İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı salıhatakan

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 579
  • 628
  • 579
  • 628
# 11 Haz 2016 00:43:20
Önceki yil yolda kagit toplayan bir amca gördüm. karınca kararinca yardim etmek istedim.bir miktar parayi verdim .cocuklara birseyler al benim icin dedim.adam parayi görünce
-benim ihtiyacim yok evladım rizkimi cikariyorum dedi..
Utandim....
Bu sehirde kimseyi tanımıyorum ihtiyaci olan birine verir misin? Dedim. .
O zaman parayi aldi..son olarak şöyle dedi. .
-Ölürsem emaneti vermeden , helal et...

Bu dunyada hala böyle insanlar kaldığına sasirarak, kendi hirslarimdan utanarak yoluma devam ettim..

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 11 Haz 2016 01:01:18
ÇOBAN VE AĞAÇ

Yaşlı çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak: "Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık". Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur'an'ını okumaya koyulurdu.
Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken:
"Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi." Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan.
Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi.
Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense bir şey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini.
Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinden daha nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Bir şey hatırlamıştı.
Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken :
"Canım" dedi, hıçkırıp ağlayarak.
"Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazan'ın ilk günü olduğunu ?"

Çevrimdışı Gül Rengi

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.942
  • 47.507
  • 2.942
  • 47.507
# 11 Haz 2016 09:00:34
Görme özürlü iki adam vardı.. bir gün bir duvarın kenarına oturmuş konuşuyorlardı:
- dün gece rüyamda çok güzel bir kuş gördüm..
diğeri heyecanla:
- ben ömrüm boyunca hiç kuş görmedim..Allah gözlerini açsın, anlat hele.. kuş neye benziyordu..?
rüyayı gören kör şöyle cevap verdi:
-ÜMİDE BENZİYORDU..!

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 11 Haz 2016 10:56:18
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
eger pazarlik sunnettir lafinin asli varsa bahsedilen hikayenin anlami kalmiyor.
Sayın hocam;
 İslam'da fahiş fiyat ve yüksek kar yasak. yanideğerinin  çok üstünde kar olmamalı.Kar elde edilecek, iktisadi hayat devam edecek lakin fahiş fiyat olmayacak. evet bir kar oranı belirlenmemiş ama piyasanın durumu da göz önünde tutulmuş.
Aşağıya bir alıntı ekledim. bana açıklayıcı geldi.

İslâm’a göre; alıcı ve satıcı, bir mal alırken onu kasden yermemeli, satarken de değerinden üstün gösterecek ifâdeler kullanmamalıdır. Muhâtabın zaafından istifâde ederek fiyatlarda teâmülün (fiyat standardının) üzerine çıkmamalıdır. Gabn-i fâhiş’e (kandırmaya) girmemeli, karaborsa, fâizcilik, tartı ve ölçüde hîle yapmamalı, yemîn etmekten kaçınmalı, toplumun zarârına olan harâm malları alıp satmamalıdır.
Karaborsacılar, fırsatçılar tarafından [mallar saklanarak] fiyatlar yükseltilip millete zarar ve zulüm haline geldiği zaman, Belediyenin ilgililerle istişare ederek uygun bir narh, kâr haddi koyması caiz olur. (Redd-ül Muhtar)

Peygamber efendimiz, (Müslümanların, şehre mal getiren köylüleri karşılayıp piyasaya fiyatını gizleyerek, ucuz satın almalarını) yasakladı. Köylü böyle bir satıştan vazgeçebilir. Piyasayı bilmeyenlere yüksek fiyatla mal satmak da haramdır. Hatta, acemi olup, ucuz satan veya pahalı alan ile alışveriş etmemelidir. Bunlarla alışveriş yaparken piyasadaki fiyatı gizlemek günahtır.

Satılan şeyin ayıbını, kusurunu gizleyerek aldatmak haram olduğu gibi, alınan malın kıymetini gizleyerek aldatmak da faiz olur. Mesela, bir kimse, sattığı malın kıymetini bilmiyor. On milyonluk malı, beş milyona satıyor. Ona (Bu mal, her yerde 4 milyon eder) diyerek kandırmak haramdır. İnsanlar, Müslüman ahlakına uyarsa, ne kandıran, ne kandırılan olur. Mallara narh koymaya lüzum kalmaz. Arz ve talebe göre, mallar kıymetlenir veya ucuzlar.

Basra’da büyük bir tüccar vardı. İran’da bulunan adamlarından biri, buna mektup yazarak, bu sene şeker kamışının verimli olmadığını, kimse duymadan, çok şeker almasını bildirdi. Tüccar da, çok şeker satın alıp, şeker piyasadan çekilince, pahalı satarak, otuz bin dirhem kâr etti. Sonra, düşünüp (Şeker kamışlarına afet geldiğini Müslümanlardan saklamakla, onlara hıyanet ettim, bu nasıl Müslümanlıktır?) diye, otuz bin dirhemi, şekerlerini almış olduğu kimselere götürdü. Yaptığı yanlış işi anlattı. Hatasına pişman olup dürüstlük göstermesinden dolayı, hiçbiri verdiği parayı almayıp, Sana helal olsun dediler. Akşam evinde düşündü ki, belki utanarak almamışlardır. Din kardeşlerime hıyanet ettim diyerek, ertesi gün tekrar götürdü. Her birine yalvararak otuz bin dirhem gümüşü taksim etti.

Müşteriye doğru söylemeli, hile etmemelidir. Malda bir arıza oldu ise, haber vermelidir. Ucuz aldığı bir malın fiyatı yükselip pahalı satıyor ise, aldığı fiyatı söylemelidir. Aldatarak satmak, hıyanet ve dolandırıcılık olur. Böyle hıyaneti bilmeyerek yapanlar olur. Hıyanet yapmaktan kurtulmak için, herkes, kendine yapılmasını istemediği şeyleri, başkalarına yapmamalıdır.

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.099
  • 45.143
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.099
  • 45.143
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 11 Haz 2016 11:16:54
Gerçekten Yaşamak

Cuma günü, sıcak bir öğleden sonrası yaşanırken son ders saati gelmişti. Sabırsız öğrenciler okuldan bir an önce çıkabilmek için yerlerinde kıpırdanıyorlardı. Yaşlı öğretmen tahtaya çıkmış her zamanki merhameti ve sabrıyla ders anlatıyordu. Öğretme ateşiyle pırıl pırıl olan gözlerini sınıfta dolaştırırken birden gözüne telefonuyla uğraşan bir öğrenci ilişti. Bir an için adamın tüm sabrı tükendi. Bağırıp çağırmak istedi. Tam bağırmak için ağzını açmıştı ki, birden aklına daha güzel bir fikir geldi. Bağırıp çağırarak öğrencilere bir şey anlatamazdı, onlara hiç unutamayacakları bir hayat dersi vermeliydi. Sakin bir sesle öğrenciyi yanına çağırdı. Sınıftaki diğer öğrencilerin korkulu gözleri öğretmenin üstündeydi şimdi. Öğretmen, çocuğun telefonunu istedi. Daha sonra tek eliyle telefonu kaldırdı ve tüm sınıfa hitaben seslendi.

” Elimde tuttuğum bu alet nedir, ne işe yarar? “

Derin bir sessizliğe gömülmüş sınıftan titrek bir parmak yükseldi.

” Telefon, arama yapmak, uzaklardaki yakınlarımızla görüşmek, haberleşmek için yapılmıştır ama aynı zamanda film izlenebilir, müzik dinlenebilir, oyun oynanabilir. “

Öğretmen öğrenciyi dinledikten sonra tekrar konuşmaya başladı.

” Kısacası hayatı alıp şu küçücük kutunun içine sığdırmaya çalışmışlar. Siz de hayatı gerçekten yaşamak yerine oturduğunuz yerden yalnızca bakmakla yetiniyorsunuz. “

Kollarını açıp pencereden dışarısını gösterdi.

” Burada ne görüyorsunuz? “

Öğrencilerden biri parmak kaldırdı.

” Ne görebiliriz ki öğretmenim? Kocaman, taş binalar, gürültücü birkaç kuş ve onlarca insan! “

Öğretmen başını iki yana salladı.

” Daha dikkatli bak evladım! “

” Fakat öğretmenim, dediğim gibi, başka bir şey yok ki! “

” Bakın çocuklar, dışarıda gördüğünüz bu şeyin adı ‘ hayat ‘ tır. Tanıdık geldi mi, hani şu minicik ekranlara bakarak yaşamaya çalıştığınız şey… Dikkatli bakarsanız, aslında her şeyde olan lakin bizim bir türlü göremediğimiz güzelliği görebilirsiniz. Şimdi sessiz olun ve dinleyin. Şu harika müziği duydunuz mu? “

Öğrenciler başlarını iki yana salladılar. Öğretmenin bu kez gerçekten delirdiğini düşünüyorlardı çünkü müzik falan yoktu.

” Müzik aslında hayatın kendisidir. Her yerde vardır lakin duyabilmek için kulak kesilmeniz gerekir. Hayat güzeldir çocuklar. Dolu doludur ve sizin onu yaşamanızı bekler. Sizinki gerçekten yaşamak değil. Neredeyse bir hapis hayatı. Kendi kendinizi telefonlara mahkum etmişsiniz, başından ayrılamıyorsunuz. Fakat bir gülümseme, bir kuş cıvıltısı, hatta derin derin nefes almak bile gerçekten yaşadığını hissettirir insana. Daha çok küçüksünüz, kendinize bunu yapmayın. Hayatınızı dolu dolu, sindire sindire yaşayın. Yaşamaktan korkmayın. Hayat sürprizlerle doludur, her an ne olacağını bilemezsiniz. Yazılmış tüm romanlardan, çekilmiş tüm filmlerden, söylenmiş tüm şarkılardan daha güzeldir. Size verilmiş en güzel hediyedir. Onun hakkını verin. Şimdi, hayat dışarıda. Neden telefonu, televizyonu bir kenara koyup onu gerçekten yaşamıyorsunuz? “

Öğretmenin son sözünü söylemesiyle sınıfta bir alkış tufanı koptu. Az sonra ise zil çaldı. Öğrenciler aceleyle yerlerinden fırlayıp dışarı koştular. Ne de olsa dışarıda, yaşanmayı bekleyen dolu dolu bir hayat vardı!

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 11 Haz 2016 11:26:30
Muhammed Ali Müslüman olduktan üç yıl sonra bir boks maçına çıkacaktı. Onun Müslüman olmasını hazmedemeyen Ernie Terrel adındaki bir boksör, ikilinin roportaj verdiği bir sırada Muhammed Ali'ye eski ismi Cassius Clay olarak hitap ediyordu..
Bu durum Muhammed Ali'yi hayli sinirlendirmiş, ikili roportaj verirken neredeyse kavgaya tutuşmuşlardı. Muhammed Ali, sonraki günlerde ringte karşılaşacağı Ernie Terrel'e öyle bir ders verecekti ki, tüm dünya müslümanlarına örnek olacak bir hareket ortaya çıkacaktı..
Gün gelmiş, iki boksör de ringe çıkmıştı.. Muhammed Ali, rakibi Ernie Terrel'a ard arda yumruklar diziyor; adeta avıyla oynayan kaplan gibi Terrel'la ringte oynuyordu.. Vurdukça da "What's my name?" benim adım ne? diyordu.. Ondan duymak istediği söz "Muhammed Ali" olacaktı..
Bilerek rakibini nakavt etmiyordu.. Sinir bozucu vuruşlar yaparak Terrel'ın moralini bozuyor, adeta yerin dibine sokuyordu. Çünkü duymak istediği sözü Terrel bir türlü söylemiyordu.. Her raund geçtiğinde Muhammed Ali daha da sinirleniyor: "What's my name stupid?" Benim adım ne aptal? diye bağırıyordu..
Terrel, gurura kapılmış, yediği dayağa rağmen Muhammed Ali'ye yeni ismiyle hitap etmiyordu. Bu hatasının bedelini ise raundlar boyunca Muhammed Ali'den yediği dayakla ödemişti. Terrel'ın kaşları patlamış; yüzü gözü şişmiş, tanınmaz hale gelmişti.. Böylece Muhammed Ali, en çok sevdiği iki isme ne derece önem verdiğini tüm insanlığa ispatlamıştı..
Onun müslümanlığı, gelip geçici bir heves değil kati bir iman ve kesin bir teslimiyetten oluşuyordu. Müslüman olduktan sonra hapse atılan, boks yapması yasaklanan ve türlü türlü hakaretlere uğruyan Muhammed Ali'ye, adeta Müslüman olmanın bedeli ödetilmeye çalışılmıştı..
Hiç bir baskı ve işkenceden yılmayan Muhammed Ali, Amerika'da Müslümanlara ve mazlum siyahilere liderlik yaparak büyük bir kişilik ve efsaneye dönüşmüştü..
Tüm dünya müslümanlarının sorunlarıyla da ilgilenen Muhammed Ali, Bosna'dan Çeçenya'ya, Afrika'dan Hindistan'a, Fransa'dan Amerika'ya kadar tüm müslümanların destekçisi ve takipçisi olmuştu.
İşte böyle bir efsane bu dünyadan geldi geçti..
Allah rahmet eylesin..

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.460
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.460
  • Müdür Yardımcısı
# 11 Haz 2016 12:43:20
Evlenme adayları için güzel bir yaşanmış hikaye
Saliha bir Hanım istiyorum...

Yaş 25 evlilik zamanı geldi geçti .........derken annem açtı yuva kurma konusunu.

Saliha bir kız olsun gerisi gelir diye düşünüyordum.

Yakın bir akrabamızdan haber geldi.

komşuları çok dindarmış, kızlarının ailesinden dahada dine bağlı olduğunu duyunca sevindim.

Gittik bir görelim görüşelim dedim.Ilk ailesiyle konuştum...

Hatta ben konuşmadım sürekli onlar konuştu.şaşırdım kaldım...

Bir şey diyemedim...

Kına gecesinde en iyi müzüsyenler olacakmış...

Düğünde keza aynı...

Ev dayalı döşeli olacakmış,hemde hepsi en pahalısından...

Araba olacakmış son model hemde, çünkü komşunun damadı sıfır araba almış geçende...

Anne hadi kalkalım diyecektim utandım...

Kızla görüştürmek istediler...

İslamiyete uygun olarak görüştük...

on beş bilezik...

En güzel gelinlik(10 bin tl)...

En büyük düğün salonu...

Ne diyeceğimi bilemedim...

Ben Saliha Bir Eş istiyordum sadece...

Istekleri bir türlü bitmiyordu...

O anda yan taraftaki aynaya gözucuyla baktım kendime...

Görünüşümdede bir iş adamı profilide yoktu...

Yirmi beş dakika konuştu istekleri bitince sıra bana geldi.

Senin isteklerin nelerdir dedi...

Biran önce kalkıp gitmek istiyordum sıkılmıştım, geleli bir saat olmasına

rağmen dünya malına bağlananlarla birlikte olmak içimi karartmıştı...

Tekrar sordu isteklerin nelerdir...

Hayırlısı olsun dedim kalktım...

Nezaketle ayrıldık evden...

Yolda giderken telefon geldi...

Amcam arıyordu..

Yan komşuları serhat amcanın kızı varmış...

Serhat amca çok iyidir...

Cocukluğumdan beri tanırdım kendisini...

Tamam dedim dedim amcama geliriz...

Serhat amcalara gitmek için hazırlanıp annemle koyulduk yola, on beş dakika sonra ulaştık evlerine.

Sohbet açıldı çocukluğumuzdan,başladı beni övmeye...

Kızardıkça kızardım utancımdan birşeyde diyemiyorum...

Derken söz asıl konuya gelmişti...

Evladım seni severim maksat gençleri mutlu etmek Allahü tealanın izniyle dedi ve başladı isteklerini saymaya...

O kadar çok şey saydı ki uykum gelmeye başladı...

En sonunda da benim oğlumun kumar borcu var onu ödemeden evlilik de olmaz zaten dedi.

Birden gözlerim açıldı,şaşırmıştım açıkçası...

Gözümü yerden alamadım uzun süre...

Serhat amca gençleri görüştürelim dedi...

Bir odaya geçtik kız konuşmaya başladı...

Onceki görüştüğüm kız gibi ne varsa herşeyi istiyordu ...

Konuşmasını çalan telefonu böldü açıp konuştu kapattı.

Tekrar çaldı konuşup kapattı... Sonra tekrar.. Dayanamadım sordum arayan kim diye. Eski nişanlısıymış ayrılalı on gün olmuş. Neden ayrıldıklarını sordum. Çay bahçesinde bir erkekle otururken görmüş sonra tartışmışlar, tartışma büyüyünce de ayrılmak zorunda kalmışlar.

Oturduğun kişi kimdi ki? ... Calıştığı yerdeki müşterilerinden biriymiş...Demek önceden çalışıyordunuz? Evet ben masörüm dedi... Soktan şoka giriyordum.. Beş dakikada bilmediğim bir sürü şey çıkmıştı... Evlilik amacını

sordum... Nişanlısı çok rahatsız ediyormuş farklı bir hayat,farklı bir ortam istiyormuş... Açık konuşmak gerekirse hava değişimine ihtiyaç duymuş... Daha fazla dayanamayıp izin istedim kalktım... Ben sadece saliha bir eş

istiyordum... nezaketle evden ayrıldık annemle... Daha sonra öğrendim ki serhat amca arkamdan bir sürü laf etmiş...

Gülümseyip,bugün öven yarın söver dedim içimden... Artık evlilik düşüncesinden vazgeçmek üzereydim. Haftalardır dışarı çıkmıyordum. Akşamları hava almak için balkonda oturup kitap okuyordum... Karşı komşumuz

gece çalıştığı için akşam dokuz gibi evden çıkıyordu. On yaşındaki oğlu da babasının peşinden ağlayıp dururdu her gece ablası çocuğu oyalamak için balkona çıkarıyor ve her fırsatta benimle konuşmaya çalışıyordu... Bu sık sık tekrar etmeye başlayınca bunaldım artık.

Bir akşam kıyamet ve ahiret kitabını alıp aynı saatte çıktım balkona...Beni görünce o da çıktı balkona, bir konu bulup yine başladı konuşmaya... Her akşam kitap okuyorsun nedir onlar... işte beklediğim fırsat gelmişti okumak

istersen vereyim deyince olur dedi... Besmele çekip iki üç metre karşıdaki kıza attım kitabı. Hadi gir de evde okumaya başla dedim... Kitabı okumuş olacak ki bir daha balkona çıkmaz oldu... Evlilikten vazgeçmiştim bir eş

bulmak bana uzak görünüyordu...Aradan aylar geçmişti.o zaman zarfında birkaç kızla daha görüşmeye gittim annemle... Fakat netice aynı değişen bir şey yoktu...

Bir Salı akşamıydı içim çok daralmıştı, adeta boğuluyordum... O gece iki rekat namaz kılıp yattım... Acayip bir rüya gördüm... Birine anlatmalıydım bu rüyayı... O akşam balkonda dolunayı izlerken telefonum çaldı...Gözüm dolunayda, cebimden çıkarttım telefonu kimin aradığına bakmadan kulağıma götürüp telefonu açtım...Arayan ses tanıdıktı...Fakat o günden sonra hayatımın değişeceğini nereden bilebilirdim ki...

Arayan en yakın arkadaşım Aliydi. Canı sıkılmış beni çağırıyordu. Abdest aldım evin yakınındaki çay bahçesine gittim. Çocukluğumuzdan açıldı konu sonra gördüğüm rüyayı anlatmak istedim...Tozlu bir köy yolunda gidiyordum elimde bir tane kılıç vardı etrafımda ise bir sürü yılanlar... Yılanlar bir

metre kadar yükseltmişler kafalarını yukarıya doğru...Hepsi üzerime atılmak için zaman kolluyorlardı... Kılıçla kendimi savunuyordum... Bana yaklaşanları kılıçla öldürüp ilerliyordum... Ileride uyuyan biri vardı bilmediğim bir ses işittim ama ortalıkta kimse yoktu... Uyuyan kişiye baktım... O ses; yatan kişi

Musab bin Umeyrdir dedi. Sonra ileride giden iki kişi gördüm biri Peygamberimizdi diğerinin kim olduğunu göremedim...

Ali yorumlamaya başladı rüyamı... Düşmanlarını yenerek iyi bir neticeye ulaşacaksın dedi... Konu evliliğe geldi yine... Başımdan geçenleri anlattım...Dertliydim bu konuda... benim eşim dünyaya bağlı olmamalıydı, sadece dünyalık uğruna yaşamamalıydı...

Uzunca dinledi Ali sıkıntılarımı... O konuşmaya başladı bu sefer. Evden çıkarken annem dedi bizim mahallede bir kız varmış onunla görüştürmek istiyorlar seni. Yok Ali bundan sonra kolay kolay kimseyle görüşmek

istemiyorum dedim... Kızda pek istekli değilmiş zaten dedi... niye diye sordum.. O da birkaç kişiyle görüşmüş daha sonra evlilikten soğumuş iyice...Alinin annesi ısrar edince de olur görüşelim demiş...Tamam dedim yarın

gideriz diye sözleştik... Rüyam gerçek mi olacaktı acaba... Bu zamana kadar sabrettim önüme gelen engelleri Allahü tealanın izniyle aşmıştım...

Ali ile vedalaşıp eve geldim konuyu anneme açtım... Yarın gidecektik görüşmeye... Cok heyecanlıydım nedense... Sabah erkenden kalkıp giyindim...Heyecan gitmek bilmiyordu bir sağa bir sola yürüyüp duruyordum evin içinde...Ilk defa bu kadar heyecanlıydım... Oğle namazını kıldıktan sonra yola

koyulduk annemle... Ali bizi kızın evine kadar götürdü... Kapıyı çaldım... Kapıyı babası açtı eve buyur etti...Biraz sohbet ettik söz asıl konuya geldisonra...kızın babası konuşuyordu; evladım benim söyleyeceğim bir şey yok sen kızımla konuş bu konuları dedi. Şaşırmıştım gerçekten çünkü ilk defa böyle bir durumla karşılaşıyordum... dünyalık bir konu açılmamıştı ilk defa... Bir odaya aldılar beni kızla görüşecektim... Sandalyeye oturdum ellerim masanın üzerinde avucumun içerisinde ise terleyen ellerimi silmek için bez bir mendil vardı... Odaya kız girdi nurani yüzlüydü... önüne bakarak konuşmaya başladı... Diğer kızlar gibi bilezikten gelinlikten girmedi konuya...Ilk sorusu namazdan oldu....

Bana namaz kılıyor musun demedi, namazı kaç dakikada kıldığımı sordu. Mesela öğle namazın kaç dakikada bitiyor dedi... on beş dakika civarında diye söyledim... Memnun oldu... sonra birikmiş ne kadar paran var deyince önceki görüştüklerim gibi konuşmaya başlayacak herhalde dedim içimden... 45 bin lira

var... Paranın zekatını veriyor musun deyince yanlış düşündüğün için utandım.. Evet veriyorum dedim... Konuşmasına ağır ağır devam etti...

Sizden önce üç kişi ile daha görüştüm hepsi de zengindi, güvendikleri tek şeyleri paralarıydı.Bütün konuşmaları paraya zenginliğe dayanıyordu. Dine ait hiçbir bilgileri yoktu ve namaz bile kılmıyorlardı. Size ilk sorum namaz oldu çünkü namazı doğru olan ve huşu içinde kılan bir insandan zarar

gelemez. Ailesinin hakkını gözetir haksızlık yapamaz. Herkes için en iyisini en güzelini ister. Kimseyi hor görmez ve ezmez. Böyle insanı bütün mahlukat sever,mahlukatın sevdiğini de Allahü teala sever.Allahü tealanın sevdiği kul ise makbul edilen kuldur... ve devam etti konuşmasına...Sonra zekatı sordum çünkü o parada fakirlerin hakkı da var. Fakirlerin hakkını gözetmeyen eşinin hakkını da gözetmez. Allahü teala ondan nasıl razı olur ki...

Ne kadar doğru konuşuyordu konuşmaları beni çok mutlu etmişti. Dünyalık bir şey istemiyorum diye dem etti... Yan taraftaki kitaplığı göstererek okuduğu kitapları gösterdi. Görünce çok mutlu oldum çünkü benim okuduğum

Ehli sünnet Alimlerinin kitaplarını okuyormuş. Ben kızarıp terliyordum nedense, elimdeki bez mendil de iyice ıslanmıştı. Benim ise kıza soracağım bir şey kalmamıştı,ben sormadan herşeyi anlattı bana. Son olarak annemle konuşmak isteti, ben dışarı çıkmak için ayağa kalkınca elimdeki mendil yere düştü. Yere göz gezdirdim ama göremedim dışarı çıktım...

annemle de on dakika kadar konuştular içeride, annem çıkınca evden izin isteyip ayrıldık. İki tarafta birbirinden memnun olmuştu. Anneme içeride ne konuştuklarını sordum. Anneme nasıl davrandığımı ailemle olan ilişkilerimi sormuş. Çünkü anne ve babanın razı olmadığı bir evlattan Allahü teala razı olmazdı. Eve gidince konuyu babamla konuştuk çok sevindi... abdest aldım iki rekat namaz kıldım odamda sonra birkaç gün önce gördüğüm rüya geldi aklıma...Elimdeki sabır kılıcıyla zorlukları aşmak nasip olmuş ve sonuca ulaşmıştım...

Bu günden itibaren düğün hazırlıklarına başlayacaktık artık...

Söz kesilip aileler arasında yüzük takıldı. Düğün konusu biraz sıkıntılı olmuştu...... akraba tarafı çalgılı olmasında ısrar ediyor ,ben ise dini yönden olmayacağını anlatmaya çalışıyordum. Ben yumuşak huylu oldukça onlar daha fazla üzerime geliyorlardı. Düğün çalgılı olurmuş onlara göre. Cenaze evi gibi dualar edilip mevlit okutulmazmış... Ne yapacağımı şaşırmış ve iyice bunalmıştım. Defalarca haram olduğunu anlatsam da çalgısız olması gerektiğini kabul ettiremiyordum... Bir akşam evde akrabalarla toplandık bu konu hakkında konuşuyorduk. Bir şartla isteğinizi kabul ederim deyince hepsi şaşırdı... herkes gözlerini bana çevirmiş ne diyeceğimi bekliyorlardı. Öldüğümde mezara benimle girecek olan varsa ve benim yerime hesap vermek isteyen olursa kabul edeceğimi söyledim... Kimse yüzüme bakmıyordu artık utanmışlardı açıkçası... Bu konu da böylece şekilde kapamış oluyordu...

Bir Perşembe günü kız tarafıyla sözleşip düğün alış verişine çıktık...Nişanlım sanki yanımda köle gibi duruyordu. Ben ne göstersem olur beğendim diyordu. Bir insan bu kadar mı mütevazi bu kadar mı ince olabilirdi. Onun bu durumunu gördüğüm zaman ben en kaliteli en güzel olan eşyaları alıyordum. Onu mutlu etmek için elimden geleni yapmak istiyordum... Evimizi döşemiştik her şey çok güzel gidiyordu... düğün günü gelip çatmıştı... heyecandan ölecek gibiydim elim ayağıma dolaşıyordu adeta. Düğün tam istediğim gibi olmuştu....

Evliliğimizin ilk yılları diğer evlikler gibi tartışma ya da kavga ile geçmiyordu. Biz İslamın etrafında birleşmiştik. Hiçbir sorunumuz da olmuyordu. Eşimin zekasına güzel ahlakına güler güzüne hayrandım... Onsuz zaman geçmiyordu, işteyken fırsat buldukça arıyordum,sesini duyuncada çok mutlu oluyordum. Konuşmasında içimi rahatlatan bir tesir vardı. Bunu nasıl yapıyordu bir türlü anlayamıyordum. Eve gittiğimde beni her zaman güler yüz ile karşılardı, o anda bütün yorgunluğum giderdi. Yemek hazırlarken yardım ederdim. Sen otur yorgunsun der, ben de içeri gidip otururdum. Onun üzülmesini hiç istemiyordum çünkü. Her ne isterse yerine getirmek için can atıyordum... Benden bir şey istesin diye gözlerinin içine bakardım. Arada bir arabamla gezerdik,gezdirince mutlu olurdu... Yine bir gün gezdirmek için çıkıp arabaya bindik. Dönüp bana baktı. Sabır çok güzeldir,sabır insanı bu araba gibi ulaşmak istediği yere götürür dedi. Neden böyle bir şey söylediğini anlamamıştım... biraz gezip eve gelmiştik... Birkaç gün önce yatak odasının kapısı bozulmuş, kilidi zor açılıp kapanıyordu.

Geçen gün mahallemizde hırsızlık olayı olduğu için odamızın kapısını kilitliyorduk... Bir haftadır eşimin midesi bulanıyor bunun içinde geceleri sık sık kalkıyordu... benim uykum çok hafif olduğu içinde hemen uyanıyordum...

O gece tekrar midesi bulanmış olacak ki kalktı, kalktığını hissedip gözlerimi açtım ama uyandığımı anlamadı. Yavaş yavaş kapıya doğru ilerledi...Fakat o anda gözlerime inanamayacağım bir olay gerçekleşti...

Ben rahatsız olmayım diye kilitli olan kapının anahtarına bile dokunmadı...kapı kilitliydI Eşim Bismillahirrahmanirrahim dedi ve kapıyı açmadan dışarı çıkmıştı. Bu durumu görünce kalbimin atışları hızlandı terlemeye başladım...yataktan kalktım gözlerim, kapıya odaklanmıştı... yatak odasının camından lavabonun ışığı belli oluyordu...

Lavaboda elini yüzünü yıkayıp ışığı söndürdü. Ben hemen yatağa yatıp uyuyormuş gibi yaptım. Fakat eşim kapıyı açmadan odaya girdi... Kalp atışlarım iyice artınca dayanamadım uyanmış gibi yaparak Yatakta doğrulup oturdum... Eşimin yüzüne baktım... adeta güzü nurlanmış parlıyordu... Uyandığımı görünce gülümseyerek yüzüme baktı. Ne yapacağımı ne diyeceğimi bilemedim.Rahatsız mı ettim diye sordu. Yok çıktığını bile duymadım deyince gülümsedi ve yattı...

Işe gittiğimde sürekli o anları düşünüp duruyordum. Bu nasıl olabilirdi?... Akşam eve gittiğimde zile basmadım ve kapıyı anahtarımla açtım. Kapıyı açtığımda eşimi karşımda buldum... işten geldiğimde kapıyı

açmak için bekliyormuş... Selam verip içeri girdim elimi yüzümü yıkayıp sofrayı hazırladık yemeği yedik... Bu gün neden durgunsun bir şey mi oldu? Diye sordu... Cevap veremedim... Dün geceki olayı nasıl sorabilirdim ki... Sana bir şey söyleyeceğim diyerek elimden tutup beni ayağa kaldırdı...gözlerinin

içine bakıyordum... buyur söyle dedim... Hamileyim dedi... Ondan sonrasını hatırlamıyorum zaten... O anda ayaklarım boşaldı... Düşüp kalmışım yerde... Yarım saat sonra kendime geldiğimde eşim yanı başımda oturuyordu... Yattığım yerden doğrulup eşime bakınca utanıp yüzünü yere çevirdi... Bu habere o kadar

sevinmiştim ki anlatamam...

Akşamları işten eve gelirken artık bebek eşyaları alıyordum... Geceyattığımızda eşimle hep hayal kurap duruyorduk... Cocuğumuz belli bir yaşa geldiğinde ilk hangi kitabı okumalıydı acaba... Ilk önce namaz kitabındakin bilgileri öğrenmeliydi. Ondan sonra hangisini okutsak acaba İslam Ahlakını mı? Herkese Lazım olan İmanı mı okutsaydık... Yok yok ilk önce Halifelerin menkıbeleriyle yeşertmeliydi kalbini... Benim evladım Ehli Sünneti savunan Ehli Sünneti yaymak için çabalayan bir kul olmalıydı onu bu şekilde yetiştirmeliydik... Her akşam belli bir zaman dilimi içerisinde eşimle İmam-ı Rabbaninin mektubatını okuyorduk. Bir akşam okurken yorgunluktan gözüme ağrı girince eşime rica edip sesli okumasını söyledim ve gözlerimi dinlendirmek için kapattım.

212. Mektubu okuyordu... Bir ara gözlerimi açtım elindeki kitap kapalıydı. Gözlerimi açtığımı görünce hemen kitabı açıp gözlerini kitaba dikti... anladım ki o kadar sayfayı ezberlemiş ve ezberinden okuyordu. Okuduğu

mektup bitince durdu... mektubatı bu zamana kadar kaç defa okudun diye sorunca bilmiyorum dedi... Peki kitabı bitirmen ne kadar sürüyor? Bir hafta diye cevap verdi.. Anladım ki eşim manevi derecelere yükselmişti.. beni

rahatsız etmemek için kapıyı açmadan çıkması bir kerametti...

O günden sonra eşime olan hürmet ve saygım daha da arttı. Eşim bir evliya idi... Ilmihal okuduğumda anlamadığım yerleri eşime soruyordum. Öyle güzel açıklayıp anlatıyordu ki hayran kalmamak mümkün değildi... Hikmetini bilmediğim en ufak bir davranışını görsem soruyordum. O da hemen açıklar;

ilmihalin şu sayfasında yazıyor diye söylerdi... Her haline sabrediyordu ve her haliyle de şükrettiği ortadaydı... İslamiyeti yaşayan bir numune vardı karşımda, bu yüzden Allahü tealaya her saniye şükretsem yine az gelirdi...

Eşimin birkaç kerametini daha görünce dayanamadım, artık ne pahasına olursa olsun bu konuyu konuşacaktım kendisiyle... her zamanki gibi işten geldim yemek yedik konuyu konuşmak için eşimi karşıma aldım... giderek büyüyen bir heyecanla yavaş yavaş konuşmaya başladım..

İslamiyetin en ince kurallarına en güzel şekilde dikkat ediyorsun. Konuyu uzatmak istemiyorum dediğim anda eşim konuşmaya başladı... "Sabır güzel şeydir. Sabrederken şükretmek daha güzeldir. İnsan her haline sabreder ve şükrederse Allahü teala ona daha iyilerini ihsan eder"... Artık ağzımdan tek

kelime çıkmıyordu, eşimde konuşmasını bitirmişti... O günden sonra ona olan davranışlarım daha dikkatliydi. Onu kırabilecek her şeyden uzak duruyordum... bir akşam annem aradı komşu kızının düğünü varmış iki gün sonra, düğüne beni de davet etmişler. Eşimle birlikte gittik düğüne, her şey İslama uygun

düzenlenmişti. Erkekler ve bayanların yerleri farklı bölümlerdeydi... düğündeki İslama uyma titizliğini görünce çok sevindim. Bir akşam kendisine balkondan verdiğim Kıyamet ve ahiret kitabı geldi aklıma. On dakika sonra küçük bir çocuk geldi, o kızın kardeşiydi bu. Babası işe giderken arkasından ağlayan çocuk... Abi eğilir misin dedi.. eğildim kulağıma ablasının bana çok teşekkür ettiğini söyledi. Ben vesile olmuşum onun bu duruma gelmesinde. Bunu öğrenince çok sevindim...

Eşim hamile olduğu için fazla kalamadık düğünde eve gittik... Aradan aylar geçmiş ve eşim doğurmuş ve Bir tane oğlum olmuştu... hayatımızdan çok memnunduk... Eşimle her akşam kitap okumaya devam ediyorduk yine... Eşime üstadım diye hitap ediyordum... O benim üstadımdı. Dünya ve ahiret saadetim

için en büyük vesile idi... geceleri rahatsız olmasın diye oğlumuz ağlayınca çocuğu alıp başka odaya gidiyordum... aradan iki yıl geçmiş oğlumuz büyümüştü... Eşim her fırsatta sabır ve şükretmemi telkin ediyordu... bir zaman sonra eşim hastalandı. Zamanımızın çoğu hastanede geçiyordu... eşimin hastalığı artmış, benim ise elimden bir şey gelmiyordu. Bir akşam işten eve geldiğimde kapıyı çalmama rağmen açmadı. İçeri girdim içeriden bilemediğim mükemmel bir koku geliyordu. İçeri girdim eşim yatıyordu ilk önce uyuyor zannettim. Uzun zaman uyanmayınca gidip uyandırmaya çalıştığımda vefat ettiğini anladım. O anda yıkılmıştım. İçim yanmıştı. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Annemi aradım gelmesini istedim.Eşimi diğer gün defnettik...

Eve girdiğimde burnuma gelen o güzel koku mezardan gelmeye başladı... Her gittiğimde o kokuyu duyardım... giremiyordum. Onu özlüyordum sadece.. Canım eşim, üstadım vefat etmişti. Söylediği gibi yapmaya çalışıyor sabretmekten başka çare bulamıyordum... her an onu düşünüyordum... Aylar sonra eve girme cesareti gösterdim... gözlerim doldu ağlamaya başladım. Balkonda çıkıp sandalyeye oturdum. Dolunay vardı... Alinin beni aradığı o akşam geldi aklıma... O akşamda aynı dolunay vardı... gözlerimden yaşlar akarak dışarıya çıktım... doğru üstadımın, eşimin mezarına gittim. Saatlerce ağladım.... O güzel kokuyu hissetmeye başladım tekrar... arkamdan bir el omzuma dokundu. Arkama döndüm eşim nurlar içinde arkamda duruyordu... Heyecandan bir şey söyleyemiyordum.. Başım dönmeye başladı ve bayılmışım sonra...

Uyandığımda sabah ezanı okunuyordu... Kalktım etrafıma baktım... Eşimi gördüğüm anda... sabret dediğini hatırladım... Camiye gidip sabah namazını kıldıktan sonra dışarı çıkarken cebimde bir şey olduğunu fark ettim... Elimi cebime attım bir tane mendil vardı... Eşimin evinde ilk konuştuğumuz zaman avucumun içindeki mendil ayağa kalkarken yere düşmüştü bulamamıştım daha... demek ki eşim bulup saklamış... Mendilin bilmediğim şekilde çok güzel bir kokusu vardı...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 12 Haz 2016 01:48:55
KÜPÇÜ DÜKKANI

Bağırıp çağıran, irili ufaklı küpler arasında müthiş bir
münakaşa oluyordu. Aynı desen ve renktekiler, aynı büyüklükte olanlar, küçük fakat zarif küpler, birer grup oluşturmuşlar, büyüklük ve üstünlük yarışına girişmişlerdi. Birbirinin üzerine atılmak üzereyken, içlerinden biri çıkarak:
-Küpdaşlar, dedi. Nedir bu kavga, nedir bu çekişme? Böyle devam ederse bu küpçü dükkanı hepimize mezar olacak.. Sonunda kırılıp, çöplüğe atılacağız. Tartışmanın yoğunluğundan olacak ki bütün hepsi dikkat kesilmişti. Küp, konuşmasına devam etti:
-Biraz önce sizler gibi çekişip dururken, üstümdeki zarif desenler aşındı... Göz alıcı renklerim döküldü. O güzelim desen ve renklerimin altından toprak göründü. Münakaşa ettiğim küpün sıyrılan deseni altından da toprak çıkınca, beni büyük bir düşünceye sevk etti. Bazı küpler şaşkın şaşkın birbirinin yüzlerine
bakıyorlar, bazıları da rahatsızlıklarından dolayı homurdanıyorlardı. Küp:
-Lütfen kulak verin, aslımız bir bizim.. diye devam etti. Duydunuz mu aslımız bir, bir diyorum size... yani hepimiz topraktanız.. Münakaşamızın sebebi ise geçici ve aldatıcı şeyler.. Kendimize gelelim. Yersiz aşağılık duygusuna ve boş büyüklük kompleksine kapılmayalım. Ne bazılarımız değersiz, ne de kimimiz yapımız yönünden üstün.. Hepimiz bir vazife görmek için yapılmış, hizmet etmek için bu şekilde planlanmışız. Üstünlük maddi yapımızdan değil, faydalı oluşumuzdan kaynaklanabilir ancak. Yani hizmet yönümüzden.. Bu kapı ise hepimize açık.. Hizmette yarışalım, ama birbirimizle sürtüşmeyelim. Bilelim ki hayırlı hizmetlerde yarışmamız, birbirimize engel değil...
                                                          Muhsin Bozkurt

Çevrimdışı fatihcan0284

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 463
  • 420
  • 463
  • 420
# 12 Haz 2016 02:39:46
Hikayeler cok guzel ...

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.460
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.460
  • Müdür Yardımcısı
# 12 Haz 2016 03:42:44

Beşikte Oruç

Abdulkadir Geylani Hazretleri, henüz iki-üç aylıkken görülen kerametlerini annesi söyle anlatır:

"Oğlum henüz birkaç aylıktı. Mübarek Ramazan ayı geldi. Birinci gün şafak söktükten güneş batıncaya kadar bütün gün hiç süt emmedi. İkinci gün de ayni durum tekrar edince anladım ki Abdulkadir oruç tutuyor.

İkinci sene Şaban ayının sonuna doğru hava fazla bulutlu olduğu için halk Ay'ı göremedi. Ramazanın başlama tarihini tespit edemediler. Abdulkadir'in bu meziyetini bilenler hemen annesinin yanına gidip onun süt emip emmediğini sordular. Gerçekten o gün Abdulkadir şafaktan beri süt emmemişti. Daha sonra o günün ramazanın birinci günü olduğu anlaşıldı.

Beşikteyken oruç tuttuğunu şu beyit ile dile getirir.

"Başlangıcım şöyleydi, dillerde söylenirdi.
Beşikteyken oruçtum, bunu herkes bilirdi.

Allah ona ayağını veli kullarımın omuzlarına koy derken sebebi bu olsa gerek ...

Çevrimdışı eml48

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 6.753
  • 25.449
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 6.753
  • 25.449
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 12 Haz 2016 14:53:59
Dört Kapı Meselesi

Öğrencilerinden biri Mevlana’ya sormuş; “Efendim, bu 4 kapı meselesini ben pek anlayamıyorum. Bana anlayabileceğim bir lisanla anlatır mısınız?”

“Şimdi bak, karşı medresede dersini çalışan dört kişi var ve hepsi rahlelerine eğilmiş. sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at, sonra gel sana anlatayım.”

Öğrenci gitmiş, birincinin ensesine bir tokat akşetmiş. Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını dönmüş ve daha kuvvetli bir tokatla Mevlana’nın öğrencisini yere yıkmış.

Öğrenci dayağı yemiş, geri dönecek ama hocasına itaat var. Yaradana güvenip ikinciye de bir tokat akşetmiş. O da derhal ayağa kalkıp elini kaldırmış. Tam tokadı vuracakken vazgeçip yerine oturmuş.

Öğrenci devam etmiş, üçüncüye de bir tokat atmış. Üçüncü şöyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra çalışmasına devam etmiş.

Dördüncü, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmadan çalışmasına devam etmiş.

Öğrenci Mevlana’ya dönmüş, olanları anlatmış.Mevlana; “İşte sana istediğin örnekler…

- Birinci, şeriat kapısını geçememiş biri idi. Şeriatta kısasa kısas olduğu için, tokadı yiyince kalktı, aynısını sana iade etti.

- İkinci, tarikat kapısındadır. Tokadı yiyince o da kalktı, tam tokadı iade edecekti ki, tarikat öğretisinde verdiği söz aklına geldi.
“Sana kötülük yapana bile iyilik yap”. Onun için döndü, oturdu.

- Üçüncü, marifet kapısına kadar gelmiştir. İyinin ve kötünün tek Yaradan’dan geldiğini bilir, inanır. Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye merakından şöyle bir dönüp baktı.

- Dördüncü, hakikat kapısını da geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu ve aynı olduğunu bilir. Onun için dönüp bakmadı bile…

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 12 Haz 2016 19:25:33
YOKSUL ÇİFÇİ

   İskoçya’da yoksul mu yoksul bir çift yaşardı. Fleming'di adı. Günlerden bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir de baktı ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp duruyor. Çocukcağız bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkardı ve acılı bir ölümden kurtardı.
   Ertesi gün Fleming'in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini.
   ''Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum'' dedi.    Yoksul ve onurlu Fleming ;
   ''Kabul edemem!'' diyerek ödülü geri çevirdi. Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü.
   ''Bu senin oğlun mu?'' diye sordu aristokrat. Çiftçi gururla ''Evet!'' dedi. Aristokrat devam etti ;
   ''Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.''
   Bu konuşmalar sonunda Fleming'in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming'in oğlu Londra'daki St. Mary's Hospital Tıp Fakültesi'nden mezun oldu ve tüm dünyaya adını penisilini bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu.
   Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreeye yakalandı. Onu ne mi kurtardı?
   Penisilin!
   Aristokratın adı : Lord Randolp Churchill' di...
   Oğlunun adi ise : Sir Winston Churchill.
   Paraya gereksiniminiz yokmuş gibi çalışın.
   Hiç acı çekmemiş gibi sevin.
   Hiçbir şey beklemeden verin.
   Karşılığını mutlaka bir gün alırsınız...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 14 Haz 2016 23:52:22
YENİDEN HAYATA DÖNÜŞ

   Bu yazıda, gerçekten cereyan etmiş bir hadise ile karşı karşıyayız. Basit ve münasebetsiz gibi görünen bir hadisenin , köklü değişmeye sebep bir ikaz mahiyeti taşıdığını ibretle mütalaâ ediyoruz. Aslında zararlı bir araziye giderken çobanların attığı taşla koyunlar bile tehlikeyi farkedip geriye dönerken , başımıza atılan musibet taşlarının manasız olacağını düşünmemiz çok manasız olur. Fakat mühim olan , zaman zaman bir durum muhakemesi yaparak , nasıl bir yoldayız , ufukta bir tehlike var mı? Yanlışlıklar içinde yürüyorsak nasıl bir dönüş yapmamız gerekiyor , bütün bunların muhakemesini yapmamız gerekiyor. Yoksa nasıl olsa muhasebeye çekileceğimiz gün gelecek!  Mühim olan, o gün gelmeden önce gerekeni yapmak...
   Kendime geldiğim zaman başımda dayanılmaz bir ağrı, vücudumda kurşun yüklenmiş gibi bir ağırlık vardı. Daracık bir yerde boylu boyunca yatıyordum. Doğrulmak istediğimde başımı sert bir tahta parçasına vurarak geri uzandım. Gözlerim açıktı ama hiçbir şey göremiyordum. İçime bir korku düştü aniden . Gittikçe büyüyen bir korku. Alnımda biriken ter tanecikleri şakaklarımı adeta yakarak kayıyordu.
   Bulunduğum yerle hayatımın bir alakasını kurabilmek için düşünmeye başladığımda birden ölüm geldi aklıma. Bu düşünce aklıma düşer düşmez, bir parazit gibi üreyip bütün vücuduma yayıldı. Düşüncelerim meçhul alemlere doğru kayıp giderken varlığımı unutuyordum. Sanki yüzündeki ter taneleriyle birlikte yüz etlerim eriyip aşağı doğru akıyor , kafatasımda binlerce karınca geziyordu.
   Anlaşılan mezar tahtalarıydı, başımı çarptığım sert cisim. İçinde olduğum yer yılanlar ve çıyanların komşuluk ettiği , dünyanın desteğinde ;topraktan duvarlarla çevrili daracık bir odaydı. Bütün bu düşündüklerim gerçekse ve ben toprağın altında hâlâ düşünebiliyor, soluk alıp verebiliyorsam dünyada anlatılan ahiret hayatı gerçekti ve başlamıştı. Az sonra, belki de şimdi sual melekleri gelecek , geride bıraktığım kötülüklerle bezenmiş kendime ve hiç kimseye hayrı dokunmamış olan hayatımdan sual edeceklerdi. Başımda gittikçe yükselen hararet beni bekleyen ;zamanı bile donduracak ürkütücü ve korkunç azaptan nağmeler fısıldıyordu...
Gözlerimi kapattığımda  şu an hatırlamak bile istemediğim hayatım canlanmaya başladı , göz kapaklarımın arkasında . Dimağımda artık bana hiç fayda vermeyecek bir pişmanlık hissi katmerleşiyordu. Nasıl katmerleşmezdi ki otuz üç senelik hayat grafiğime hep kötülükler bezemiştim. Etrafımdakiler gülmeyi çoktan unutmuşlardı.
Korkudan tir tir titriyordum . Beni bekleyen acıklı azabın dehşetini adeta hissedebiliyordum. Vücudum süngerleşmişti. Hayat hikayemin aralarından cehennemin tüyler ürpertici hararetini bütün vücudumda duyuyordum sanki. Gittikçe hızlanan kalp atışları ve hücrelerimde dahi acısını duyabildiğim pişmanlık hissi, cehennemin dehşetini unutturacak kadar ızdırap veriyordu. Evet şu an her ne kadar dünyanın bağrında gömülü isem de başka bir dolmuşta , kötülüklerle dolu heybem sırtımda başka bir dünyaya , kendi öz dünyama ; cehennemin alevleri arasına gidiyordum.
Zamanın çimdikleri yaşadığım hayatı düşünmeye zorluyordu. Çok eskilere uzanmıştım. On iki yaşındaydım. Babam arkadaşlarıyla toplanmış çılgınlar gibi içiyordu. Kapı aralığından onları seyrediyordum. Onların gülüşmelerinin , neşelenmelerinin kaynağının , bardaklara doldurup büyük bir iştaha ile içtikleri şeyler olduğunu zannediyordum. Televizyon ve sinemalardaki bu tür sahneler çocuksu teorimi doğruluyordu. Artık babamın şişesine ortak olmaya başladım. Babam bunun farkına varınca kızmadı. Beni yanına oturtup     “ erkek adam içmeli “ diyerek bardağımı kendi eliyle doldurur oldu. Bundan sonraki hayatımda , şişelerin içine gizlenmiş , oradan damarlarıma karışan şeytanın kontrolünde çirkeflikler üretmeye başladım.
İlk önceleri akraba ve komşularıma karşı melanetlere başladım. Daha sonra herkese karşı kötülüklerimi yaygınlaştırdım. Gözümde insanların hiç mi hiç değeri yoktu. Babamın, annemin, akrabalarımın , insanlığın hatta suç ortaklarımın bile kıymeti yoktu bence... İnsanlara bir tavuk kadar bile değer vermiyordum. Zevklerime engel olan herkesi, istisnasız gözümü kırpmadan öldürebilirdim. Çünkü ben artık kadehler tarafından idare edilen bir robottum.
Bana içki parası vermedi diye  kaç kez dövdüm anne ve babamı, onların sefil bir hayat sürerek ölüp gitmelerine sebep de bendim. Bu işkence kuyusunu babam kendi kazmıştı , elime kadehi tutuşturduğu zaman . Annemse hayatıma hiçbir fonksiyonu olmayan günlük ev işlerini gören bir makinaydı. Ama yinede onlara iyi davranmam gerektiğini şimdi anlıyorum. Keşke geri dönüş olsa da mezarları başında dahi olsa beni affetmeleri için onlara yalvarsaydım.
Evlendiğim günleri hatırlıyorum. Karım benim için hayat arkadaşından ziyade , iğrenç işkencelerimi , sadist düşüncelerimi gerçekleştirdiğim tecrübe vasıtasıydı. Bir gün ; hatta bir an bile mutluluk vermemiştim ona . ümit ederim ki bundan sonra unuttuğu gülmeye yeniden başlar. Çocuklarım geldi gözlerimin önüne , boynu bükük, yüz renkleri solmuş , sevgiden , merhametten , baba kucağından mahrum yavrularım. Kim bilir hayatta ne acılar bekliyordu onları. Mümkün olsada karımdan ve çocuklarımdan beni bağışlamalarını isteyip; kulaklarına gelecek adına bir şeyler fısıldamaya , tecrübe edilmiş bedbaht hayatımdan ibretler sunmaya çalışabilseydim.
Titremem geçmişti fakat kalp atışlarım anormal şekilde devam ediyordu. Öldüresiye bir sessizliğin içinde kalbimin sesi yankılanıyordu. Gaybi bir el , vücudumu milim milim vücudumu jiletliyordu sanki. İç organlarımdan dışa,dış organlarımdan içe doğru bir sancı yayılıyordu. Beynim keçeleşmiş olmasına rağmen sadece yaptığım kötülükleri düşünebiliyordum.
Hangi insan benimle bir münasebette bulunsa yaşadığına bin pişman oluyordu. Geceleri saatlerce naralar atıyor , kapılara dayanıyor , kavgalar ediyordum. Zavallı çocukların ellerinden zorla paralarını alıyor , vermemek için direnirlerse öldüresiye dövüyordum... Ne olurdu geçici olarak bu topraklar üzerimden kalksa da ; kapı kapı dolaşıp , başımı eşiklere koyup , yaptığım bütün küstahlıklardan dolayı özür dileyebilseydim.
Geçmişti artık. Geri dönmesine kimsenin gücü yetmeyecek olan bineğimle , ebediyen içinde kalacağım , otuz üç sene gibi kısa bir sürede kazanıp hak ettiğim sonsuz bir ızdırabı çekeceğim makamıma doğru ilerliyordum. Az sonra melekler gelip içinde hiç iyilik bulunmayan hayatımdan sual edeceklerdi. Zaman değiştikçe vücuduma tatbik edilen işkencenin  de şekli değişiyordu. Bütün vücudum kızgın demirlerle dağlanıyor , kızgın şişler bir yandan bir yana geçiriliyordu sanki. Artık dökecek ter kalmamıştı , boğazım kuruyor , dudaklarım birbirine yapışıyordu.
İşin en azaplı tarafı ise bir defacık olsun huzurunda eğilmediğim , gönderdiklerine karşı lakayt kaldığım Rabbim’den ve Elçisinden (sav) sual edecekler , sadakatımı soracaklardı. Bense bütün hayatım boyunca içki şişelerine tapınmıştım. Oydu benim her gün her saat sayıkladığım durduğum. Hayallerim bile hep onun üzerine kurulmuştu. Musluklardan içki akmalı, yemeklere içki katılmalı, çamaşırlarım içki ile yıkanmalı diye düşünürdüm. Şimdi “Rabbin kim? “ diye sorsalar dilim dönmezdi  “ ALLAH (cc) “ demeye. Çünkü ben şişeleri putlaştırmıştım. Düşünemiyordum ölümün bir gün bana da geleceğini. Bari insanlara bir kere iyilik yapmama fırsat verseler de , benim gibi bir köşede oturup hayatın bitmeyeceğinin sananlara , hayat sarhoşlarına , maddenin karşısında secde edenlere başı ve bakışları dönenlere ölüm ve ötesinin varlığını anlatıverseydim.
Artık benim için zaman var mıydı yok muydu bilemiyorum, ama bir çekirge gibi , bir işkencenin kucağından diğer bir işkencenin kucağına atlıyordum. Hayalimde canlanan her kötülüğün arkasından ayrı bir işkence uygulanıyordu.
Bu düşünceler içinde ne kadar yattığımı bilmiyorum. Gözümü tekrara açtığımda bulunduğum dar yere hafif hafif ışık sızarken, uzaklardan hayatın gürültüsü geliyordu. Dikkatlice baktığımda burasının Alaaddin tepesindeki park olduğunu anladım. Anlaşılan gece uzandığım bankın üzerinden düşmüş ve altına kaymıştım. Kalktım. her yanım içki kokuyordu. Akşamdan yarım kalmış şişemi çöpe atmak için uzanırken ona bir daha dönmenin korkusu dolaşıyordu damarlarımda...
O günden sonra hayatımın bir gayesi olmaya başladı. ALLAH’a esir olmuş , O’ndan korkmuş ; bütün esaretlerden ve korkulardan temizlenmiştim. Bu esir oluş ve korku , kötülük yapmama mani oluyordu. İçimde , ordulara , kanunlara, ve bütün beşeri güçlere bedel bir karakol oluşmuştu. Artık “ güzel düşünüyor, güzel görüyor ve hattan zevk alıyordum

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.460
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.460
  • Müdür Yardımcısı
# 15 Haz 2016 00:17:06
Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri, her sabah, hiç aksatmadan, erkenden kalkar, hocasının abdest suyunu ısıtıp hazırlayarak bekler.
Bir sabah uykuya dalmış ve ancak vaktin sonuna doğru uyanabilmiştir.
Hocasının ayak sesleri gelir.
Fırlayıp kalkar. İbriği kaptığı gibi koşar, fakat ısıtmaya vakit yoktur.
Hocasının yanına varır varmasına ama buz gibi suyu dökmeye kıyamaz.
İbriği göğsüne bastırmış bekler.
Hocası Üftade Hazretleri eğilerek:
 Haydi, evladım, suyu dök, der.
Hüdaî ise ibrik göğsünde, öylece durur…
Buz gibi suyu, çok sevdiği hocasının ellerine dökmeye bir türlü kıyamaz.
Üftade Hazretleri tekrar söyler tatlı ve müşfik sesiyle:
 Haydi, evladım, geç kalıyoruz. Ne duruyorsun?
Deyince dökmeye başlar suyu çekine çekine…
İçinden bir şeylerin koptuğunu hisseder.
Öylesine üzülmüş, öylesine üzülmüştür ki tarif edilmez.
Adeta bu üzüntü ve ıstırap bir ateş olmuş yüreğini yakmaktadır.
Elleri titreye titreye döker suyu bu duygular içinde.
 Aman evladım! Der Üftade Hazretleri, bu su ne kadar da çok ısınmış böyle!
Bu sözler üzerine içinde bulunduğu duygulardan uyanan Hüdaî'nin üzüntüsü iyice artar.
Hocasının îma yollu uyarıda bulunduğunu düşünür.
 Affedin hocam, der… Dalmışım, geç uyandım, suyu ısıtmaya vakit kalmadı.
Ne yapacağımı bilemedim. Ne olur, ne olur beni affedin, diye inler adeta.
 Nasıl olur evladım! Der.
Görmüyor musun?
Bu su ne kadar da sıcak!
Şaşırır Hüdai Hz. leri…
Haaa anlaşıldı! Der…
Üftade Hazretleri!
Sen bu suyu gönül ateşiyle ısıtmışsın!
Evladım, der Üftade Hazretleri Aziz Mahmud Hüdaî'ye, bu hal senin hizmetinin tamam olduğunu gösteriyor artık…

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.770
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 15 Haz 2016 23:36:50
DÜŞ GÜCÜ

   Düş gücü, bir insanin en yükseklere uçurabildiği bir uçurtmadır." Birkaç hafta önce başıma çok değişik bir şey geldi. Yatak odamda bebeklerden birinin altını değiştirirken, beş yaşındaki kızım Alyssa yanıma geldi ve kendisini yatağa attı.
   "Anneciğim, büyüdüğün zaman ne olmak istiyorsun?"dedi. Önce bir tür oyun oynadığını düşündüm ve oyunu sürdürmek için, "Hımmm. sanırım büyüdüğüm zaman anne olmak istiyorum" dedim. "O sayılmaz, çünkü zaten annesin. Ne olmak istiyorsun?" Peki, belki büyüdüğüm zaman papaz olurum" dedim bu kez. "Anneciğim, o da olmaz, zaten öyle sayılırsın!" Bağışla ama hayatim, "dedim" ne söylemem gerektiğini anlamadım" Anneciğim, sadece büyüdüğün zaman ne olmak istediğini soruyorum sana. Ne olmak istiyorsan o olabilirsin!" O anda o kadar şaşırmıştım ki, hemen bir yanıt bulamadım. Alyssa da bunaldı ve odadan çıktı
   O birkaç dakikada yasadığım deneyim beni çok derinden etkiledi. Çok etkilenmiştim, çünkü kızımın gözünde ben hâlâ istediğim bir şey olabilirdim! Yaşım, kariyerim, beş çocuğum, kocam, üniversite diplomam, master derecem; hiçbirinin önemi yoktu. Onun gözünde ben hâlâ düşler kurabilir ve yıldızlara uzanabilirdim.    Onun gözünde benim hâlâ bir geleceğim vardı. Onun gözünde ben hâlâ astronot, piyanist, hatta opera sanatçısı bile olabilirdim. Onun gözünde ben hâlâ büyüyecek ve bir şeyler olacaktım. Çok dürüst ve masum olduğunu anladığım zaman, yaşadığım o olayın gerçekten çok güzel olduğunu fark ettim; aynı soruyu büyükannelerine ve büyükbabalarına da sorabilirdi. O kadar içtendi. Bir yerlerde okumuştum:
   "Yıllar sonra olacağım yaşlı kadın, şimdiki benden çok farklı olacak. İçimde bir başka benin varlığını hissetmeye başladım"
            Evet... siz büyüdüğünüz zaman ne olacaksınız?
                 
            Maria Santander


 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK