İbretlik Hikayeler

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.325
  • 223.688
  • 28.325
  • 223.688
# 21 Ara 2016 21:53:31
ONLAR BÖYLEYDİ
Bir kaç yil önce Süleymaniye camisinin yikilma tehlikesi içinde oldugu kesfedilmis.
Eger çözüm bulunamazsa, koca cami kisa bir zaman içinde yikilacakmis.
Caminin tüm tasiyici yükü kemerlerindeymis. Bu kemerlerin ortalarinda bulunan kilit taslari zamanla asinmis. Ama elde yazili bir proje olmadigi için nasil degistirilecegi bilinmiyormus.
Hemen Türkiye'nin en yetkin mühendis ve mimarlarindan olusan bir heyet hazirlanmis. Bir sürü fikir atilmis ortaya, her kafadan bir ses çikmis ama sonuç alinamamis.
Ülkenin en iyi bilim adamlari bu sorunu çözememis. Tartismalar sürerken caminin içinde büyük bir karmasa sürüyormus.
Ülkenin çesitli bilim kuruluslarindan bir sürü mimar, mühendis kemerleri inceliyormus.
Bu adamlardan biri ortalarda dolanirken kazara gizli bir bölme bulmus. Bölmede üzerinde eski yazi olan bir not varmis.
Uzmanlara inceletilen kagidin orijinal oldugu belgelenmis.
Bu kagit parçasi bizzat Mimar Sinan'in imzasini tasiyan bir mektupmus. Mektupta yazilanlar tercüme ettirilince söyle bir metin çikmis ortaya:
"Bu notu buldugunuza göre kemerlerden birinin kilit tasi asindi ve nasil degistirilecegini bilmiyorsunuz".
Kagitta yazilanlar bununla da bitmiyormus.
Koca Sinan kademe kademe kilit tasinin nasil degistireceklerini anlatiyormus. Heyet kademe kademe Sinan'in
söylediklerini yapmis. Süleymaniye camisi böylelikle kurtarilmis. Bu mektup simdi Topkapi Sarayi'nda saklaniyormus.

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.325
  • 223.688
  • 28.325
  • 223.688
# 21 Ara 2016 21:55:00
GÜL BABA'NIN GÜLLERİ
Fatih Sultan Mehmed'in yerine geçen oğlu ikinci Bayezıd avdan dönüyordu. Bir an önce saraya varıp
dinlenmeyi düşünürken atını durdurdu, havayı kokladı ve derin derin nefes alıp ferahladıktan sonra sordu:
"- Bu güzel kokular da nereden gelir böyle?"
Yanındaki vezirlerden biri cevap verdi:
"- Devletlü Padişahım! İstanbul kuşatmasına katılan gazilerimizden tabiat aşığı biri vardır ki, O'na Gül Baba derler. Ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyardır. Şu yamaçları güllerle ve dahi türlü çiçeklerle donattı. Bu hoş kokular O'nun bahçesinden gelmektedir."
Padişah, vezirin anlattıklarını tebessümle dinliyordu. Sözlerini bitirince kararını bildirdi:
"- Merhum babamın bu gazi askerini ziyaret etmek isterim!"
Artık yorgunluklar unutulmuştu. Gül Baba'nın kulübesine doğru yürüdüler. Kulübeye doğru yaklaştıkça gül kokuları artıyor, insanın gözü - gönlü açılıyordu. Değerli misafirlerin geldiğini gören Gül Baba koştu, onları kapıda karşıladı. Padişah, daha atından inmeden sordu:
"- Savaşta bastığı yeri sarsan, barışta oturduğu yeri gül bahçesine çeviren yiğit asker, selam sana!" Gül Baba mahçup olmuştu, güçlükle konuşabildi:
"- Sizden böyle iltifatlar görmek bizim için ne büyük şereftir Sultanım, sağolun!"
"- Sen ki, İstanbul'u fetheden ordunun bir neferi olarak şereflerin en büyüğünü almışsın Gül Baba. O büyük şerefin yanında bizim sözlerimizin hükmü mü olur?"
Gül Baba tebessümle başını öne eğerken Padişah atından indi ve Gül Baba'nın gösterdiği mindere bağdaş kurup oturdu ve O'nun kendi elleriyle pişirdiği kahveyi yudumlayıp yorgunluğunu giderdi. Sonra da şöyle bir teklifte bulundu:
"- Dilersen seni saraya alayım. Artık çalışma da yaşlılık devrini dinlenerek geçir!"
"- Sağolun Sultanım! Burada oturmak benim için daha iyi. Amma bir iyilik yapmak istersen,
şu kulübemin bulunduğu yere bir mektep - medrese yaptır ki, memleketimizin çocukları ilim - irfan öğrensinler!"
Gül Baba'nın sözleri Padişah'ı çok duygulandırmıştı. Yerinden kalkarken O'nu mutlu edecek cevabı verdi:
"- Gönlün rahat olsun Gül Baba, dilediğin olacaktır!"
Sonra bahçeyi gezdiler...
Padişah gülleri okşuyor, eğilip kokluyor ve yanındakilerle konuşuyordu. Bu arada Gül Baba da özenle seçtiği gülleri koparıp demet yapıyordu. Padişah ayrılırken O'na bir demet sarı, bir demet kırmızı gül verdi.

Padişah gülleri alıp kokladı, bağrına bastı ve atını sürüp gitti.
Kısa zaman sonra ise Gül Baba'nın kulübesi yıkıldı ve oraya büyük bir bina yapıldı. Zaman içerisinde okul oldu, hastane oldu ama hep insanlığa hizmet etti. 1868 yılında "Mekteb-i Sultani" adıyla yeni bir kimliğe bürünen
okul, Cumhuriyet döneminde de "Galatasaray Lisesi" adını aldı.
Gül Baba'nın Sultan İkinci Bayezıd'a verdiği o güzel kokulu sarı ve kırmızı güller önce bu lisenin, sonra da Galatasaray Spor Kulübü'nün sembolü oldu.
Gül Baba'nın türbesi bugün de orada, okulun bahçesindeki yeşillikler arasında duruyor ve ziyaretçilerinden fatihalar bekliyor.

Çevrimdışı linda75

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 117
  • 1.648
  • 117
  • 1.648
# 22 Ara 2016 23:15:06
“YANAN KULÜBE, KURTULAN HAYAT”

Bir gün okyanusta yol alan bir gemi kaza geçirerek battı. Gemiden tek bir kişi sağ kurtuldu. Dalgalar bu adamı küçük ıssız bir adaya kadar sürükledi.

Adam ilk günler kendisini kurtarması için Allahü Teala’ya yalvardı ve yardım bulurum umuduyla ufka baktı. Ama ne gelen oldu ne giden…

Daha sonra rüzgardan yağmurdan ve vahşi hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından ve yapraklarından bir kulübe yaptı. Sahilde bulduğu gemiden arta kalan konserve pusula gibi eşyaları bu kulübeye koydu.

Günler hep aynı şekilde geçiyordu.Balıkavlıyor pişirip yiyor ve ufku gözlüyordu. Allahü Teala’ya dua ediyordu.

Bir gün tatlı su getirebilmek için yola koyulmuştu. Döndüğünde bir de ne görsün binbir emekle yaptığı ve tek tutunduğu dal olan tahta kulübesi alevler içerisinde cayır cayır yanıyordu..
Başına gelebilecek en kötü şeydi bu. Keder ve öfke içinde donakaldı. Artık bu ıssız adada başını sokabileceği bir kulübesi bile kalmamıştı.

Bu üzüntüyle Allahım bunu bana nasıl yapabildin diye feryat etti. O geceyi üzüntü ve keder içinde geçirdi.O kadar dua ettiği halde bu olayı başına getirmesinden dolayı Allahü Teala’ya sitemler etti.

Ertesi sabah erken saatlerde adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı. Onu kurtarmaya geliyorlardı.

Benim burada olduğumu nasıl anladınız? diye sordu bitkin adam kendisini kurtaranlara.
Cevap onu hem şaşırttı hem de çok utandırdı:

“Dumanla verdiğiniz işareti gördük”

Bu hikayeden sonra sizin aklınıza bu ayet-i kerime ve hadis-i şerif gelmedi mi ?

(Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize; sevdiğiniz şey de, kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.) [Bakara 216]

(Allahü teâlâ, duanızı kabul eder. Dua ettim, hâlâ duam kabul olmadı diye acele etmeyiniz! Allah’tan çok isteyiniz! Çünkü kerem sahibinden istiyorsunuz.) [Buhari] Hadis-i Şerif(EZAN)

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.325
  • 223.688
  • 28.325
  • 223.688
# 24 Ara 2016 12:25:27
MUHTEŞEM BİR HİKAYE : GÖZ YAŞLARIYLA OKUYACAKSINIZ !!!

Okulun ilk gününde 5. sınıfın önünde dururken, öğretmen çocuklara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Ancak bu imkâns
ızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana kaykılmış
ismi Mustafa Yılmaz olan bir erkek çocuk vardı. Bayan Mediha bir yıl önce Mustafa yı izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğunu ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti. İlave olarak Mustafa tatsız olabiliyordu. Bu öyle bir noktaya geldi ki, Bayan Mediha onun kâğıtlarını büyük bir kırmızı kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (x ) yapmaktan ve kâğıdın üstüne büyük? F? (en düşük derece) koymaktan zevk alır oldu.

Bayan Mediha nın okulunda, her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi gerekiyordu ve Mustafa nın kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun hayatını gözden geçirdiğinde, bir sürpriz ile karşılaştı.

Mustafa nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:

Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli?

İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:

Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için sıkıntı içinde ve evde ki yaşamı mücadele içinde geçiyor.?

Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:

Mustafa nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evde ki yaşamı yakında onu etkileyecek.

Mustafa nın dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:

"Mustafa içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok
fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.

Bunları okuyunca, Bayan Mediha problemi kavradı ve kendinden utandı.

Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kâğıtlara sarılmış hediyeleri
getirdiğinde bile çok kötü hissediyordu. Mustafa nın hediyesini alıncaya
kadar bu böyle devam etti.

Mustafa nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kâğıdı
ile beceriksizce sarılmıştı.

Bayan Mediha onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu. Bayan Mediha pakette taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesini çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı. Ama o bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü. Mustafa, o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı.

Öğretmenim bugün aynı annem gibi kokuyordunuz.

Çocuklar gittikten sonra, Bayan Mediha en az bir saat ağladı. O günden
sonra, okuma, yazma ve aritmetik öğretmeyi bıraktı. Bunun yerine, çocukları
eğitmeye başladı. Bayan Mediha, Mustafa ya özel ilgi gösterdi. Onunla çalışırken, zihni canlanmaya başlıyor görünüyordu. Onu daha fazla teşvik
ettikçe, daha hızlı karşılık veriyordu. Yılın sonuna kadar Mustafa sınıfta
ki en zeki çocuklardan biri oldu ve tüm çocukları aynı derecede sevdiğini
söylemesine rağmen, Mustafa onun gözdelerinden biri idi.

Bir sene sonra, Bayan Mediha kapısının altında Mustafa dan bir not buldu,
ona hala tüm yaşamında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu.

Altı yıl sonra Mustafa dan bir not daha aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfında
üçüncü olduğunu ve onun hala hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu yazmıştı.

Bundan dört yıl sonra, bazı zamanlar zor geçmesine rağmen okulda kaldığını,
sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında kolejden en yüksek derece ile
mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı. Yine Bayan Mediha nın tüm
yaşamında ki en iyi ve ne favori öğretmen olduğunu yazmıştı. Sonra dört yıl
daha geçti ve başka bir mektup geldi. Bu kez fakülte diplomasını aldıktan
sonra, biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyordu. Mektup onun hala
karşılaştığı en iyi ve en favori öğretmen olduğunu açıklıyordu. Ama simdi
ismi biraz daha uzundu.

Mektup söyle imzalanmıştı,

Prof. Dr. Mustafa Yılmaz ( Tıp Doktoru)

Öykü burada bitmiyor.

Görüyorsunuz, ortaya çıkan başka bir mektup var.

Mustafa bir kızla tanıştığını ve onunla evleneceğini söylüyordu. Babasının
birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyordu ve evlenme töreninde Bayan
Mediha nın damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.

Şüphesiz Bayan Mediha bunu kabul etti. Ve tahmin edin ne oldu?

Taşları düşmüş olan o bileziği takti. Dahası, Mustafa nın annesinin süründüğü parfümden sürdü.

Birbirlerini kucakladılar ve Dr. Mustafa, Bayan Mediha nın kulağına şöyle fısıldadı,

"Bana inandığınız için teşekkür ederim, öğretmenim.

Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark meydana getirebileceğimi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim"

Bayan Mediha, gözlerinde yaslarla fısıldadı, söyle dedi,

Mustafa, yanlış şeylere sahiptim. Bir fark meydana getirebileceğimi bana
öğreten sensin. Seninle tanışıncaya dek, nasıl öğreteceğimi bilmiyordum".

Birinin Hayatında Bir Fark Oluşturmaya Çalışın

(Daha önce hiç bir gönderiyi paylaşın diye rica da bulunmadım. Ama bu gönderiyi paylaşın, paylaşın ki hâlâ insanlığın ölmediğini herkese gösterelim...)

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.772
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.772
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 24 Ara 2016 15:30:05
        Eski Türklerde cengaverler  savaşırken arkadan gelecek herhangi bir saldırıyı kontrol edebilmek için sırtlarını bir ağaca, kayaya veya taşa vererek ok atarlarmış.

        Atalarımız genelde bozkır hayatı yaşadıkları için bu sırt dayanan nesne genelde bir taş veya kaya olurmuş.

Yıllar sonra sırt dayanan taşın ismi ARKA-TAŞ dan ARKADAŞ şeklinde dilimize yerleşmiş ve bugün  güvenebileceğimiz, bizi arkadan vurmayacak olan, samimiyetine güvendiğimiz kişilere verdiğimiz isim olmuştur
Sonsuza dek arkadaş kalmak dileği ile... Tüm arkadaşlarım, iyi ki varsınız...

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.099
  • 45.143
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.099
  • 45.143
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 24 Ara 2016 20:24:57
Yavuz Sultan Selim Han zamanında çok fakir bir adam borçlarını ödeyemeyince zora düşmüş ve sabah soluğu Yavuz Sultan Selim'in yanında almış, demiş ki:
-- Sultanım, bana bir kese altın verecekmişsiniz.
Selim Han:
-- Vereyim vermesine de bir neden söyleyecek misin?
Fakir adam:
-- Ben, 63 yaşında, İstanbul eşrafından Mehmet. Ben çok zengindim sultanım. Lâkin bir süre önce başıma gelen bir musibet sonucu malımı, mülkümü, neyim varsa kaybettim. Ne ettimse kurtulamıyorum borç batağından. Dün gece herkesin yattığı o mukaddes teheccüd saatinde kalktım, iki rekat namaz kıldım, sonra koydum alnımı secdeye. "Ya Rabbi, beni eşime, çocuklarıma ve dostlarıma mahçup etme. Derdi veren de sensin, dermanı veren de." dedim ve yattım. Rüyama Resûlullâh Efendimiz sallâllahu aleyhi ve sellem geldi, dedi ki: "Ey Mehmet, niye hüzünlenirsin evladım? Yarın ilk işin, saraya git, Selim'ime selam söyle, sana bir kese altın versin. Eğer sebebini sorarsa, her gece okuduğu, benim ruhuma hediye ettiği 100 salâvatı dün gece okumayı unuttu; okumadığı salâvatlar hürmetine seni mutlu etsin." dedi. Der demez, Selim Han hemen bir kese altın çıkartıp vermiş adama ve demiş ki:
-- Ne olur, tekrar söyle! Ne dedi Habîbullah?
Mehmet amca tekrarlamış:
-- "Selim'ime selâm söyle, sana bir kese altın versin, her gece okuduğu 100 salâvatı dün gece okumayı unuttu, okumadığı salâvatlar hürmetine seni mutlu etsin." dedi, demiş.
Çıkartıp adama bir kese daha vermiş. Ama durmamış Yavuz Selim:
-- Söyle, ne olur, ne dedi Resûlullâh sallallâhu aleyhi vesellem?
Mehmet amca tekrar etmiş:
-- "Selim'ime selâm söyle..." diyerek tekrardan söylemiş Resûlullâh sallâllahu aleyhi vesellemin söylediklerini.
Çıkarıp bir kese altın daha vermiş. Ama durmamış Yavuz Selim:
-- Ne olur bi daha söyleeee, ne dedi Muhammed Mustafa sallâllâhu aleyhi ve sellem?
Adam tekrar etmiş yine. Yavuz Selim bir kese altın daha vermiş. Her kesede 100 altın var. Tam on yedi kese altın ederince tekrarlatmış.
Mehmet amcanın kucağında 1700 altın. Bir servet. Ama Yavuz Selim Han kendini kaybetmişçesine durmuyor:
-- Ne olur söyle, ne dedi Kâinatın efendisi?
Selim Han'ın nedîmi Hasancan bunu fark etmiş ve:
-- Sultanım, Mehmet amca getirdiği heber vesilesi ile mes'ûd oldu. Aldığınız haberle siz de mes'ûd oldunuz. İsterseniz Mehmet amcayı gönderelim, başı sıkıştığında tekrar gelsin, ne dersiniz? deyip adamı göndermiş.
Hasancan adamı uğurlayıp döndüğünde Yavuz Selim'i yerde secde eder vaziyette görünce ona bişey oldu düşüncesiyle omzuna dokunmuş; Yavuz Sultan Selim başını kaldırmış ki gözleri kan çanağı...
-- Duydun mu Hasancan, Resûlullâh benim için "Selim'im" demiş, duydun mu?..
-- Duydun mu Hasancan, Habibullâh benim için "Selim'im" demiş, duydun mu?.. Binlerce şükür olsun, bizi bu şerefe nail etti Rabbime Hamd olsun.
Ve devam etmiş Yavuz Selim Han:
-- Ey Hasancan, eğer sen o amcayı göndermeseydin, değil malımı mülkümü, tâcımı, tahtımı, sarayımı Resûlullâh'ın bana "Selim'im" demesine feda edecektim.

Rabbim bizleri cennette Efendimiz sallâllahu aleyhi ve selleme komşu olanlardan eylesin inşâallah.

Çevrimdışı linda75

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 117
  • 1.648
  • 117
  • 1.648
# 24 Ara 2016 23:36:22
Karınca ...

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.461
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.461
  • Müdür Yardımcısı
# 27 Ara 2016 15:52:03
Sylvester Stallone yüzünün sol alt kısmı felçli doğmuştu ve bu yüzden yamuk ağızlıdır, konuşması da düzgün değildir..
New York'a geldiğinde kimse ona aktörlükte iş vermedi..O kadar fakirdi ki köpeğiyle otobüs terminalinde 3 hafta yattı..Parası bitip köpeğini tanımadığı bir yabancıya 25 dolara satmak zorunda kaldı.. Vurduğu en dip buydu.. Bir gün Muhammed Ali'nin bir maçını izlerken Ali ona ilham kaynağı oldu ve Rocky'nin tüm senaryosunu 3 günde yazdı..
Prodüktör buldu, ona 125.000 dolar önerdiler, ama tek bir sorun vardı, filmde Rocky'yi başkası oynayacaktı.. Kabul etmedi.. Haftalar sonra ona 325.000 dolar teklif ettiler, ama yine kabul etmedi..
En sonunda onun oynamasına izin verdiler, ama 35.000 dolar teklif ettiler ve kabul etti..
Bu 35.000 doların 15.000'ini köpeğini satın alan adamı bulmak için harcadı,ve köpeğini geri aldı..Filmde oynattığı köpek Butkus kendi köpeğiydi..
Rocky filmi Sylvester'a toplamda 200 milyon dolar kazandırdı.. "Sizin olandan, Hakkınızdan ve Hayalleriniz den ASLA VAZGEÇMEYİN"

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.325
  • 223.688
  • 28.325
  • 223.688
# 28 Ara 2016 17:53:41
"
ÇOLUK ÇOCUĞU AÇ KALAN FAKİR İŞÇİ

Fakir bir işçi, bir gün işinden çıkartılır. Bunun
üzerine başka da hiçbir gelir kaynağı olmadığı
için çoluk-çocuğu arka arkaya üç gün aç ve
susuz kalır. Adam iş bulmak üzere nereye baş
vurduysa "işimiz yok" cevabı ile kapılar yüzüne
kapanmaktadır. Üst üste üç gün midelerine
hiçbir gıda girmeyen yavruların dinmeyen
ağlayışları annenin yüreğini parçalayacak
dereceye gelir. Çaresizlikler içinde durumu
kocasına açar: "Bey, görmüyor musun?
Açlıktan yavrularımızın yüzleri sarardı ve
bağırsakları eridi. Hadi biz neyse dayanırız,
ama onlar bu kadarına tahammül edemezler;
bu sefaletimizin sonu ne olacak; bir şey
düşünmüyor musun?" dedi.
Adam düşünceden önce eğilmiş başını eşinin
yüzüne doğru kaldırarak ona der ki;
"Karıcığım, günlerdir başvurmadığım kapı
kalmadı. Piyasaya göre en düşük ücret
karşılığında iş aradım, tek bir kerrecik olsun
karnınızı doyurabileyim diye; olmadı. Kimse
bana iş vermiyor. Yavrularımın açlıktan
erimeye yüz tutan ciğerleri benim de yüreğimi
parçalıyor. Ama anlıyor ve görüyorsun ki,
elimden bir şey gelmiyor." Bu sözler üzerine
kadın kocasına der ki: Öyle ise şu benim
gelinlik günlerinden kalma başörtümü götür
sat; ne kadar tutuyorsa bir şeyler al getir de
hele bir kereliğine şu yavrucağızların karnını
doyuralım; sonrasına, kulların rızkını veren
cömert Allah (c.c.) kerimdir. Elbette bize
hayırlı kapı açar."
Adam utançtan yüzü kızararak ve düştüğü
acıklı, çaresizliğin ıstırabını ruhunun
derinliklerinde duyarak, karısının gelinlik çeyiz
sandığından çıkarıp getirdiği hiç
kullanılmamış başörtüsünü alır ve satmaya
yollanır. Başörtüyü o zamanın parasıyla ancak
iki dirheme satabilir. Aldığı para ile yiyecek bir
şeyler satın almaya giderken yolun üstünde bir
dilenciye rastlar; adam gelip geçenlere şu
sözlerle yalvarmaktadır: "Allah rızası ve
peygamber aşkı için boş geçmeyiniz. Allah'ın
hoşnutluğunu kazanmak karşılığında bana
yardım etmek isteyen yok mu? Dünyada hiçbir
şeyi olmayan kelimenin tam manasıyla muhtaç
bir kimseyim."
Adam dilenciye sokulur karısının gelinlik
başörtünü satarak aldığı ve günlerdir açlıkla
boğuşan yavrularının bir öğünlük yiyeceğine
ödeyeceği iki dirhemi, olduğu gibi cebinden
çıkarır zavallı dilenciye verir. Şimdi eli boş eve
dönmekten gerçekten utanmaktadır; çemberin
parası ne oldu diye sorduğu zaman karısına
ne cevap verecek. Kadıncağıza nasıl
"Çemberine iki dirhem verdiler; onu da ilk
rastladığım dilenciye verdim; adamın
yalvarmalarına dayanamadım" diyebilecekti.
Bu düşünceler içerisinde camiye varıp akşam
namazını kıldıktan sonra çöken akşam
karanlığılı ile birlikte ve bomboş ellerle yine
evine döndü. Karısı ve çocukları sabırsız
bakışlarla bir şeyler getirecek diye yolunu
gözlüyorlardı.
Geç de kalınca her halde iyi bir şeyler getirecek
diye sevinmişlerdi. Adam ümitsiz bir halde ve
hep önüne bakarak kapıdan içeri girince kadın
şaşakalır ve o akşam da aç kaldıklarını anlar
yavrular da boşa giden ümitlerinin arkasından
kim bilir kaçıncı kere hep bir ağızdan artık
açlıktan kısılmaya yüz tutmuş zayıf bir sesle
ağlamaya başlarlar. Kadın hem kızgın ve
hemde şaşkın bir ifade ile kocasına
.başörtüsünü ne yaptığını sorar.
Adam herşeyi olduğu gibi anlatarak başörtüyü
sattıktan sonra yiyecek bir şeyler almaya
giderken yolda rastladığı dilenciye elindeki iki
dirhemi verdiğini karısına söyleyeverir. Kadın
işin iç yüzünü öğrenince üstün bir sabır ifadesi
takınarak kocasına şöyle der: "Başörtünün
parasını madem ki Allah yolunda verdin; O ulu
ve zengindir; gösterdiğin cömertliğin
karşılığında bize dilediği anda karşılığını
vermek gücüne fazlasıyla sahiptir. Sen yine en
iyisini yaptın; bakalım önümüze hangi kapı
açılacaktır."
Sabahleyin kadın, kocasına bu defa yine baba
evinden getirdiği bir duvar saatini verir, "şimdi
de bunu satmaya götür ve karşılığında eline
geçen para ile eve yiyecek bir şeyler getir" der.
Ertesi gün adam, çarşının her tarafını gezerek
saati satmaya çalışır. Fakat hiçbir müşteri
bulamaz. Yorgun argın ve yine ile boş gideceği
için üzgün bir halde eve dönerken bir balık
satıcısına rastlar. Adam avazının çıktığı kadar
yüksek bir sesle "balık, balık var, balık" diye
bağırıyor. Fakat elinde son olarak kalan iki
balığa müşteri bulamıyordu.
Adam, balıkçıya sokulur ve ona der ki, "Şu
saat benim işime, o balıklar da senin işine
yaramaz; öyleyse sen bana elinde kalan iki
balığı ver; ben de sana karşılık olarak şu saati
vereyim." Müşteri ayartmak için sabahtan beri
bağıra bağıra sesi kısılan balıkçı, adamın
teklifini kabul eder, balıkları verir, karşılığında
saati alarak oradan uzaklaşır.
Günlerden beri ilk defa eve yiyecek bir şey
götürebileceği için ölçüsüz derecede sevinen
adam, balıkları kapar kapmaz hızla evinin
yolunu tutar. Babalarının yiyecek bir şey
getirdiğini gören çocuklar neşe ile birbirlerine
sarılırlar. Kadın balıkların içini temizlemek
üzere mutfağa girer. Az sonra gördüklerinin
karşısında şaşkına dönerek kocasını çağırır.
Balıklardan birinin karnından bağırsak yerine
parlak ve iri bir inci çıkmıştır.
Adam inciyi alır; bir kuyumcuya koşar.
Kuyumcu incinin benzersiz değerde bir
mücevher olduğunu, kendilerine sattığı taktirde
karşılığında ondörtbin dirhem ödemeye hazır
olduğunu söyler. Adam artık anlar ki kötü
talihi değişmiştir. Çektiği ağır sıkıntılar artık
son bulmuş, Allah ona nimet kapılarını
açmıştır. İnciyi satarak kuyumcudan uça uça
evine yönelir. Olup bitenleri karısına anlatınca
bütün ev neşeye gömülür ve hepsi bir ağızdan
kederlerini gideren Allah'a ölçüsüz şükürler
ederler.
Tam bu sırada kapıya gelen bir dilencinin sesi
duyulur. Adam dua ve yalvarmalar içinde
içeriye şöyle seslenir. "Ey hane halkı, esirgeyici
Allah size bağışladığından bana da verin."
Adam hemen kapıya çıkar dilenciye der ki:
"tam şu anda Ulu Allah (c.c) hiç
beklemediğimiz bir şekilde ve içinde günlerce
kıvrandığımız bir açlığın sonunda on dört bin
dirhem bağışlamıştır. Madem ki sen Allah
rızası için Allah'ın bağış ettiğinden pay
istiyorsun dur bekle; bu paranın yarısını sana
getireyim. Kalan yarısı da bizim olsun."
Kendisine ilk ağızda yedi bin dirhem
kazandıran bu taksime fazlasıyla memnun
görünerek razı olan dilenciye paranın yarısını
getirmeye giden ev sahibi kapıya dönünce
dilencinin orada olmadığını görür; sağı solu
iyice araştırdıktan sonra her nedense adamın
çekip gittiğini anlar.
Ev sahibi bütün keder ve sıkıntılardan sıyrılmış
bir rahatlık içinde yatağına uzanınca
rüyasında kapıdan kaybolan akşamki dilenciyi
görür, ona neden parayı beklemeyerek
kaybolduğunu sorunca şu cevabı alır; "ben
herhangi bir dilenci değildim; Allah'ın
meleklerinden biriydim, hayırseverliğini ve
Allah rızasına bağlılık dereceni ölçmek üzere
insan kıyafetine girerek o anda kapına geldim,
beni bizzat Ulu Allah (c.c) seni son bir defa
daha deneyerek dereceni yükseltmek için evine
gönderdi. Geçen akşam karının başörtüsüne
karşılık eline geçen iki dirhemciği çocuklarına
yiyecek almaya giderken verdiğin dilenci de
yine bendim. Gönül rahatlığı ile o iki dirhemi,
Allah rızasını kazanayım diye bana verince Ulu
Allah (c.c) sana o inciyi bağışladı. Bu
akşamki ölçüsüz cömertliğinin karşılığında da
öbür dünyanın eşsiz zenginlikteki Cennet
nimetleriyle kavuşacaksın."
Ne mutlu senin gibi Allah rızasını en sıkışık
durumlarda bile baş gaye bilen bahtiyar
müminlere..

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.325
  • 223.688
  • 28.325
  • 223.688
# 29 Ara 2016 21:42:12
MUTLAKA OKUYUN

İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir anneleri vardı. Her gece kardeşlerden biri annenin hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allah Teâlâ'ya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allah Teâlâ'ya ibâdet kardeş, yaptığı ibâdetten, duyduğu hazdan dolayı kardeşine:
- Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim, dedi.
- Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüya gördü.
Rüyasında bir ses ona:
- Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık, deyince genç:
- Ben Allah Teâlâ'ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi.
Ses ona:
- Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız yok. Fakat, kardeşinin annene yaptığı hizmetlere annenin ihtiyacı vardı, karşılığını verdi.

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.099
  • 45.143
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.099
  • 45.143
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 30 Ara 2016 17:18:53
Ya şimdi kabirde olsaydım. :'(
Toprak üstümü az önce örtmüş olsaydı mesela…
İlk günüm, ilk gecem nasıl geçerdi?
Çocuklarım gelir miydi aklıma?
Ya da eşim….
Hiç bitmeyecek sandığım, bensiz yürümeyecek sandığım işleri kim yapar,kim yoluna koyardı?
💧
Hergün düşündüğüm yavrularım ve onlar için cırpınışlarım dualarımı kim yapacaktı.
💧
Evim, eşyalarım, yatağım, sandığım, ayakkabılarım benden sonra kime kalır, kim sahiplenirdi?
💧
Ya pişmanlıklarım…
“Ölen her insan pişman olacaktır” buyuruyordu Rasulümüz.
💧
“Müminlerde mi ya Rasulallah ?”
diye soran ashabına,
“Evet, onlar da dudaklarının
Allah adıyla ıslanmadığı her an için pişman olacaktır” diye cevap veriyordu...
💧
Müslümalığım geldi sonra aklıma.
Ahhh!
Bu ne acı bir pişmanlıkmış meğerse.
💧
İşlerimin arasına sıkıştırdığım,
şöyle uzun uzadıya kılamadığım namazlarım.
İşler yetişmez korkusuyla hızlanan secdelerim,
rükûlarım….
💧
İşler çabuk bitiyormuş demek,
bir nefeslikmiş hepsi…
Yok yok, ebedi arkadaşımın kıymetini hiç bilememişim ben. Ona ne çok vefasızlık etmişim.
Onunla neden daha çok zaman geçirmedim?
Çok samimi olamadım.
Halbuki ne çok faydası olurdu şimdi bana. Yan yan bakıp geçmezdi ızdırabıma….
💧
Geri dönesim geliyor!
İçime sindire sindire namaz kılasım, içermiş gibi kuran okuyasım geliyor...
💧
Rafta hep gözümün önünde duran kur'an-ı m…
Her an beni mahsunca süzen kur'an-ı m…
Ne zaman okuyacak olsam, hep bir engel çıkardı,yapacakbirşeyler gelirdi aklıma...
💧
Arasıra okuduğum iki sayfayla tüm sorumluluğu üzerimden attım sanırdım…
💧
Yüzümde bir sivilceden kalan lekeyi dert ederiz...
Oysa buraya girer
girmez, bedende hızlı bir çürüme başlıyor...
Toprak ezelden beri beni bekliyormuş sanki...
Sıkıyor,sıkıyor… Kemiklerimin kırıldığını,iç içe geçtiğini çıtırtıları duyar gibi oluyorum...
Allahım! çok yalnızım korkuyorum…..
💧
Koca bir ömrü nasıl heba ettim.
Oysa yapabileceğim ne çok şey vardı…
💧
“Onlar orada: Rabbimiz! Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım! diye feryad ederler.
Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? 💧
Size uyarıcı da gelmedi mi?
(Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın (azabı)! Zalimlerin yardımcısı yoktur.”(Fatır suresi 37)
Bu ayet dünyadayken beni ne çok etkilerdi.
💧
Ama neden gereğini yapmadım?
Neden şimdi elimdekiler bu kadar az?
💧
Küskünlüklerim,
kızgınlıklarım,
kıskançlıklarım,
sahip olamadıklarıma hayıflanmalarım…
💧
Ne kadar boş,ne kadar gereksizmiş…
Aldırmam sanırdım ama,“Ne derler” sözünü beynime mıhlamıştım sanki.
Kınanmaktan çok korkarmışım meğer…
💧
Biliyorum ardımdan iyi konuşan da olacak.
”Güleryüzlü,
tatlı dilliydi” diyecekler.
💧
Bir zaman sıkça, daha sonra arada düşeceğim akıllarına.
😪
Ama sonra…
En yakınım bile unutacak.
Bir arefe, birde bayram günlerinde hatırlanacağım.
Yüzüm, sesim unutulacak.
Ellerim gözlerim unutulacak….
💧
Tek “O” unutmayacak,ufak tefek yaptığım herşey amel defterimde. Kabir bana mesken,
kabir bana kucak,belkide korkunç bir mahzen olacak….
💧
Evim,yurdum,günüm gecem burası artık
💧
.Dünyaya açılan bütün kapılar kapandı.
Yalnızlık,yapayalnızlık sardı dört bir yanımı
.Pişmanlık bana hakim olan tek duygu şimdi…
💧
Saniyelerdir verirsem geri alamam diye tuttuğum nefesi,büyük bir telaşla verdim.
💧
Yaşadığıma inanmak için aynaya koştum.
Gözlerim kıpkırmızı, yerinden fırlamış sanki.
Çok şükür yaşıyorum.
Hâlâ zamanım var….
Bir nefeslik bile zamanım varsa en azından bir SUBHANALLAH diyebilirim.
👏
Eğer önümde yaşanacak daha uzun yıllar varsa, neler neler yapılmaz ki şu hayatta…
🏃
Namaz, önce namaz....
Önce namaza basla..
Saril Kur.an'a ...
Dikkat et..
Helal lokma...
Kul hakkina....
Ögren
dinin inceliklerini..
💫
Biat et SAHIBI ZAMANA...💫
Dahasi...
Varmi kirdiklarin....?
Gönül al,
hic durma...
Kirdilarmi seni....?
Bosver aldirma...
Sen gayret et iyilik yapmaya...
Her isinde soyle...
Bismillah....
Düsürme dilinden..
Laa ilahe illallah...
Muhammedun Rasulullah....

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.772
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.772
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 02 Oca 2017 16:54:40
Taklitçiler
Mimar Sinan’ı kıskanan bazı mimarlar, onu zaman zaman Kanuni Sultan Süleyman’a çekiştirmeye ve onun yaptıklarını biz de yapardık, demeye başlarlar.

Vaziyeti anlayan Hükümdar, bir gün Mimar Sinan da dâhil, hepsini huzurunda toplar ve Sinanı çekiştiren mimarların önüne birkaç tane küçük bilye koyarak onlardan, bu bilyeleri üst üste koymalarını ister.

Fakat bilyeler hiç üst üste durur mu? Çaresiz kalır, hiç biri yapamazlar. Bunun üzerine padişah, Mimar Sinana döner ve Şimdi sen yap bakalım Sinan, der. Koca mimar, hemen parmağındaki yüzüğü çıkarıp yere koyar, üstüne de bir bilye koyar. Bir yüzük, bir bilye daha bir yüzük, bir bilye daha. Bilyeler üst üste konmuştur. Kıskanç mimarlar hemen itiraz ederler: Aaaa! Bunu bizde yapardık sultanım. O zaman sultan, onlara hak ettikleri cevabı verirler: daha önce yapsa idiniz ya. O, Orijinalini yapar, siz taklidini yaparsınız.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.772
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.772
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 03 Oca 2017 16:21:54
Bir hanımefendi anlatıyor:

1919 yılı idi. İstanbul baştan aşağı İngilizlerin işgali altındaydı .

Liseyi yeni bitirmiştim. Güzel bir kızdım. Dünür gelmeye başladılar.

Biri avukatmış, gösterdiler uzaktan, boylu poslu yakışıklı bir delikanlıydı, beğendim. Nişanlandık. Nişanlımı seviyordum. Mutlu bir yuva kurmak hevesi ile lamba ışığının altında sabahlara kadar oyalar örüyor, çeyizler
hazırlıyordum. Ama çok geçmedi ki, mahallede bir dedikodu yayıldı. (Ayşe’nin nişanlısı avukat değilmiş, ipsizin biriymiş, üstelik cami önlerinden tabut taşıyarak karnını doyuruyormuş..) dediler.

Alt üst oldum. Babam götürdü, uzaktan izledik, gerçekten de tabut taşıyordu…Yıkıldım. Nişanı atıp, ayrıldık.
Aradan 5 yıl geçti. Evlenmiştim, Bir de çocuğum olmuştu. 1924 yılıydı. Artık ülkemiz özgürdü. Bir gün Beyoğlu’nda rastladım O’na. Oğlum yanımdaydı. Beni görünce titredi, çeketini düğmeledi. Saygı göstererek durdu önümde.

– Vaktiniz varsa size bir çay ikram etmek isterim, dedi.

– Olur, dedim. Bir büroya girdik. Burası bir bürosuydu ve kapıda adı yazıyordu. İçeride yardımcıları çalışıyordu.
– Siz gerçekten avukat mısınız? dedim.

– Evet, dedi.

– Peki, avukatsınız da neden cami önlerinden tabut taşıyordunuz? diye sordum.

Durdu, başı öne eğildi.

– Beni affedin , dedi. İstanbul işgal altındaydı, Her taraf İngiliz askeri kaynıyordu. Her şeyi didik didik arıyorlardı. Biz de Anadolu’ya, Milli kuvvetlere ancak, cenaze süsü vererek tabutlarla silah kaçırıyorduk.

Bu ülke için yaşamsal bir işti. Bunu size bile söyleyemezdim!…

Çevrimdışı linda75

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 117
  • 1.648
  • 117
  • 1.648
# 04 Oca 2017 08:29:23
Ulu bir kavak agacinin yaninda bir kabak filizi boy göstermis. Bahar ilerledikçe bitki kavak agacina sarilarak yükselmeye baslamis. Yagmurlarin ve günesin etkisiyle müthis hizla büyümüs ve neredeyse kavak agaciyla ayni boya gelmis.

Bir gün dayanamayip sormus kavağa:

“Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?”
10 yilda” demis kavak

10 yilda mi?” diye gülmüs ve çiçeklerini sallamis kabak

“Ben neredeyse 2 ayda seninle ayni boya geldim bak!”

“Dogru” demis agaç “dogru”

Günler günleri kovalamis ve sonbaharin ilk rüzgarlari basladiginda

Kabak önce üsümeye sonra yapraklarini düsürmeye, soguklararttikçada asagiya dogru inmeye baslamis.

Sormus endiseyle kavaga:
“Neler oluyor bana agaç?”

“Ölüyorsun” demis kavak
“Niçin?”

“Benim on yilda geldigim yere sen iki ayda gelmeye çalistigin için
............................. ............................. .................
 

İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek birbirlerine zekâ gösterisi yaparlardı.
Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynisi üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.
Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komsu ülke hükümdarına gönderildi.
Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.
Söyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: ..
“-Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynisi gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver.”

Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler.

Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akilli ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.

Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.

Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı. İkinci heykele de ayni işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı. Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu.

Hükümdar heykelleri gönderen komsu hükümdara cevabi yazdı:

“Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim.”….

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.772
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.772
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 04 Oca 2017 22:39:29
Adam, avlanmanın son derece yasak olduğu, yakalanınca çok yüklü para cezalarının kesin uygulandığı milli parkta, göl kenarında, kucağında kocaman bir balık ile parkın polis müdürüne yakalanmış Polis müdürü adama sormuş;  “Avlanma izniniz var mı?..”
“Yoook !..” demiş adam,” Ayrıca gerek de yok !.. Çünkü bu balığı ben evimde besliyorum.. Her gün buraya gelip gölde bir müddet yüzdürüyorum.. Islık çalıyorum dönüp geliyor, alıp eve götürüyorum !?..”
“Tamamen palavra” demiş polis müdürü, ” Balıklar bu dediğinizi asla yapamaz !.. Elinizdeki suç delili bu balıkla birlikte sizi şimdi hakim karşısına çıkartmak zorundayım !..”
“- İnanın bu gerçek efendim.. İsterseniz göstereyim !..”
“Tamam.. Görelim bakalım hadi !?..”
Adam balığı gölün derin sularına bırakmış, aradan birkaç dakika geçmiş, polis müdürü adama dönüp ” Evet” demiş..
“- Evet ne ?..” demiş adam ..
“Ne zaman geri çağıracaksın !?.. ”
“- Neyi!?.. ”
“Neyi olacak !?..Balığı !…”
“- Hangi balığı

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK