Hey gidi günler.
İlkokula giderken sanki Atatürk'ün daha bir kokusu vardı. Bütün millet istisnasız onu sevmek kuralmış gibi sever sanırdım.
Tebeşir kokan sınıflarımızın camlarında her 23 Nisan'da bayraklar olurdu. Fişlerimiz vardı, Ufak, ufak hecelerine ayrılmış. Sanki Cumhuriyet hep o gün kurulmuş gibi taze gelirdi.
Okulun bir anlamı vardı. Tavuk kümesinden hiç eksik olmayan tavuk sesleri betimlemesi ile duvarlarını yıktığımız, kapılarını tekmelediğimiz okulumuz vardı. Öğretmeni görünce titreyen dizlerimizin bir anlamı vardı. Hatta burnumuzdan akan sümüğün, öğretmenlerden yediğimiz dayağın bile. İlkokulda poposuna tekme yerken bir kez olsun bile altına kaçırmayan var mıdır? Bilmiyorum.
Ben kaçırdım mesela.
Ama olsun, güzel günlerdi o günler.
Cumhuriyet bayramı kutlamaları sırasında avaz avaz bağıran o cadı kızın sesine rağmen bile. En büyük derdimiz neydi sahi?
Ahmet'in silgimizi izinsiz alması mı? Yoksa beden derslerinde kaleye geçirilmek mi?
Biziler çöp kovasının başında kalem açarken, ilk defa keşfetmiştik dedikodunun ne olduğunu.
Birde aşkın. Evet aşkın.
Defterimizin en temiz sayfasından yırtıp, belkide o güne kadar yazabileceğimiz en güzel yazılar ile yaptığımız ilanı aşklarımız vardı.
Birde onları taşıyan çöpçatanlarımız. Şimdilerde onlara kanka diyorlar tabi. Sahi kanka nedir ya? Yazarken bile otomotik düzeltme altını çiziyor.
Büyüdük be dostum.
Büyüyünce anladık ki Atatürk ölmüş. Bize onun diri olduğunu öyle bir anlattılar ki; o anlatanlar susunca öğrendik, Meğer Ata ölmüş.