktan vazgeçtiler. Her gün halâ yeni bir şeyler öğrendiğimiz unutmak bazen ne kadar da kolay oluyor.

************
Geçenlerde  Stephen Glenn'den ünlü bir araştırmacı bilim adamı hakkında bir öykü dinledim. Bir bilim adamının tıp konusunda yeni ve çok önemli buluşları olmuştu. Bir gazete muhabiri röportaj yaparken kendisine, ortalama bir insandan nasıl olup da daha farklı ve yaratıcı bir insan olduğunu
sormuş. Kendisini diğerlerinden ayıran özellik neymiş? Bilim adamı bu soruyu ''iki yaşındayken annesinin yaşadığı bir deneyim nedeniyle'' diye yanıtlamış. Bilim adamı buzdolabından süt şişesini çıkartmaya çalışırken, şişe elinden kayıp yere düşmüş ve ortalık süt gölüne dönmüş. Annesi
mutfağa geldiğinde,ona bağırmak, söylenmek ya da cezalandırmak yerine, ''Robert, ne kadar güzel bir hata yaptın! Daha önce bu kadar büyük bir  süt  gölü görmemiştim.  Evet, olan olmuş. Şimdi birlikte burayı temizlemeden önce biraz yerdeki sütle oynamak ister misin?'' demiş. O da eğilip, oynamış yere dökülen sütle. Birkaç dakika sonra annesi, ''Robert, bu tür bir şey yaptığında, bunu senin temizlemen ve her şeyi eski haline getirmen gerektiğini biliyor musun? Bunu nasıl yapmak istersin? Bir sünger mi kullanalım, bir havlu ya da bir bez mi? Hangisini istersin?'' demiş. Robert süngeri seçmiş ve birlikte yere dökülen sütü temizlemişler. Daha sonra annesi, ''Biliyor musun, burada yaşadığımız olay, senin iki minik elinle bir süt şişesini taşıyamadığın kötü bir deneyimdi. Şimdi arka bahçeye çıkalım ve şişeyi sula doldurup, senin dolu bir şişeyi düşürmeden taşımanı
sağlayalım'' demiş. Küçük çocuk şişeyi boğazından iki eliyle tutarsa, düşürmeden taşıyabileceğini öğrenmiş. Ne güzel bir ders! Bu ünlü bilim adamı daha sonra, o anda bir hata yaptığı zaman bundan korkmaması gerektiğini öğrenmiş. Yapılan hataların yeni bir şeyler öğrenmek için çok güzel fırsatlar olduğunu anlamış. İşte bilimsel araştırmalardaki deneyler de bu temele dayanır zaten. Bir deney başarısız olsa bile, o deneyden çok değerli bilgiler elde edilir. Bütün anne babalar çocuklarına, annesinin Robert’e davrandığı gibi davransalar çok daha iyi olmaz mı?

************

Son öykümüz de aynı tutumu yetişkinler bağlamında anlatıyor. Bu öyküyü birkaç yıl önce bir radyo programında Paul Harvey'den dinlemiştim. Genç bir kadın işten evine dönerken arabasının çamurluğuyla, bir başka arabanın tamponuna vurmuş. Kadıncağız ağlamaya başlamış, çünkü arabası yeniymiş. Bu durumu kocasına nasıl açıklayacakmış? Diğer arabanın sürücüsü anlayışlı davranmış, ama yine de birbirlerine plakalarını ve ruhsat numaralarını vermeleri gerektiğini açıklamış. Genç
kadın, belgelerinin bulunduğu zarfı açtığında, zarftan yere bir kağıt düşmüş. Kağıtta eşinin el yazısıyla şu sözler yazılıymış: ''Sevgilim, bir kaza yaptığında, arabayı değil, seni sevdiğimi unutma!''

************

Şimdi bir kez daha çocuklarımızın, maddesel şeylerden çok daha önemli olduklarını anımsayalım. Bunu aklımızdan çıkarmadığımız zaman, çocuklarımız benlik saygısı kazanır ve yüreklerinde sevgi tomurcukları belirir. Dünyadaki en güzel çiçek tarhlarından daha güzel bir insan olurlar.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 13 Tem 2016 12:17:05
GÖRÜNÜŞE ALDANMA

   Bir gün güzellik ve çirkinlik bir deniz kıyısında karşılaştılar. Hadi, denize girelim dediler ve giysilerini çıkartıp sularda yüzdüler.
   Bir süre sonra, çirkinlik kıyıya dönüp güzelliğin giysilerine büründü ve yoluna gitti. Güzellik de denizden çıktı; ama kendi giysilerini bulamadı.
   Çıplak olmak utandırıyordu onu, çaresiz çirkinliğin giysilerine büründü ve yoluna devam etti... O gün bugündür erkekler ve kadınlar onları birbirine karıştırır.    Ancak içlerinden güzelliğin yüzünü önceden görmüş kimileri vardır ki, giysilerine bakmaksızın tanırlar onu.
   Ve yine çirkinliği tanıyan bazıları vardır ki, güzelliğin elbisesi onu gözlerinden

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 14 Tem 2016 00:18:29
YALIN....

Çokluğun yalın halinden uzakta...

Çok değil kalabalığız. Yalın değil çıplağız. Çokluğun yalın halinden epeyce
uzaktayız. Ellerimiz kirli. Ellerimizi altına tuttuğumuz sular kirli.
Ellerimizi yıkamak isterken kirletiyoruz en çok.
Dışımızın karanlığından içimiz sıkılıyor. Ama aynı içimiz, hiç sıkılmıyor
içimizin karanlığından.
Birşeyleri anlatamıyorsak, bu daha çok, o şeyleri anlamak istemediğimizden
oluyor.
Anlamlı olana ulaşmak için konuşmuyoruz çoğu zaman. Hayatın ağır katarını
itelemek sadece derdimiz
Aynalara ihtiyacımız kalmadı. Çünkü baktığımız bütün yüzler, bir anlamda
bizim yüzümüz.
Çocuklarımıza sinirleniyoruz. Çünkü onlar cesaretle konuşmayı sürdürdükçe,
bizim yaşamazlığımız gizlenemez hale geliyor.
Ölümden neden korktuğumuzu açıklayacak birçok neden bulabiliyoruz. Ama
hayatı neden bu kadar tutkuyla sevdiğimizin bir açıklaması yok.
Ne zaman bir suç yüksek sesle dile getirilse, bağırarak masum olduğumuzu
söylüyoruz. Oysa masumiyet bir fısıltıdır.
Başardığımızı düşündüğümüz şeylerin çetelesini başkaları ile birlikteyken
ayrı, kendi başımızayken ayrı tutuyoruz. İkinci çetele hep daha uzun oluyor.
Kime sorsanız dünyadan umudu kesmiş durumda. Peki neden kimse aynı
kesinlikle kendinden umudu kesmiyor?
Pisliğin giyecek tek bir elbisesi olduğuna inanmak istiyoruz. Çünkü bu
varsayım, pisliğin başka kılıklarda yanımıza yaklaşmasını mümkün kılıyor.
Herşeyi en kısa zamanda unutmak ümidiyle öğreniyoruz. Herşeyi unutulur
ümidiyle söylüyoruz. Seslendirilmemiş bir hafızasızlık andı içmişiz
aramızda.
Ortaya bir şey koyamayacağımızı bildiğimizden yarını hiç konuşmuyoruz. Hem
yarını konuşsak, bugünü de konuşmamız gerekecek.
En karmaşık hesapları bile çözebilecek kadar ilerlettik matematik ilmindeki
performansımızı. Ama ruhlarımızdaki hesap ve pazarlıkları göremiyoruz yine
de.
Kimse kimseye güvenmiyor aslında. Ve kimsenin kimseye güvenmesi için de
pratik bir neden yok ortada!
Hatır sormalar gündelik olağan tekerlemeler olarak çıkıyor ağızlardan. Biri
sıradışı bir cevap verdiğinde, herkesin canı sıkılıyor bu cevaba.
Sevgilerin kalıplara dökülmüş o kadar çok hazır cümlesi sürüldü ki piyasaya,
kimse kendi sevgisinin sözcüklerini aramaya ihtiyaç duyamıyor.
Uzun sürmüş bağlılıkların varlığı, neredeyse sadece seçeneksizliklerle
açıklanabiliyor artık. Oysa asıl seçeneksizlik, hiçbir şeye bağlanamamaktır.
Gerçekte kimsenin günlerini renklendirecek parlaklıkta bir fikri yok. Bu
yüzden sıradan fikirlere parlaklık kılıfı geçiriliyor mecburen.
Erdemi, erdemsiz ortamlara yakıştırarak kaldırdık tedavülden. Şimdi
kendimizi erdemsiz ortamlara yakıştırmakta bir sakınca görmüyoruz bu yüzden.
Mağdur değil mağlubuz. Doğru değil yanlışız. Gerçeğin yalın halinden epeyce
uzaktayız.

.............Gökhan ÖZCAN

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 14 Tem 2016 00:20:09
TÜM MENEKŞELERE VEDA...

Küçük, toprak saksı, ansızın elinden yere düşüverdi. Paramparça olmuştu.
Saksısı kırılan mor menekşenin, incinen, yeşil, canlı yapraklarını kontrol etti.
Onu diktiği ilk günden bu yana ne çok zaman geçmişti.
Tek, yeşil bir yapraktı önceleri. Hasretle bekledi bu dost kalbin küçük yapraklar
vermesini. Geçen zaman sevginin hakkını verdi. Menekşe,
bütün yoğunlaşmaların neticesini, verdiği bu minicik yeşil yapraklarda gösterdi.
İnsanın içini ısıtıyordu. İlk yaprakla yüreğe dolan heyecan, ilk aşka benziyordu.
Kalbi sarıyordu, elleri titretiyordu, bir cezbe havası veriyordu bütün bedene.
İlk çiçekler yıllarca hasret duyulan o dost gözlere ne de çok benziyordu.
İlk yapraklar, ilk çiçekler, ilk aşk. Nedense tuhaf bir büyü vardı bu çiçeklerde,
bu yapraklarda. Gerçi menekşeler hep husûsiydi onun için.
Hele hercai olanlarına karşı büyülü bir yakınlık hissederdi.
Hercai kelimesi ne de çok şey ifade ediyordu. Değişimi, çesitliliği,
farklı renkleri içinde barındıran bir ahenkdarlığı. Ne çok sır vardı bir
hercai menekşenin bakışında.Renkler nasıl da ustalıkla atılmıştı yaprakların üstüne.
Her menekşe ayrı bir dünya gibi gelirdi yüreğine.
Düşüncelerinden sıyrıldı ve kendi kendine mırıldandı “Tüm menekşelere
veda etmeliyim.” Kırılan saksının parçalarını toplarken kırılmanın
zihninde meydana getirdiği çağrışımları bir bir düşündü.
“Kırılmak, mesela kolun, bacağın kırılması, sonra bardağın kırılması bir de,
bir de kalp kırılması ve hayal kırıklığı var tabii ki.”
“Kalp kırgınlığı da neymiş?”dedi kendi kendine. “Hiç kalp bir saksı gibi kırılır mı?
Öyleyse neden buna kalp kırığı demişler. Sahi eskiler buna ne diyorlardı?
Dur bakayım şimdi hatırlayacağım. Evvet evvet sanırım inkisardı.
Kalp inkisarı. İnkisar, ne büyülü kelime.” Tekrar etti kendi kendine.
“Inkisar, inkisar. Sahi, eskiler menekşeye ne diyorlardı?”
Sonra Tanzimat şairlerinden,Abdülhak Hamid hakkında anlatılan bir nükteyi
hatırlayıverdi. Hamid eşi Neli’yi dikensiz gül, sevgilisi Eşli’yi ise
hercai menekşe olarak nitelendiriyordu. Hercai menekşeye benzetilen bir
kadın olmak hususi bir duygu olmalıydı. Neşeli, dinamik, daima değişen,
bu haliyle daima mutlu eden ve mutlu edilen bir kadın...
“Allah Allah Hamid de nereden çıktı?”
Son olarak menekşeye eskilerin ne dediğini düşünüyordu.
Doğru ya oradan gelmişti buralara. Kendini çağrışımlarının rüzgarına
kaptırmıştı bir defa. Yine hüzünlendi işte. Nereden de kırılmıştı
şu menekşenin saksısı. Yerinde sakin ve sessiz dururken bütün bu çağrışımlara
meydan vermemek için menekşenin suyunu verir ve hemen uzaklaşırdı yanından.
Saksısı kırılan menekşe onda küllenen bir geçmişi canlandırmıştı.
Kesik kesikti zihninde herşey.
Son günlerde unutkan bir insan olmuştu zaten. Kedisi, menekşeleri ve anıları.
Şimdi kırılan saksıya bir daha baktı. Menekşeyi saksının kırıkları arasından özenle,
incitmeden aldı. Yeşil, ince tüylü, diri yapraklarına okşarcasına dokundu.
Onlara şefkatli bir buse kondurdu. Çiçeklere dokunmadı.
İncitmekten korktu onları. Maziye dönmeyi istemedi.
Kırıkları toplarken acaba dedi “saksının inkisarı da olur mu?” Bunu hep yapardı.
Saçma şeyler düşünmek, zihni bir süre oyalamak hep faydalıydı.
İnsanınn kendisini hüzünlendiren duygulardan bir süre de olsa uzaklaşmasını sağlardı.
Güldü, “Bak sen şu menekşenin ettiğine. İnsanı alıp nerelere götürüyor.”
Dudaklarında suskun bir tebessümle gözleri uzaklara daldı.
Yüreği ilk günkü gibi kıpır kıpır oldu. Yaptığı bütün o tuhaflıkları bir bir hatırladı.
Sonra sonra ilk farkediş, ilk pişmanlık, ilk acı, ilk ayrılık.
Neden sonra açıldı içindeki hasret kafesi. Aradan geçen yıllar ve hayat.
Her şey kurallara uygun olarak gelişmişti. Mutluydu, pişman değildi.
Ama ne var ki içinde ki “hercai menekşeyi” öldürememişti.
Güldü. Bu sefer gülüşü ızdırapla sarmaş dolaştı. Hafifçe yanakları kızardı.
Utandı. Pencereden dışarı baktı. Kedi acıkmış olmalıydı, acı acı miyavlıyordu.
Bir anda sıyrıldı duygularından. Kapıyı açtı. Kedinin sırnaşmasına aldırmadı.
Kedinin yiyeceğini aceleyle hazırlayıp tekrar menekşesinin başına döndü.
Yerdeki saksı kırıklarını ve toprakları temizledi. Menekşenin saksısını değiştirdi.
Son bir defa baktı mor çiçekli sevgili menekşesine.
Akşam için bir şeyler hazırlamalıydı. Güneş batmak üzereydi.
Hava yavaş yavaş kararıyordu. Mutfağa doğru ağır adımlarla yürürken
içi huzur doluydu ve o an yıllardır yapamadığı bir şeyi yapmaya karar verdi.
“Tüm menekşelere veda etmeliyim.” diye mırıldandı kendi kendine.
Menekşeyi özene bezene paketledi ve paketin üzerine “tüm menekşelere veda”
yazarak geçmişine doğru postalamaya hazır hale getirdi...

...Manolya Gülçiçek...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 14 Tem 2016 00:20:43
SON YAPRAK

   New York'un düşük kiraları yüzünden sanatçılarla dolu olan Greenwich Village'ında üç katlı bir binanın en üst katındaydı Sue ve Johnsy'nin stüdyoları.    Amerikanın 2 ayrı ucundan gelen kızlar bir lokantada tanışmış ve ortak sanat zevkleri olduğunu anlayınca ortak bir ev tutmaya karar vermişlerdi. Bu olay Mayıs ayındaydı. Kasım ayında ise bölgeye doktorların zatürree adını verdiği soguk bir yabancı gelip buz gibi parmaklarıyla orayı burayı yoklamaya başlamıştı. Bay Zatürree erkek adam diye nitelendirilen kişilerden değildi. California rüzgarlarıyla kanı sulanmış ufak tefek, ince yapılı bir kızcağız olan Johnsy'yi de yatağa sermişti. Zavallı kızcağız demir karyolasına yatmış, yandaki evin tuğla duvarlarını seyrederek kıpırdamadan yatıyordu doktor geldiğinde.
   Doktor kır kaşlarını sağa sola oynatarak Sue'yu koridora çağırdı. "Kurtulması için onda bir olasılık var," dedi. "O da içinde yaşama isteği varsa. Doğrusunu istersen mezarcının tarafını tutan insanlar tıbbı komik duruma düşürüyor. Sizin arkadaşınız da kendini iyileşmeyeceğine inandırmış. Aklına takılan bir şey mi var acaba?" "Napoli körfezinin resmini yapmak isterdi," dedi Sue. "Ben bir erkeği kastetmiştim." "Erkek mi? Yo hayır doktor, erkek falan yok." "O halde zayıf düştü demek. Bilimin bana verebileceği her şeyi yapacağım. Ama hastalarım cenazelerine gelecek arabaları saymaya başladı mı umudumu yüzde elli keserim. Eğer ona kış modası konusunda bir soru sordurtabilirseniz şansı yüzde yirmiye yükseltiriz." Sue eve dönünce bir süre doya doya ağladıktan sonra resim tahtasını kolunun altına yerleştirdi ve ıslık çalarak Johnsy'nin odasına girdi.    Johnsy yüzünü pencereye çevirmiş hiç kımıldamadan yatıyordu. Sue arkadaşının uyuduğunu sanarak ıslığı kesti. Sonra bir dergide yayınlanacak hikaye için resim yapmaya başladı. Biraz sonra duyduğu bir mırıldanma ile yatağın başına koştu. Johnsy'nin gözleri pencereden dışarı bakıyor ve geriye doğru sayıyordu. "On iki," dedi, biraz sonra, "On bir," sonra sıra ile "dokuz, sekiz, yedi." Sue meraklanarak dışarı baktı. Ortada sayılacak ne vardı ki.? Çıplak ve iç kapayıcı bir avlu ve beş metre ilerdeki evin dümdüz tuğla duvarı. Kökleri çürümüş yaşlı bir sarmaşık duvarın yarısına kadar anca tırmanabilmişti. Sonbaharın soğuk soluğu ile yaprakları dökülen bitki yıkılmak üzere olan duvara iskeletiyle tutunuyordu sanki. "Ne var canım?" "Altı," diye fısıldadı Johnsy. "Şimdi daha hızlı dökülüyorlar artık. Üç gün önce yüz taneydiler. Sayarken başım dönüyordu. Ama şimdi iş kolaylaştı. İşte bir tane daha gitti. Beş tane kaldı." "Beş tane kalan ne Johnsy?" "Yaprak. Sarmaşığın yaprakları. Sonuncu da düşünce ben öleceğim. Üç gündür biliyorum bunu. Doktor sana söylemedi mi?" "Hayatımda böyle saçma şey duymadım. Sarmaşık yapraklarıyla iyileşmenin ne ilgisi var? Aptallaşma lütfen. Sen eskiden o sarmaşığı ne çok severdin unuttun mu? Doktor bu sabah iyileşmen için tam onda bir olasılık olduğunu söyledi. New York'ta yürürken bile bu kadar şansımız yoktur. Şimdi sen çorbanı iç. Ben de resmimi bitireyim. Resmi satınca sana ayran, kendime ise pirzola alacağım." Johnsy gözlerini pencereden ayırmadan, "Ayran almana gerek yok. İşte bak bir tane daha düştü. Hayır çorba da istemem. Dört tane kaldı şimdi. Karanlık basmadan sonuncusunun da düşüşünü görmek istiyorum. O zaman ölebilirim artık.
   "Sue hastanın üzerine eğildi. "Johnsy, ben su işimi bitirinceye kadar gözünü kapatıp, dışarı bakmayacağına söz verir misin? Yarın bu resimleri teslim etmek zorundayım. Işığa ihtiyacım olmasaydı perdeyi çoktan indirirdim." "Öteki odada çizemez misin?" diye soğukça sordu Johnsy. "Senin yanında oturmak istiyorum. Ayrıca o yapraklara da bakmanı istemiyorum" Johnsy gözlerini kapatarak yıkılmış bir heykel gibi bembeyaz ve kıpırtısız yattı. "Bitirir bitirmez haber ver ama. Sonuncu yaprağın düştüğünü görmek istiyorum. Beklemekten bıktım artık. Düşünmekten de. Her şeyden kurtulup o zavallı yapraklar gibi döne döne boşluğa uçmak istiyorum." "Uyumaya çalış. Ben yaşlı Behrman'ı modellik yapması için çağırmaya gidiyorum. Hemen gelirim. Ben dönene kadar sakın kıpırdama yerinden."
   En alt katta oturan Behrman altmışını aşmış, kırk yıldır resim yapmasına rağmen başarının eteğine dahi ulaşamamıştı. Her zaman bir başyapıta başlayacağını söylese de,  henüz ortalarda böyle bir şey yoktu. Reklam ve afişlerle geçinmekteydi. Profesyonel model tutmaya paraları yetmeyen genç ressamlar için modellik yapardı. Sue adamı loş stüdyosunda buldu. Adama Johnsy'yi, gerçekten bir yaprak kadar zayıf ve güçsüz olan kızı dünyaya bağlayan bağların gittikçe inceldiğini anlatırken, yaşlı adam gözünden yaşlar boşanarak,    "Hala böyle budalalar varmış bu dünyada," diye söylenmeye başladı. Yukarı çıktıklarında Johnsy uyuyordu. Sue perdeyi indirip Behrman'a yan odaya geçmesini işaret etti. Oradan korku ile sarmaşığa baktılar. Karla karışık soğuğa bir de yağmur eklenmişti. Sue ertesi sabah bir saatlik bir uykudan uyanınca Johnsy'nin kapalı yeşil perdeye bakmakta olduğunu gördü. "Aç görmek istiyorum." dedi. Johnsy. Sue bitkin bir halde arkadaşının emrine uydu. Hayret bütün gece yağan yağmura rağmen sarmaşığın üzerinde bir tek yaprak kalmıştı. Kenarları çürümüş, sararmış yaprak hala yeşil olan sapıyla yerden beş altı metre yüksekte bir dalın ucunda sallanıyordu. "Sonuncu," dedi Johnsy. "Dün gece nasıl olsa düşer demiştim. Rüzgar çok şiddetli esiyordu. Ama bugün düşecek, ben de aynı anda öleceğim." Sue kızın yanağını kendininkine yapıştırarak, "Kendini düşünmüyorsan beni düşün, ben sensiz ne yaparım?" dedi. Johnsy cevap vermedi. Dünyanın en kimsesiz şeyi esrarlı yolculuğa hazırlık yapan ruhtur. Kendisini dünyaya ve arkadaşlığa bağlayan bağlar birer birer gevşeyip koptukça kızın hayal gücü daha da kuvvetleniyordu. Gün sonu yaklaşmıştı. Alacakaranlıkta bile o tek sarmaşık yaprağının dalına sımsıkı yapışık olduğunu görüyorlardı. Geceyle birlikte Kuzey rüzgarı ve yağmur yeniden başladı. Sabahın ilk ışıklarıyla Johnsy acımasızca perdenin açılmasını istedi yine. Sarmaşık yaprağı hala oradaydı. Johnsy uzun uzun baktı yaprağa. Sonra gaz ocağının üzerinde çorba kaynatan Sue'ya seslendi. "Ben çok kötü bir kızım Sue. Benim ne kadar kötü olduğumu göstermek için bir güç o son yaprağı orada bıraktı. Ölümü istemek günahtır. Bana biraz çorba ile süt ve şarap getirebilirsin şimdi. Ama hayır, hayır... önce bir ayna getir, arkama da birkaç yastık yerleştir de senin yemek hazırlamanı seyredeyim."Bir saat sonra "Sue bir gün gidip Napoli körfezinin resmini yapacağım," dedi.
Doktor öğleden sonraki muayenesini bitirip çıkarken Sue da bir bahane uydurup ardından yürüdü. Doktor Sue'nun titreyen elini sıktı."Yüzde elli olasılık var. İyi bakarsanız siz kazanırsınız. Şimdi aşağıda yeni bir hastayı görmeye gidiyorum. Behrman diye biri. Ressam sanırım. O da zatürreeye tutulmuş. Zayıf ve yaşlı bir adam, hastalığı da çok şiddetli. Hiç umut yok ama biraz rahat etmesi için hastaneye kaldıracağız." Doktor ertesi gün, "Artık tehlike kalmadı, siz kazandınız," dedi. "Şimdi beslenme ve dinlenme gerek.... Hepsi o kadar." Sue öğleden sonra yatakta mavi yünden gereksiz bir şal ören Johnsy'nin yanına oturdu. "Beyaz farem benim, sana bir şey söylemek istiyorum.Bay Behrman bugün zatürreeden öldü. Hastalığı yalnızca iki gün sürdü. Kapıcı ilk günün sabahı onu sancıdan kıvranırken bulmuş. Üstü başı ve ayakkabıları sırılsıklammış. Öylesine korkunç bir fırtınada nereye çıkmış olabileceğine akıl erdirememişler. Sonra henüz yanan bir fener, yerinden çıkarılmış bir merdiven, birkaç fırça ve üzerinde yeşil ve sarı boyalar olan bir palet bulmuşlar. Pencereden bak şekerim, son sarmaşık yaprağını görüyor musun? Rüzgar estiği zaman neden sallanmadığını merak etmedin mi hiç? Bu Behrman'in bahsettiği şaheseri işte! Son yaprağın düştüğü gece yapmış

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.322
  • 223.652
  • 28.322
  • 223.652
# 14 Tem 2016 10:07:49
Allah’ın Takdirine Kulun Aklı Ermez



    Vehb b. Münebbih’ten rivayet edilmiştir, diyor ki:

    - “İsrailoğullarının abidlerinden biri vardı ki, nehrin kenarındaki ibadethanesinde ibadet ederdi. Yakınında bir elbise tamir ve temizleyicisi vardı. Belinde para kemeri bulunan bir atlı gelip, kemerini ve elbisesini çıkarır. Nehirde elbisesini yıkar. Elbisesini giyer, fakat para kemerini orda unutup gider.

    O gittikten sonra bir avcı gelip serpme ile balık avlamaya başlar. Para kemerini gören balıkçı onu alır, çekip gider. Sonra atlı gelir, para kemerini orda bulamaz. Elbise temizleyiciye:

    “Para kemerimi burada unuttum” der. Adam:

    “Ben onu görmedim” diye cevap verir.

    Bu cevaba kızan atlı kılıcını çekip elbise temizleyiciyi öldürür.

    Abid bu hali görünce, az kalsın fitneye kapılcaktı. Kendisini toplarlayan abid, Cenabı Hakk’a şöyle niyazda bulunur:

    “Ey Yüce Allah’ım! Para kemerini balıkçı alır, elbise temizleyici öldürür.” Gece olup uyuduğu vakit, Allahü Teala abide rüyasında şöyle buyurur:

    “Ey abid ve salih kulum, fitneye kapılma Rabbinin ilmine müdahele etme. Şunu iyi bil ki, o atlı, balıkçının babasını öldürüp malını almıştı. Para kemeri onun babasının malındandır. Elbise temizleyicisine gelince, onun sevap sahifeleri dopdolu idi. Ancak o sahifelerde günah vardı. Atlının amel defteri günahlarla dolu idi. Sevap hanesinde tek bir sevaptan başka bir şey yoktu. O elbise temizleyicisini öldürdüğü vakit, onun amel defterindeki bir tek günah silindi, atlının amel defterindeki sevab da silindi. Senin Rabbin dilediğini yapar, istediği şekilde hükmeder.”

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 14 Tem 2016 13:01:20
Maddi durumumuz pek iyi değildi.Hiç oyuncağım yoktu.Gezmeye gitmiştik.Evin çocuklarının çok güzel oyuncakları vardı.Beni oyunlarına almadılar.Gözüm oyuncaklarda kalmıştı.Bende iki terliğimi çıkardım araba yaptım oynamaya başladım.Herkes bana gülmüştü.hemen babam geldi yanıma.diğer terliği aldı benimle oynayama başladı.Herkes susmuştu.O zama anladım ne kadar şanslı bir çocuk olduğumu.

Çevrimdışı sınıfçı20

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 14 Tem 2016 13:20:44
"
Bir yurt talebesidir Abdurrahman.
Çalışkanlığıyla oturup kalkmasıyla kılık kıyafetiyle herkese örnek olacak vasıflar
taşımaktadır.Fakat her nasılsa o günlerde saçları bir öğrenci için dikkat çekecek kadar uzamıştır.
Yurttaki belletmen ağabeyleri ile anne-baba nasıl olsa kestirir diye bir şey demezler.Fakat saç uzadıkça uzar.Bir gün yurttaki müdür muavini çağırır Abdurrahmanı.
-Abdurrahman saçlarını kestir artık epey uzadı.bir yurt talebesi için bu saçlar epey uzun anlaştık değil mi? sorusuna Abdurrahman kafasını iki yana sallayarak sessizce hayır cevabını verir.
Müdür yardımcısı zaten yarın izne gidecek babası kestirir diye düşünür ve fazla üstelemez.
Abdurrahman o gün izne gider.Babası ile müdür yardımcısı önceden görüşmüştür.Babası yemekten sonra:
-Oğlum canım evladım!Saçlarını yarın kestirelim deyince babasını hiç kırmayan o munis çocuk:
-Hayır olmaz babacığım deyip koşarak odasına kapanır.Anne ve baba şaşkın şaşkın birbirlerine bakakalırlar.
Ertesi gün saçlarını kestirmeden öylece yurda gider Abdurrahman.Müdür bey onu çağırır ve biraz sert konuşur.
-Yarın kestir saçlarını der ve Abdurrahman başı önde
müdüriyetten çıkar.yatağına yatar ve göz yaşları içinde sabahlar.
Sabah aynanın karşısına geçer ve:
-Seni benden ayıramazlar ayrılmam senden diye saçları ile konuşur.
Okul çıkışı yurda değil evine gider.Annesi hiç beklemediği
oğlunu karşısında görünce meselinin halledilmediğini anlar:
-Canım evladım seni ne kadar sevdiğimizi biliyorsun.Ne olursun
beni kırma.Kestir saçlarını kestir yavrum der.Annesinin ağlamaklı
konuşması karşısında Abdurrahman:
-Cennet ayaklarının altında olan annem canım kadar sevdiğim babam bir ağabeyim kadar sevdiğim belletmenim bizleri evlatları kadar seven yurt idarecilerim bir anlasanız.ben sizleri kıramam ama beni bir anlasanız...
-Evladım niye kestirmiyorsun saçlarını niçin kestirmek
istemiyorsun?
-Söyliyemem anne kestirmek istemiyorum.
-Oğlum hadi kestir gel saçlarını da yurda gidelim.Sonra yurttan
kızarlar.Bizleri de daha fazla üzme.
Abdurrahman çaresizlik içinde gider berbere kestirir saçlarını.Kesilen saçlarıda berberde bırakmaz yanına alır.
Evden annesi ile beraber yurda giderler.Mesele hallolmuştur.
yaklaşık bir ay sonrasıdır.Müdür yardımcısı geceleyin talebelerin defter ve kitaplarını kontrol etmektedir.
Sıra
Abdurrahma nın eşyalarını kontrole gelince kitaplarının birinin
sayfalarını çevirince gördüğü manzara karşısında şaşkına döner.
Çünkü kesilen saçlar kitabın arasındadır. Bir talebenin saçına bu kadar değer vermesini anlayamaz müdür yardımcısı.Ama dikkat edince saçların altında bir yazı görür.okumaya başlar:
"Canım annem ve babam çok değerli yurt idarecimin baskısı olmasa bu saçlarımı kestirmezdim.Onlar bilmiyorlar bende
söylemedim.Yoksa rüyamda peygamber efendimizin (s a v) okşadığı o saçları ömür boyu kestirmezdim...
AFFET YA RASULALLAH!SENİN OKŞADIĞIN O SAÇLARI KESTİRDİM...affet
beni affet affet...

Çevrimdışı sınıfçı20

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 14 Tem 2016 18:33:14
"
ALLAH'ı KÜSMEK

Serçe Allah’a küsmüştü.
Günler geçiyordu ve serçe hiçbir şey söylemiyordu.
İçine kapanmış derin bir hüzne boğulmuştu.
Artık Rabbine bir şey demiyor ve onunla konuşmuyordu!
Melekler merakla Allah’a serçeyi soruyorlardı ve her defasında Allah, meleklere “o gelecek” diye cevap veriyordu.
“Çünkü onun sesini duyacak tek kulak benim ve onun minik kalbindeki derdini anlayacak olan da tek benim” diyordu.
Bir zaman sonra serçe, kalbi hüzün, gözü yaşla dolu bir halde bir ağacın dalına kondu. Hiçbir şey söylemiyordu öyle sessiz sessiz bekliyordu.
Allah,serçeye seslendi.
Söyle bana! Canını sıkan ve kalbini hüzne boğan derdin nedir senin?
Melekler serçe ne söyleyecek diye ona bakıyordu.
Serçe mahzun biraz da sitemli ses tonuyla;
“Küçük bir yuvam vardı. Yorulduğumda dinlendiğim üşüdüğümde sığındığım. Kimseyi rahatsız etmiyordum ve kocaman Dünya’da ufacık bir yerdi kimsenin yerini dar etmiyordu.Sen onu da bana çok gördün neydi o zamansız fırtına? Esip yıktı yuvamı ve beni yuvasız bıraktı.”
Artık konuşamadı serçe sözleri boğazında düğümlendi. Sessizlik Arş-ı rahmanda yankılanıyordu ve melekler başlarını eğmiş Allah’ın vereceği cevabı bekliyordu.
Allah; “ sen, o yuvanda dinlenirken seni avlamak isteyen bir yılan yuvana doğru geliyordu, seni yılandan korumak için fırtınaya emrettim yuvanı yıksın diye böylece sen oradan uzaklaşarak yılandan kurtuldun.
Nice belalar var ki muhabbetimle senden uzaklaştırdım ve sen kuşatıcı muhabbetimi görmüyor geçici belalardan dolayı bana düşman oluyorsun. “ Serçenin gözleri doldu ve hüngür hüngür ağlamaya başladı ve onu çok seven Allah’ın şefkat ve merhametine hayran kaldı.
Utangaç bir sesle “ affet Allah’ım “ diyebildi sadece.
Ve gönül sözü Arş-ı İlahi’de yankılandı “Affet Allahım”
* Başımıza gelen her musibbette, elbette ki nice hayırlar gizlidir. Rabbimize isyan etmek yerine, olanda hayır vardır diyerek rıza göstermek gerekir.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK