İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 10 Tem 2016 13:14:39
COCUK GİBİ DÜŞÜNEBİLMEK...

   O gün hava çok kötüydü.. durmadan gök gürlüyor, bardaktan boşanır gibi yağmur yağıyordu.... küçük kız yine de her sabahki gibi annesinin sesiyle uyanmış, kahvaltısını etmiş ve her gün yürüyerek gittiği okuluna doğru yola koyulmuştu... ancak gökyüzünde şimşekler birbiri ardına ve o kadar gürültüyle çakıyordu ki, küçük kızın annesi "yavrum bu havada yolda yürürken korkmasın?" diye telaşlandı.. arabasına atladığı gibi yolda kızını aramaya başladı.... derken bir baktı, küçük kızı az ilerdeydi.. minik minik adımlarla yürüyor, ama ne zaman şimşek çaksa durup gökyüzüne bakıyor ve gülümsüyordu.....
   Annesi önce bir anlam veremedi ama kızın niye böyle yaptığını çok merak etmişti, nihayet arabayla ona yaklaşıp sordu:
   "Yavrum hiç korkmadın mi bu havada yalnız yürümekten? Hem ne zaman şimşek çaksa durup yukarı bakarak öyle ne yapıyorsun?"    Küçük kız cevap verdi:
   "Gülümsüyorum... çünkü Tanrı fotoğrafımı çekiyor..."

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 10 Tem 2016 13:16:00
   DOKUNUŞ
 
       Haşir meydanındaki insanlar, ebed ülkesine uçmak için sabırsızlanıyordu. Peygamberler, şehitler ve büyük veliler için herhangi bir problem yoktu. Ancak diğerleri, "Elli bin sene sürer" denilen bu yolu, dünyadaki hayatlarının karşılığı olan bir vasıta ile aşmak durumundaydı. Her insan, sevap ve günahlarını ortaya döküp ince hesaplar yaparken, sermayeleri yetmeyen bazı gençler bir araya geldi ve kendilerine gözcülük eden meleğe başvurarak: 
   — Bizler, dünyada iken meşhur bir yarışmaya katılmış ve ellerimizi günler boyu süren bir sabırla lüks arabaların üzerinden çekmeyerek onları kazanmıştık, dedi. Bu gayretimize karşılık o arabaların verilmesini istiyor ve bu zorlu yolu onlarla aşmayı planlıyoruz.
   Melek, yarışmanın detayını öğrendikten sonra:
   — Yanlış şeye dokunmuşsunuz, dedi. Sizin arabanız, bu yolda gitmez.
   Gençler, biraz ilerideki insanları göstererek:
   — Şuradaki insanların da bir şeylere dokunduğu söyleniyor, diye itiraz etti. Ama şimdi Cennet’e uçuyorlar.
   — Evet!.. dedi, melek. Onlar da dokundular. Hem de günde sadece bir saatçik.   
      -Bir saat mi?.. diye atıldı gençler. Oysa bizler günler boyu çekmedik elimizi. Uyumadık, aç kaldık, nerdeyse ölüyorduk. Peki onlar nelere dokundular?
      -Seccadeye, dedi melek. Küçük bir seccadeye. Şimdi ise onlarla uçuyorlar. 
                              Cüneyd Suavi

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 10 Tem 2016 13:17:43
İDARECİLİK SANATI
 
   Büyük Amerikan imalat fabrikalarından birinin yönetim kurulu üyeleri kâr ve zarar hesaplarını incelerken, fabrika müdürünün aylığına takılmışlar ve bunu bir hayli indirmek kabil olacağını düşünmüşler.    İçlerinden iki kişi seçerek fabrika müdürü denen bu adamın neler yaptığını bir görmelerini ve ondan sonra bu konuda karar verilmesini kabul etmişler.
   İki kişilik heyet bir sabah sessizce fabrikaya gitmiş ve fabrika müdürünün odasına girmiş. Gördükleri manzara şu olmuş:
   Fabrika müdürü elinde kahve fincanı, ayakları masanın üstünde, etrafa halka gülücükler yaymakla meşgul. Masanın üstünde ne bir dosya, ne bir kağıt hiç bir şey yok.
   Bir müddet kendisi ile oradan buradan konuşan heyet azaları bu müddet zarfında müdürün hiç bir işle meşgul olmadığını ve yalnız bir kaç basit telefon konuşması yaptığını görmüşler.Heyet aldığı intibadan memnun İdare Meclisine fabrika müdürü denilen zatın yanında bulundukları üç küsür saat zarfında hemen hemen hiç bir şeyle meşgul olmadığını ve bu bakımdan böyle basit bir iş için verilen yıllık 100.000 dolardan en aşağı üçte iki nispetinde bir tasarruf sağlanabileceğini söylemiş. Tabii fabrika müdürü bu indirmeye razı olmamış, işten ayrılmış.Yeni maaşla çalışmayı kabul eden bir çok istekli arasında bir zat yeni fabrika müdürü tayin edilmiş.
   Üç aydan sonra idare meclisine gelen imalat istatistiklerinde az, fakat dikkati çekecek kadar bir düşme başlamış, fabrika müdürü yenidir, tabii bu kadar acemilik olur demişler. Altıncı ayın sonunda istatistik eğrisi bir hayli düşmüş. Eski heyet azaları yeni fabrika müdürünü odasında ziyaret etmişler. Adamcağız kan-ter içinde, bir elinde telefon, öteki eli evrak imzalamakla meşgul, başıyla gelenlere oturmalarını işaret etmiş. Gelen giden o kadar çok ki, adamla doğru dürüst konuşmaya bile imkan olmamış. Fakat heyetin kanaati şu olmuş; böyle canla başla çalışan bir adam başta olduğu müddetçe işlerin düzelmemesi için hiçbir sebep yoktur, biraz daha bekleyelim.
   Sene sonu gelmiş, her zaman kâr eden fabrikanın bilançosu zararla kapanınca idare meclisi azaları birbirine girmişler ve işi yeniden incelemeğe başka bir heyeti memur etmişler.
   Yeni heyet müdürün odasına değil, fabrikaya gitmiş ve iş başında
bekleyen insanlar görmüş, sebebini sormuş aldıkları cevap şu: Hususi bir döküme başlayacağız, fabrika müdürü ben gelmeden başlamayın dedi, biz de bekliyoruz, her halde elektrik atölyesinden bir türlü ayrılmaya vakti olmadı.
   O sırada gözleri, yaşlı bir ustabaşıya ilişmiş, adamı şöyle bir kenara çekmişler ve fabrikanın eskiye nazaran daha fena çalışmasının sebeplerini sormuşlar. Yaşlı ustabaşı içini boşaltmak ihtiyacını uzun zamandır hissetmiş olacak ki :
   -Baylar demiş, eski müdürümüz teferruatla uğraşmaz, ileriye ait planlar yapar, işi bize bırakır, biz de normal zamanlarda onu rahat bırakırdık. Ani, içinden çıkamayacağımız olağanüstü bir problemle karşılaştığımız zaman ancak ona başvururduk ve o zaman da bilirdik ki, o bizim bu müşkülümüzü çözecek. O hakiki fabrika müdürü idi. Güler yüzlü idi, bizle şakalaşır, fakat hepimiz için düşünürdü.
   Şimdiki müdür de çok dürüst, iyi niyet sahibi, hatta çok daha çalışkan bir adam. Fakat o hiçbirimize inanmıyor, her işin kendisi tarafından görülmesini istiyor. Yani o, bizim yerimize ustabaşılık yapıyor, tabii biz de amele çavuşu mertebesine düşüyoruz, haydi neyse buna da aldırmayalım, ama fabrika müdürlüğü boş kalıyor.
   Elinde piposu, ileriyi görmeğe çalışan, tedbir alan, düşünen adamın yerinde kimse yok.
   Eski fabrika müdürünü tekrar oraya getirmek isteyen idare meclisi, bir senelik acı tecrübesinden sonra 100.000 yerine 150.000 dolarla onu ancak gelmeye razı etmiş.
   İdarecilik güç bir sanattır. Öyle bir sanat ki, eseri gözle görülmez ve ölçülmesi de ancak mukayeselerle ve senelerin tecrübeleriyle biraz kabil olabilir. Büyük liderler gibi onları da, o müessesenin bitaraf bir tarihçisi kıymetlendirebilir. Onun için günlük takdir bekleyenlerden bu sanatın sanatçısı çıkmaz.
   Başkaları için tavsiyede bulunmak, yeni bir yol teklif etmek, hatta karar vermek kolaydır. Güç olan, bunları yapmaktan kaçınmak, gururumuzu yenmek ve ancak ve ancak kendimiz için karar vermektir.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 10 Tem 2016 13:20:22
İHANET ve SADAKAT
İhanetin adı göçmen bir kuşa verilmiş, sadakatin adı ise bir serçeye.
Göçmen kuş bütün bahar ve yaz boyunca
Küçük koyun üstünde uçmuş serçeyle beraber
Küçük sinekleri, kurtları yemişler
Kış yağmurlarıyla şaha kalkmış derelerden su içmişler
Masmavi gökyüzünde dans etmişler
Çiçek açan ağaçlara konup, papatya tarlalarında gezmişler.
Birbirlerine söz vermiş kuşlar;
Ayrılmayacağız diye.
 
Ama kış gelmiş,
Göçmen kuş adına yakışanı yapmaya kararlıymış,
Serçe ise her zamanki gibi sadık
Ama sevgi de yabana atılmaz bir gerçek
Ayrılık acı, ihanet kötüymüş serçe için
Yaşamaksa önemli imiş göçmen için
O baharların tatlı eğlencesiymiş sadece
Gel demiş serçeye senle beraber başka bir bahara uçalım
Serçe ise burada bekleyelim demiş yeni baharı
Ama kış acımasızdır demiş göçmen,
Yaşayamayız burada, aç kalır üşürüz
Serçe hayır demiş korunuruz kötülüklerinden kışın beraber
Göçmen inanmamış serçeye hayır demiş gidelim.
 
Serçe için gitmek nasıl bir ihanetse yaşadığı yere
Kalmakta aynı şekilde ihanetmiş sevgiliye
Ve karar vermiş sevgiyi seçmiş
Uçacakmış yeni bir bahara.
 
Göçmen ve serçe çıkmışlar yola,
Ama serçe zayıfmış, onun kanatları uzun uçuslar için değil.
Dayanamayacakmış bu yola
Oysa göçmenin kanatları güçlüymüş
Çünkü o hep kaçarmış kışlardan
Hep gidermiş zorluklarından kışın yeni baharlara
 
Bir fırtına yaklaşıyormuş.
Göçmen hızlı gidiyormuş fırtınadan, yakalanmayacakmış
Ama serçe iyice zayıf kalmış, yavaşlamaya başlamış
Göçmene duralım demiş artık.
Biraz dinlenelim
Göçmen itiraz etmiş, fırtına demiş, ölürüz.
Serçe çok fırtına görmüş, kurtuluruz demiş.
Ama göçmen yürü demiş serçeye birazdan okyanuslara varacağız
Serçe sevgisine uymuş ve peşinden son bir gayretle gitmiş göçmenin
 
Birazdan varmışlar okyanusa
Kurtuluşuymuş bu büyük deniz göçmen için çok iyi bilirmiş buraları
Ama serçe ilk kez görüyormuş ve sanki gökyüzünden daha büyükmüş bu yeni mavi
Serçe artık dayanamıyormuş, son bir sevgi sesiyle seslenmiş göçmene
Artık gidemiyorum.
Göçmen serçeye bakmış,
Bakmış ve yoluna devam etmiş....
 
Okyanus çok büyükmüş, serçe ise çok küçük
Serçenin sevgisi de çok büyükmüş ama göçmen çok küçük.
Mavi sularında okyanusun bir minik sadakat
Yeni bir baharın koynunda koca bir ihanet...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 10 Tem 2016 13:21:26
İHTARLAR VE İBRETLER

Hayat,gençlik ve hevesat cihetinde gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen gence;

 **  HASTANE kendi lisanı ile dedi: Bana gelen gençlerin ekserisi içki,sigara gibi kötü alışkanlıklarından muzdarip hastalardır. Bunun yanında iflas edip bunalıma giren tüccardan, ölüm korkusu ile huzuru kaçan tevekkül ve teslimiyetten nasibini almamışlarda devamlı misafirlerimizden. Tabii ki orta yaş ve yaşları çok ilerlemiş artık dünyadan gitme vaktini bekleyenlerde her zaman mevcut. Aslında seni koridorlarımda dolaştırıp insanların ne kadar çaresiz kalabileceklerini küçücük mikroplara nasıl yenildiklerini göstermek isterdim. Evet göstermek isterdim sabit bakışları ile bir ölüden tek farkının nefes almak olan felçli hastaları göstermek isterdim. Son anlarını yaşayan bir hastanın başında hıçkırıklarını tutamayan gözü yaşlı ve çaresiz hasta yakınlarını göstermek dakikalarca seyrettirmek isterdim. Ömrünü tamamlayanların benim soğuk odamda hem de en yakın akrabaları tarafından yerin altına gömülmek için sessiz fakat çok şey anlatan bir tavırla beklediklerini.
Genç adam; Belki bu manzaraları gelip görmüşsündür. Bana kazalar hariç inançlı gençler pek uğramazlar,zira inançları onları bu kötü alışkanlıklardan korur. İnançlı fakat hayatının sonuna yaklaşmış yaşlılar ve onların yakınlarına gelince bu insanlar gerçekten dünyanın faniliğine inanmış bahtiyar insanlar,ölüme gülerek giden insanlar. Yakınları da oldukça mütevekkil olup canı verende canı alanda Allah’tır deyip sabrediyorlar. Bu sayede bunalıma girmiyorlar. İnançsızların veya ibadetsizlerin durumunu herhalde tahmin ediyorsundur.
Eğer bir gün seni derinden etkileyecek nasihatlara ihtiyacın olursa hiç çekinme bana gel, çaresiz hastaları, hayatını kaybetmiş insanları görünce eminim titreyip kendine geleceksin. Ne diyeyim ben imanın hem dünya adına hem de ahiret adına insanlara saadet getireceğine inanıyorum. İmanın değerini iyi bil. Dünyanın fani insanın çok aciz olduğunu sakın unutma. Allah yardımcın olsun.
** HAPİSHANE kendi lisanı ile dedi: ŞANSLI DELİKANLI, Evet Şanslısın çünkü ibret almak istiyorsun. Benim yanıma gelen gençlerin büyük çoğunluğu insanlara kötülük eden kişilerdir. Bana uğradıktan sonra gençlik heyecanından kurtulup oturup düşünme imkanı bulan bu insanların hepsini derin bir pişmanlık içinde gördüm. Hele benimle olan beraberlikleri uzadıkça içlerinden gele gele keşke yapmasaydım keşke etmeseydim... demeleri yok mu ? Emin ol benim soğuk duvarlarımın göz yaşı dökesi geliyor. Ben de diyorum ki keşke keşke bu insanlara Allah korkusu ahiret inancı verilseydi de bu hatalara düşmeseydiler.
UNUTMA!: SENDEKİ BÜTÜN GÜZELLİKLERİN KAYNAĞI İSLAMİYETTİR. SAKIN İSLAMİYETTEN ELİNİ GEVŞETME SIMSIKI SARIL YOKSA MAHVOLURSUN.
** SEFALETHANE kendi lisanı ile dedi: Bana uğrayan gençlerin çoğu ya Allah’a teslim olmayı unutmuş tevekkülsüzlerdir ki bunların çoğunun ruhu kararmış çareyi sarhoş olmakta bulmuşlardır. Ya da aileleri söndüren ve hiçbir zaman kazananı olmayan  kumar batağına düşmüş oynadıkça batan,battıkça oynayan zavallılardır.
ONLARA ACI!. Sakın küçük görme. Çünkü bu insanlara sana verildiği gibi nasihat verenler olmadı. İman etmenin güzelliğini Allah’ı unutmanın dünyayı zindana çevirdiğini anlatan olmadı. Kendi durumuna çok şükret ve benim yanıma uğrayan bu insanlar içinde dua et, et ki imanın zevkine varıp kurtulsunlar bu bataktan.
** KABRİSTAN kendi lisanı ile dedi: MERAKLI GENÇ ADAM, Ne oldu birden beni görünce korktun. Korkmana gerek yok. Ben sen ve senin gibi imanlı insanların cennete gitmesine vesile olan bir bekleme salonuyum. Sizleri kıyamet gününe kadar misafir edip sonra cennete uğurlayacağım. Ama yine de ibret alman için gel seninle dolaşalım. Bak şu ilerideki çocuğu görüyor musun ne kadarda sevimliymişYa şu genç hayatının en güzel çağında benim mekanıma gelmek zorunda kalmış. İlerideki ihtiyarı görüyorsun değil mi ? sanki uzun hayatının yorgunluğunu atarcasına hiç kımıldamıyor. Bunun sana genç,ihtiyar,küçük,büyük,herkesin ansızın bana gelebileceğini anlaman, HAZIRLIKLI olman için gösterdim. İstersen bazı mezarları ziyaret edelim. Gel şu gencin mezarına gidelim. Hazır ol korkacak ve üzüleceksin. Rabbine itaat etmemiş birinin yanına gidiyoruz. Madem ibret almak istiyorsun seyret o zaman; Vücudunun üzerinde binlerce ton yük varmış gibi nasıl bunaldığını görüyor musun, ya kalbindeki yalnızlık dünyada güvendiği herkes onu şimdi terk etmiş. Keşke onu burada terk etmeyecek işler yapsaydı. Pişmanlıktan nasıl çığlıklar attığını duyuyorsun değil mi ?  Ne kadar yazık geri dönüşü olmayan bir yola girmiş durumda ve bu yol onu cehenneme götürecek. Bakıyorum yüzün sarardı bu gördüklerin azabın en hafifi. Neyse birde cehennemde çekeceklerini anlatıp seni daha fazla üzmeyeyim.
Gel şimdide şu güzel kokuların geldiği mekana gidelim karşıya bak yüzündeki tebessümü görüyor musun ? Allah’ın rahmetinden ne kadarda memnun. Yanındaki parlak yüzlü arkadaşını gördün mü ? Aslında onlar dünyada da arkadaştılar. Bu gördüğün parlak yüzlü kişi burada yatan gencin namazıdır. O dünyada hiç vefasızlık etmeden devamlı namaz kıldı. Namazı da Allah’ın izniyle kabirde ona en vefalı dost oldu. Ona hizmet eden diğerlerini görüyor musun ? İşte onlarda gördüğün gencin dünyada yaptığı güzel amellerin karşılığıdır. Ne kadar da mutlu değil mi ?. Mutlu. Çünkü buradan cennete gidecek cenneti görecek oradan da her şeyden daha değerli olan Cemalullah’ı müşahedeye hak kazanacak. Evet,istersen artık çıkalım.
Kabristan genç adamın yanına yaklaştı elini yavaşça delikanlının omzuna koyarak gözlerine derin derin baktı ve ister şimdi ister yaşlanınca mutlaka benim yanıma geleceksin, sakın ola seni burada terk edecek yalancı dünyaya aldanma. Etrafına bir bak burada kıymeti olan tek şey insanın güzel amelleridir. Mal,makam ve şöhret burada işe yaramaz ve unutma:

DOST İSTERSEN ALLAH YETER
ARKADAŞ İSTERSEN KUR’AN-I KERİM YETER
     NASİHAT İSTERSEN ÖLÜM YETER

Genç adam bu sözlerin tesiri ile titrerken hayali arkadaşı da yanından uzaklaşıyordu. Arkasından uzun uzun baktıktan sonra diz çöküp ellerini kaldırdı: “Rabbim ne olur beni kendinden ayırma,fani şeylere bel bağlatma ve beni sevdiğin kullardan eyle” dedi ve ağladı ağladı...


Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 10 Tem 2016 13:22:56
İKİ KURBAĞA
Biri beyaz, diğeri siyah renkteki kurbağalarımızın huy ve mizacı tıpkı renkleri gibi zıtmış. Ak kurbağa ne kadar iyimserse Karakurbağa o kadar kötümsermiş. Ak kurbağa birşeye “ak” mı dedi; o hemen atılıp “kara” dermiş. Her şeyin olumsuz tarafını görmeye o kadar alışmış ki, gördüğü her şeyi eleştirmeyi neredeyse meslek haline getirmiş. Yağmur yağsa, Karakurbağa:
“Offff! Olacak şey mi şimdi bu?” diye şikayete başlarmış. “Yağmurda ne derenin tadı olur,  ne de ortalıkta avlayacak sinek bulunur. Nefret ediyorum yağmurdan!”
Arkadaşının aksine her şeyin güzel tarafını görmeyi seven Akkurbağa cevap vermeden edemezmiş:
“Haksızlık etme lütfen! Sırf senin keyfin bozuldu diye güzelim yağmura niye düşman oluyorsun ki? Hem söylesene, yağmur yağmasa bizim evimiz-yurdumuz olan dereler, sazlıklar, bataklıklar kalır mı ortada?”
Elbette o bu sözlerini tamamlayamadan Karakurbağa atılırmış:
“Tamam tamam, bay çok bilmiş kurbağa! Biliyor musun, sen tam da insanların sözünü ettiği şu Polyanna’ya benziyorsun. Mutluluk rolü oynayacağım diye saçma sapan sözler ediyorsun. Hani, uçurumdan aşağı düşsen, ‘bak ne güzel uçuyorum’ diyeceksin neredeyse. Azıcık gerçekçi olsan ya canım!”
Akkurbağa genelde bu tür tartışmaları uzatmak istemez ve şöyle dermiş:
“Gerçeği görmek için asıl kendi kötümser bakışını terk etmelisin.”
İşte böyle iki zıt kutupmuş kurbağalarımız...
Günlerden birgün canları sıkılınca derenin yakınındaki köye doğru gitmeye karar vermişler. Akkurbağa:
“İstersen fazla yaklaşmayalım, biliyorsun yaramaz çocuklar bizi görürse canımızı acıtabilirler” dediyse de, Karakurbağa ısrar etmiş:
“Akşamın bu karanlığında çocuklar bizi nereden görsün Allah aşkına! Şu en yakındaki evin oraya kadar gidelim, sonra geri döneriz. Korkaklığı bırak şimdi.” Akkurbağa, korkaklıkla suçlanmaktan çekindiğinden, çaresiz kabul etmiş.
Köye girmişler ve evin yanına gelmişler. Akkurbağa sıkıntılı bir vıraklama ile “Hadi, artık dönelim, içimde kötü duygular var!” demiş demesine, ama Karakurbağa heyecanla atılmış:
“Gel bir oyun oynayıp öyle dönelim. Şuradaki yüksek kovayı görüyor musun? İkimiz aynı anda üstünden zıplayacağız. Bakalım yarışmayı kim kazanacak?”
“Akşamın bu vaktinde bırak böyle çocuklukları lütfen!” diye itiraz edecek olmuş Akkurbağa, ancak yaramaz arkadaşı bir türlü fikrinden vazgeçmemiş. Hatta “Dediğimi yapmazsan, seninle artık arkadaş olmam!” diye tehdit bile savurmuş. Bunca yıllık arkadaşını kaybetmek istemeyen Akkurbağa bu teklifi de istemeye istemeye kabul etmiş.
İki kurbağa hızla koşup zıplamışlar. Ama ne olduysa o zaman olmuş ve tam kova dedikleri şeyin üzerinde çarpışıp içine düşmüşler! Acı gerçeği o zaman anlamışlar: üzerinden atlamaya çalıştıkları o şey, yarısına kadar dolu kocaman bir süt güğümü değil miymiş meğer!
Yorulana kadar giriştikleri denemelerin sonucunda başka bir gerçeği daha anlamışlar: Güğümün kenarları zıplayıp çıkmalarına imkân vermeyecek kadar yüksekmiş. Karakurbağa ümitsizlik içinde haykırmış:
“Mahvolduk! Buradan çıkmamız mümkün değil! Bu güğümün içinde ölüp gideceğiz.”
“O kadar kolay pes etme bakalım” diye karşılık vermiş Akkurbağa. “Çıkmadık candan ümit kesilmez. Kim bilir, hiç ummadığımız bir anda imdadımıza yardımsever bir el yetişir belki de.”
Karakurbağa acı bir kahkaha attıktan sonra şöyle demiş:
“Benim kurbağa Polyannam! Neler sayıklıyorsun sen? Bari böylesi bir haldeyken hayal görmekten vazgeç.”
“Ben hayal filan görmüyorum. Nasıl bilmiyorum, ama buradan kurtulacakmışız gibi bir his var içimde. Kendini koyuverme sakın!”
Ne yazık ki, Karakurbağa’nın ümitsizliği her geçen dakika bütün kalbini daha çok kaplamış ve ümitsizliği arttıkça bacaklarındaki güç ve kuvvet de azaldıkça azalmış. Ve en sonunda:
“Bacaklarımda derman kalmamış. Hakkını helal et kardeşim!” deyip sütte yüzmekten vazgeçmiş. Bir-iki dakika sonra da son nefesini vermiş...
Akkurbağa arkadaşının bu kadar kolay vazgeçip ölmesine çok üzülmüş, fakat ümidini hiç yitirmemiş. Sürekli şu şekilde yalvarmış Allah’a:
“Darda kalanların sesini ancak Sen duyar, onların imdadına ancak Sen koşarsın! Senin rahmet ve şefkatin süt güğümüne düşmüş zavallı bir kurbağaya da yetişir elbet! Kurtar beni Allahım!”
Akkurbağa bu şekilde yalvarırken, bir taraftan da sebebini bilmeden sütün içinde var gücüyle çırpınmış. Karanlıkta, yapayalnız, çaresiz, ama hiç ümitsizliğe düşmeden... çırpınmış, çırpınmış, çırpınmış.
Bu hal dakikalarca devam etmiş.
Bir ara arka tarafından ayağına birşey çarpmış. Dönüp baktığında bunun irice bir tereyağı topağı olduğunu görmüş. Oraya nereden geldiğini düşününce, bu tereyağının farkında olmadan kendi çırpınışlarıyla meydana geldiğini anlamış. Gözleri sevinçle parlamış, çünkü bu onun kurtuluş vesilesi olabilirmiş!
Azalmaya yüz tutan gücü, ummadığı kadar artmış. Bu defa niçin yaptığını bilerek bacaklarını yine çırpıp durmuş. Bir saat kadar sonra tere yağ topağı o kadar büyümüş ki, onun üstüne basıp zıpladığı gibi güğümün dışına atlamış ve ilk sözü şu olmuş:
“Rahmetinden ümidimi kestirmediğin ve imdadıma yetiştiğin için Sana şükürler olsun Allahım!”

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 11 Tem 2016 03:28:17
Hikâyeye göre günün birinde Franz Kafka rutin yürüyüşlerini yaptığı parkta küçük bir kıza rastlamış. Kız ağlıyormuş. Oyuncak bebeğini kaybetmiş ve bu onu oldukça üzmüş.
Kafka bebeği onun yerine aramayı önermiş ve ertesi gün aynı noktada buluşmak üzere sözleşmişler. Bebeği bulamaması üzerine Kafka küçük kıza bebeğin ağzından bir mektup yazmış ve buluştuklarında kendisine okumuş:
“Lütfen benim için kederlenme, dünyayı görmek için uzun bir yolculuğa çıktım. Sana başımdan geçenleri anlatacağım.”
Bu birçok mektubun ilkiymiş. Kafka küçük kızla her buluştuğunda sevgili oyuncak bebeğin hayali maceralarını özenle yazdığı mektuplardan ona okurmuş. Küçük kız da bu şekilde avunurmuş.

Derken gün gelmiş, görüşmelerin artık sonu gelmiş. Kafka son görüşmede küçük kıza bir oyuncak bebek getirmiş. Küçük kız, aslından oldukça farklı olan oyuncak bebeğe şaşkınlıkla bakakalmış. Bebeğe iliştirilmiş bir not küçük kızın şaşkınlığını gidermiş: “yolculuğum beni çok değiştirdi.”

Uzun yıllar sonra, artık bir yetişkin olmuş olan küçük kızımız, gözü gibi baktığı bebeğinin, gözünden kaçırdığı bir çatlağının içine sıkıştırılmış bir mektup bulur. Kısaca şöyle yazmaktadır: “Sevdiğin her şeyi er ya da geç kaybedeceksin, ama sonunda sevgi başka bir surette geri dönecek."

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 11 Tem 2016 10:15:49
Hikaye değil Acı Gerçek ..
MAVİ KELEBEKLERİN HİKAYESİ
Tarihin, en acı olaylarının yaşandığı ve insanlık dışı katliamlarının yapıldığı yerin adıdır Srebrenitsa…

İnsanlığın kendini inkar ettiği, Ortodoks ve katolik batı dünyasının kirli ittifakının neticesi 8.500 Boşnak Müslümanı katletmenin, kadeh tokuşturarak kutlandığı katliamın adı… Kazıklı Voyvoda’nın torunu Ratko Mladic’e;  Hollandalı komutanın, silahlardan arındırarak teslim ettiği ”Mavi kelebekler”diyarıdır Srebrenitsa…11 Temmuz 1995 tarihi, katliamın yıldönümü; sizleri Damla Doğan’ın kaleme aldığı Mavi kelebeklerin  hazin hikayesiyle başbaşa bırakayım…

Kelebek…

Zarafet, narinlik. Özgürlük sembolü.

Mavi…

Denizin, gökyüzünün, sonsuzluğun rengi. Özgürlük sembolü.

Peki ya ikisi birleşince?

Kocaman bir acı “mavi kelebek”…

Mavi kelebekler Avrupa’nın orta yerinde, Bosna Hersek’te yaşanan bir katliamın simgesi…

“Bastığın yeri toprak deyip geçme” sözü bizlere tanıdık.

Durum Bosna’da da benzer.

Attığın her adımda bir toplu mezara rastlamak mümkün.

Bosna Savaşı’nda 312 bin kişi öldü.

35 bini küçücük çocuklardı.

Binlerce çocuk annesiz, babasız kaldı. Tarif edilemez acılar yaşadı.

50 bin kadın tecavüze uğradı.

Ruhunda tamir edilemez yaralar açıldı..

Ölenler toplu mezarlara gömüldü.

Sadece bugüne kadar 500’ün üzerinde toplu mezar ortaya çıkarıldı.

Bunların 300’ü mavi kelebeklerin yardımıyla oldu.

İşte bu yüzden de mavi kelebeklerin hikayesi bugüne kadar duyduğum en yürek yaralayıcı öykü…

Bosna Hersek’te bulunan toplu mezarların üzerinde mavi kelebeklerin uçtuğu farkedilmiş.

Bir, iki derken bunun tesadüf olmadığı anlaşılmış.

Durum biraz incelenince toplu mezarların olduğu yerlerde toprağın yapısının değiştiği, mezarların üzerinde farklı bitkiler oluştuğu belirlenmiş.

Bu koku da mavi kelebekleri çekiyormuş.

Birçok kişi için kocaman bir acı olan bu hikaye, Bosnalılar içinse bir umuttu.

Sevdiklerinin kemiklerini bulmak, sadece onlardan bir ize rastlamak isteyen binlerce kişi günlerce mavi kelebekleri izlemeye, onların peşinden gitmeye başladı.

Nice ömür mavi kelebeğin peşinde geçti…

Bugün işte bu acıların en büyüklerinden birinin yıldönümü.

8 bin Boşnak erkeğin sırf Müslüman oldukları için Sırplar tarafından katledildiği Srebrenitza Katliamı’nın…

Srebrenitza Bosna Savaşı sırasında BM tarafından güvenli bölge ilan edilmiş, binlerce kişi buraya sığınmıştı.

Ama öyle olmadı.

BM Barış Gücüne NATO’dan yeterli destek gelmedi.

Sırplar bölgeye ulaştığında da Barış Gücüne bağlı Hollandalı askerler Boşnakları Sırp askerlere birer birer teslim etti.

8 bin Boşnak Sırplar tarafından katledildi.

Tarih 11 Temmuz 1995’ti…

Üstelik öldürülen Boşnaklar için toplu mezarları kazanlar yine Hollandalı askerler oldu…

Srebrenitza insanlık tarihine kara bir leke olarak kazındı.

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.460
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.460
  • Müdür Yardımcısı
# 11 Tem 2016 12:28:49
ÖNYARGI FELAKETİ
Uzaklarda bir köyde, kocasi, çocugu dogmadan ölmüs, tek basina yasayan hamile bir kadin kendisine arkadas olmasi açisindan dagda yarali olarak buldugu bir gelincigi evinde beslemeye baslar. Gelincik kadinin yanindan
bir an bile ayrilmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallasir. Bir kaç ay sonra kadinin çocugu dogar. Tek basina tüm zorluklara gögüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadir.

Günler geçer ve kadin bir gün bir kaç dakikaligina da olsa evden ayrilmak ve yavrusunu evde birakmak zorunda kalir... Gelincikle bebek evde yalniz kalmislardir. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir. Gelincigi ve kanli agzini görür. Anne çildirmisçasina gelincige saldirir ve oracikta öldürür hayvani. Tam o sirada içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur. Anne odaya yönelir... Ve odada besigi, besigin içindeki bebegi ve bebegin yaninda duran parçalanmis bir yilani görür.


Einstein'in söyledigi rivayet edilen bir söz var: "insanlardaki önyargiyi parçalamak benim atomu parçalamamdan çok daha zor"

Çevrimdışı sınıfçı20

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 11 Tem 2016 18:44:48
Übey oğlu Abdullah münafıkların başıydı.İslama fenalık etmek müslümanların arasına fitne sokmak için hiçbir fırsatı kaçırmazdı.Savaşlarda adamlarıyla meydanı terk ederek mücahitlerin m oralini bozmaya çalışırdı.Temiz ve Pak Hz.Aişe ye dil uzatmaya kadar her türlü fenalığı yapıyordu.Allah Resulu sav ise affederdi Zira o büyük düşünüyordu af ve merhamet dua ile vefa illaki karşılık bulurdu.O insandan bulmazsa onların çocuklarından bulurdu ve nice çocuklardan...
Übey oğlu Abdullah öldüğünde Allah Resulü sav kendi gömleğini gönderdi.ona sararak gömsünler diye şaşırdı müslümanlar Allah Resulü sav anlattı;
_O Amcam Abbasa gömleğini vermişti.
Hz.Abbas r.a. Bedir esirleri arasındaydı esirler bitap vaziyetteydiler elbiseleri parçalanmıştı kendileride zor durumda olmalarına rağmen sahabiler neleri varsa paylaştılar.esirleri giydirdiler Ancak Abbas r.a. uzun boylu olduğu için ona elbise ayarlayamamışlardı Ona Übey oğlu Abdullah elbise göndermişti.
Allah Resulü sav bedir gününde amcasına yapmış olduğu iyiliği unutmadı.Bir münafığa karşı duyulsada vefa duyanı yüceltir.
Kadirşinaslık bizi büyütür.
Elvida Ünlü
Semerkand Dergisi

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 12 Tem 2016 00:10:54
Juan, motosikleti ile Meksika sınırına gelir. Arkasındaki iki büyük çantayı gören sınır polisi şüphelenir ve içinde ne olduğunu sorar .
Juan: ‘Yalnizca kum’, diye yanıt verince polis: – Aç bakalım çantaları, der.
Juan çantaları açar, polis didik didik kontrol etmesine rağmen kumdan başka birşey bulamaz çantada !
Bununla yetinmeyen polis, gece yarısına kadar kumu her tür tahlilden geçirtir ancak saf kumdan başka birşey yoktur ! Polis, çantalarini Juan’a geri verir ve sınırdan geçmesine izin verir.
Ertesi gün Juan Motosikletinin arkasında iki büyük çantayla tekrar sınırda belirir. Polis Juan’i gene durdurur, didik didik arar, birşey bulamaz ve Juan’ı serbest bırakmak zorunda kalır. Bu olay, polis emekli olana dek yıllarca devam eder !
Bir gün emekli polis Meksika’da bir barda otururken Juan’ın içeri girdiğini görür ve derhal yakasına yapışır;
-Senin yıllardır birşeyler kaçırdığından eminim.Çıldıracağım.
Geceleri uyku uyuyamıyordum senin yüzünden. Lütfen anlat bana ne kaçırdığını. Aramızda kalacağına emin olabilirsin.
Juan gülümseyerek yanıtlar: 'Motosiklet’
:)

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 12 Tem 2016 00:29:03
BİLMEZLER YALNIZ YAŞAMAYANLAR,NASIL KORKU VERİR
SESSİZLİK İNSANA,İNSAN NASIL KONUŞUR KENDİSİYLE”

Şermin, yine akşam oldu diye düşündü. Yine akşam oldu.
Otuz beş yaşında olukça güzel bir kadındı. Sarışın ,mavi gözlü,orta boylu.
Eskilerin “balık etinde” dediği tiplerdendi. Ama her gün evdeki basküle
çıkıp iniyordu. “Ay!...Bugün yarım kilo fazla gösteriyor.
“ Başka bir gün ”Oh!... Yedi yüz gram zayıflamışım.”
On katlı bir apartmanın otuzuncu dairesinde oturuyordu. Yalnız başına...
Hani o kimsenin kimseyi tanımadığı apartmanlardan biri...
Asansörde bazen selamlaşırdı komşularla...Fazla arkadaşı da yoktu iş yerinde.
Çok yoğun bir çalışma olduğu için kimseyle samimiyet kuramamıştı.
Yapısında da yoktu sanırım. İlk adımı daima karşı taraftan beklerdi her zaman...
Hiç evlenmemişti. Kısmeti çıkmadı mı? Çok... Ama bazılarını o beğenmemişti.
Bazılarını da ailesi istememişti. “Üzümün çöpü armudun sapı var,”örneği...
Anlayacağınız evde kalmış bir kızdı o...Peh,peh,peh dedi içinden...
Geçmiş zamana ve geçip giden gençliğine hayıflanıyordu.
En iyi arkadaşım yalnızlık oldu yıllardır diye düşündü. Ahh!... Yalnızlık...
Artık taşınması zor bir elbise gibiydi omuzlarında. Allah’ım!...
Bıktım artık yalnız yaşamaktan...İçinde bir sızı hissetti.
Usulca başını eğdi,tırnaklarına baktı. Hımm...
-- Ojemin rengini değiştirsem mi?
-- Tırnaklarımı da törpülemem gerek...
Sinirli bir şekilde ellerini saçlarının arasından geçirdi. Acı acı gülümsedi.
Ne için,kim için? diye düşündü. Elimi tutan bir el olsaydı,
gözüme bakan bir göz olsaydı. Beni benden başka düşünen biri olsaydı...
Ne olurdu tanrım...Gözleri bulutlandı birden:
- Tren çoktan kaçtı ve ben arkasından bakakaldım...
Masasındaki eşyalarını topladı. Mesai saati bitmişti.
Bürodan dışarı çıktı. Büyük şehrin kalabalığında buldu kendini...
O da insan selinin arasına karıştı. Çarşıya uğraması gerekiyordu.
İş yerinin hemen yakınındaydı çarşı. Yürüdü gitti çarşıya.
İşte çeşit çeşit dükkanlar... Sokağın iki yanına sıra sıra dizilmişler ..
Marketler, kasaplar,şarküteriler,parfümeriler,bijuteri,çeyiz ve
giysi satan mağazalar...Vitrinleri seyrederek ve vitrinlerde kendini
seyrederek yürüdü ,gitti. Gelinlikçi dükkanının önünde durakladı.
Yeni gelen modeli hayran hayran seyretmeye başladı. Rüya gibi bir gelinlikti bu...
Üstü gipür dantel. Oldukça açık,kolsuz. Belden, çok güzel bir bollukla yere
kadar iniyordu. Etekte yer yer çiçekler vardı. Alıcı gözüyle baktı.
Hafifçe içini çekti. Ne kadarda isterdi gelin olmayı...
Hangi kızın hayali değildir gelin olmak...İstemekle olmuyor diye düşündü.
Maalesef bir adayda yoktu görünürlerde...
Çantasından ihtiyaç listesini çıkardı. Hiç de acele etmeden markete doğru yürüdü..
İçeri girdi. Ağır ağır alışverişini tamamladı. Dışarı çıktı.
Elektrikler yanmıştı. Otobüs durağına doğru ilerledi.
Bacağında hafif bir darbe hissetti. Korkuyla sıçradı. Neredeyse düşüyordu.
Baktı minik bir kedi...Yüzüne bakarak “miyav!” diyor.
Gözlerini bir kapayıp bir açıyor. Kediye doğru eğildi:
- Canım...Aç mısın sen? Yoksa benim gibi yalnız mısın?Gel bakayım...
Poşetteki ekmekten bir miktar böldü. Küçük küçük doğrayıp
kedi yavrusunun önüne koydu.
Yavrunun çabuk çabuk yiyişini seyretti. Yürüdü durağa doğru..
.Otobüsü beklemek için durdu.
Gözleri otobüsün geleceği yönde dalmış gitmişti yine...
Yumuşacık bir dokunuş hissetti bu defa bacağında...
Yavru kedi peşinden gelmiş,kuyruğunu bir sağdan bir soldan sürtüyor,
sanki teşekkür ediyordu ona. Hafifçe gülümsedi. Bir şarkı sözü geldi aklına
”Bir kedim bile yok, anlıyor musun?Hadi gülümse”
Kedicik ,seni alıp götüremem,burada kalmalısın canım...
Otobüs geldi. Yavru kediye son defa bakıp bindi. Oturacak yer vardı neyse...
Camdan,şimdi tıklım tıklım ama bir müddet sonra boşalacak caddelere
dalgın gözlerle bakarak yolculuğunu tamamladı.
Evinin kapısını anahtarla açtı. Aldıklarını mutfak masasına bıraktı.
Doğru banyoya gitti. Banyoda aynaya iliştirilmiş bir not vardı.
Orhan Veli’nin dizeleriydi bunlar...Kendi yazıp koymuştu. Eline sabunu aldı.
Gözleri kağıda ilişti. Artık ezbere bildiği dizeleri ,ayna da kendi
gözlerine bakarak yüksek sesle okudu:
“Bilmezler yalnız yaşamayanla
Nasıl korku verir sessizlik insana
İnsan nasıl konuşur kendisiyle
Nasıl koşar aynalara
Bir cana hasret bilmezler.”
Elini yüzünü yıkadı. O bembeyaz havluya kuruladı. Mahzun mahzun salona geçti.
Televizyonu açtı... Müzik setini de açtı... Bütün ev seslerle doldu ...
Mutfağa geçti.... Kolonlardan tatlı nağmeler dökülürken o,
tek arkadaşı yalnızlığı içinde yemek hazırlamaya başladı...

........PAERT..........

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 12 Tem 2016 00:31:48
YAŞADIĞINIZ HER GÜN ÖZELDİR !
" Hiçbir şeyini özel
bir gün için saklama. Yaşadığın her gün özeldir."

Cenazeyi izleyen günlerde enişteme ve yeğenime
beklenmeyen bir ölümün arkasından yapılması gereken
tüm üzücü işlerde yardımcı olurken sık sık bu sözleri
hatırladım. Kardeşimin ailesinin yaşadığı şehirden
California'ya dönerken uçakta yine bu sözleri düşündüm.
Kardeşimin göremediği, duyamadığı veya yapamadığı
bütün şeyleri düşündüm. Hala eniştemin sözlerini
düşünüyorum ve hayatım değişti.

Artık daha çok okuyor, daha az toz alıyorum.
Balkonda oturup bahçemi seyrediyorum, uzayan çimlere
aldırmadan. Ailem ve dostlarımla daha çok vakit geçiriyorum ,
iş toplantılarında daha az. Mümkün olduğu kadar sık
"hayatın katlanılması gereken bir dertler zinciri yerine zevk
alınacak olaylar silsilesi olarak görülmesi" gerektiğini
hatırlatıyorum kendime. Her anın güzelliğini duyumsayarak
yaşamak istiyorum. Hiçbir şeyimi özel günler için saklamıyorum.

Kıymetli tabak çanağımı her "özel" olayda kullanıyorum.
Birkaç kilo vermek, tıkanan lavaboyu açmak, bahçemde ilk
açan çiçek gibi özel olaylarda.. En pahalı ceketimi canım
isterse süpermarkete giderken giyiyorum. Teorime göre eğer
zengin görünürsem, küçük bir torba erzak için o kadar parayı
daha rahat ödeyebilirim. Pahalı parfümü özel partiler
için saklamıyorum. Mağazalardaki tezgahların ve banka
memurlarının burunları da, en az parti parti gezen
arkadaşlarımınkiler kadar iyi koku alır.

"Birgün" kelimesi dağarcığımdaki yerini kaybetti.
Bir şey, eğer görmeye, duymaya veya yapmaya değerse, onu
şimdi görmek , duymak ve yapmak istiyorum.

Hepimizin "Yaşayacağımıza garanti gözüyle baktığımız
yarını görmeyeceğini" bilseydi eğer kızkardeşim, neler
yapardı kimbilir ? Sanırım aile fertlerini veya yakın
arkadaşlarını arardı. Belki eski birkaç arkadaşını arayıp
aralarında geçen sürtüşmeler için özür dilerdi.

Belki bir lokantaya en sevdiği çin yemeğini ısmarlardı.
Bunların hepsi birer tahmin. Kardeşimin neler yapamadan
öldüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğim. Ya ben ?..
Eğer sayılı saatimin kaldığını bilseydim, yapamadığım şeyler
olduğu için kızardım. Yazmayı ertelediğim mektupları yazmadığım
için kızardım. "Bir gün ararım" dediğim dostları görmediğim
için kızardım. Eşime ve kızıma onları ne kadar çok sevdiğimi
yeterince sık söylemediğim için kızardım. Artık hayatlarımıza
kahkaha ve renk katacak hiçbir şeyi yarına ertelememeye,
duygularımı dizginlememeye çalışıyorum.

Ve her sabah gözlerimi açtığımda kendime o günün
"Özel bir gün" olduğunu söylüyorum. Her gün,
her dakika, her nefes gerçekten Allah'tan bize bir armağan.
(LOS ANGELES TİMES YAZARLARINDAN ANN WELLS'İN YAZISI

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.771
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 12 Tem 2016 00:32:35
TOHUMLAR
            İbret veren Hikayeler Dizisinden
   O Sabah güneş yine her zamanki gibi yükselmiş, ısı ve ışınları bereketli topraklar üzerine cömertçe göndermeye başlamıştı.  Ali dayı, sabah namazından hemen sonra yola koyulmuştu. Tarlasına ha vardı, ha varacaktı. Başını kaldırıp güneşe baktı.

   -Allah'a şükürler olsun, diye mırıldandı..


   Arabanın üstünde, uykusundan henüz uyanmış olan küçük Abdullah merakla başını kaldırıp babasına baktı.
   -Durup dururken niye şükrettin baba?
   Ali dayı tebessümle oğluna baktı ve;
   -Şükür her zaman yapılır evlat, dedi. Çünkü Allah'ın bize ihsan ettiği nimetlerden her an faydalanıyoruz. Beş dakika nefes almazsan ne olur?
   Abdullah dudak büktü:
   -Ne bileyim, ölürüm herhalde.
   -Gördün mü ya, dedi babası. Şükretmemiz gereken ne çok nimete sahibiz...
   Derin bir nefes aldı ve;
   -Az önce güneş nimetine şükretmiştim, dedi.
   Abdullah merakla babasına bakıyordu. Babası devam etti:
   -Güneş olmasa tohumlar canlanıp yeşermez, büyümezler.
   Abdullah'ın küçük kafasında şimşekler çaktı. Öyle ya; tohumlar canlanıp
büyümeseler hem insanlar, hem bütün canlılar aç kalırdı. Yani hayat olmazdı.    Heyecanla babasına döndü:
   -O halde toprak da nimet, su da! diye söyledi.
   Babası gülerek onun saçlarını okşadı.
   -Elbette yavrum, elbette! dedi.

   Tarlaya gelmişlerdi. Ali dayı tohum çuvallarını arabadan indirdi. Karasabanı hazırladı. Küçük Abdullah sabırsızlanıyordu.
   -Ben de tohum ekmek istiyorum baba! Ektiğim tohumların büyüdüğünü görünce çok sevineceğim!
   -Tabii ekeceksin oğlum, dedi babası. Ama hemen değil. Ekilen tohumun bereketli olması için dua etmek gerek. Şimdi sen gölgede dinlen, ben iki rekât namaz kılıp dua edeyim. Sonra başlarız.
   Abdullah gölgeye gidip oturdu. Ne çok şey öğrenmişti bugün. İyi ki babasıyla tarlaya gelmişti. "Keşke abimler de gelseydiler" diye düşündü.
   "Ama onlar büyük, benim öğrendiklerimi zaten biliyorlardır" diye avundu.
   Babası namaz kılmış dua ediyordu" Acaba babam nasıl dua edecek?" diye meraklandı. Yanına gidip oturdu. İşte duyabiliyordu:
   -Yâ Rabbi! Yeri, göğü, her şeyi yaratan, yoktan var eden sensin. Ben de senin zayıf ve âciz bir kulunum. Şimdi toprağa atacağım tohumları Senin kudret ve merhametine emanet ediyorum. Onları yeşert, büyüt ve canlılar için bereketli kıl. Allahım; çünkü biz hepimiz bunlara muhtacız...
   Abdullah da babası gibi "âmin" diyerek minik ellerini yüzüne sürdü. O gün, küçük Abdullah için unutulmayacak kadar güzel geçmişti. O da babası gibi avuç avuç tohum serpmişti tarlaya. Ve, tarla sürüldükçe o tohumların toprak altında kalışını ilgiyle seyretmişti.

   Akşam eve dönünce, o gün yaşadıklarını heyecanla anlattı annesine. Abileri ise, onun bu heyecanına gülüp geçiyorlardı. Bir de bağı vardı Ali dayının O yıl tarla gibi bağı da çok verimli olmuştu. Birkaç gün sonra bağbozumu başlayacak, meyveler toplanacaktı. Bir sabah kahvaltıda büyük oğlu bu mevzuyu açtı:

   -Baba her yıl yaptığın gibi bu yıl da bütün köylüyü toplayıp meyveleri dağıtmayacaksın değil mi?
   Babası güldü:
   -Herkes rızkını yer evlât. Elbette ki ihtiyacı olana istediği kadar vereceğim.

   Ortanca oğul da abisi gibi itiraz etti.
   -Biz emeğimizle kazanıyoruz başkaları yiyor. Satıp para kazansak daha iyi olmaz mı?
   Ali dede çocuklarına hüzünle baktı:
   -Böyle düşünürseniz kazanamaz, kaybedersiniz yavrum. Ben yıllardır ihtiyacı olan herkese yardım ettim ve hiç sıkıntıya düşmedim. Unutmayın ki komşuluk hakkı vardır. Verdikçe bereketlenir.

   Çocuklar, babalarını ikna edemeyince kalkıp gittiler. Ali dayı tebessümle küçük Abdullah'ın başını okşadı ve;
   -Sen onlara benzeme yavrum dedi. Unutma ki her zaman veren el alan elden üstündür.

   Bağbozumu başladığı gün Ali dayının bağı bayram yeri gibiydi âdetâ. İhtiyaçları kadar ürün alan köylüler meyvelerin toplanması için Ali dayıya yardım ediyorlardı. Çocuklar da yere düşenleri toplayıp yiyerek neşe içinde eğleniyorlardı.

   Ne yazık ki bu mutluluk fazla sürmemiş, Ali dayı o kış yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak vefat etmişti.
   Artık tarla ve bağ işleri çocuklara kalmıştı.


   Bir gün en büyükleri kardeşlerini yanına çağırarak;
   -Babamızın yaptığı yanlışı biz yapmayacağız, dedi. Çalışıp alın terimizle kazanacağız. Bir çöpümüzü bile başkasına yedirmeyeceğiz. Zengin olacağız, zengin!
   Abdullah itiraz etti:
   -Ben sizin gibi düşünmüyorum, dedi. Eğer Çok kazanmak istiyorsak, önce şükretmeliyiz. Sonra ürünü ekerken bereketli ve insanlara faydalı olması için dua etmeliyiz. Ürünü toplarken de ihtiyacı olan komşularımıza yardım etmeliyiz.


   Abileri küçük Abdullah'ı azarladılar.
   -Hadi ordan sen, de! Bacak kadar boyunla işimize karışma!
   Aradan zaman geçti. Bir gün ektikleri tarlaya gittiler. Buğdayların daha büyümeden kuruduğunu, işe yaramaz ot olduğunu gördüler.


   -Bu yıl yağmur yeterince yağmadı, dediler. Küçük Abdullah acı acı gülerek başını salladı. Çünkü abileri bu tarlayı ekerken bırakın dua etmeyi, bir besmele bile okumamışlardı.
   Derken bağbozumu günü geldi çattı. Sabah erkenden hazırlanıp köylülere hiç haber vermeden bağın yolunu tuttular. Bağa vardıklarında karşılaştıkları manzara dehşet vericiydi. Gece çıkan yangında bütün bağ yanmış, geriye kara bir duman ve is kokuları kalmıştı.


   Oturup ağlamaya başladılar.
   Abdullah;
   -Zararın neresinden dönersek kârdır, dedi. Gelin aç gözlülüğü bırakalım ve babamızın yolunda gidelim. Abileri de bunun doğru olacağını kabul ettiler ve o günden sonra yanlış düşüncelerinden dolayı tövbe ederek çalışıp, bereketi Allah'dan beklediler. Cenâbı Allah elbette kendisine el açanları boş çevirmezdi. Onları da çevirmedi. Çok kazanıp, köylülerle birlikte mutlu bir hayat sürdüler.

Çevrimdışı Gül Rengi

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.942
  • 47.512
  • 2.942
  • 47.512
# 12 Tem 2016 11:04:47
.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK