İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı Gül Rengi

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.942
  • 47.513
  • 2.942
  • 47.513
# 02 Kas 2015 10:12:34
Bir profesör sosyoloji sınıfındaki öğrencilerini Baltimore şehrinin kenar mahallelerine göndermiş ve o bölgede yaşayan 200 erkek çocuğunun durumlarını araştırmaları ve her bir çocuğun geleceği hakkında bir değerlendirme yapmalarını istemişti.Öğrenciler, hemen hepsi bu çocukların gelecekte hiçbir şanslarının olmadığını dile getirmişlerdir.Bundan tam yirmi beş yıl sonra bir başka sosyoloji profesörü tesadüfen bu çalışmayı buldu ve öğrencilerden bu projeyi sürdürmeleri ve aynı çocuklara ne olduğunu araştırmalarını istedi.Öğrenciler o bölgeden taşınan yada ölen 20 çocuk dışındaki 180 çocuktan 176’sının olağanüstü bir başarı gösterip avukat doktor yada iş adamı olduklarını ortaya çıkardılar Profesör çok etkilenmişti ve bu konuyu izlemeye karar verdi. Birer yetişkin olan o çocukların hepsi o bölgede yaşadıkları için her biriyle buluşma şansı oldu “o koşullarda nasıl bu kadar başarılı oldunuz?” sorusuna verdiği cevap hep aynıydı…mahalle okulunda bir öğretmenimiz vardı onun sayesinde. Profesör bu öğretmen i çok merak etmişti hala hayatta olduğunu öğrendiği yaşlı öğretmenin izini bulması zor olmadı kendisini ziyaret etmek için evine kadar gitti. Karşısında yılların yüzüne eklediği kırışıklara rağmen hala dinç duran bir yaşlı kadın buldu.Merakla yaşlı kadına bu çocukları kenar mahallelerden kurtarıp başarılı birer yetişkin olmalarını sağlamak için kullandığı sihirli formülün ne olduğunu sordu.”Yaşlı öğretmenin gözleri parladı ve dudaklarının kenarında bir gülümseme belirdi: “çok basit” dedi
BEN O ÇOÇUKLARI ÇOK SEVDIM.....

Çevrimdışı mozay

  • Üye
  • *
  • 11
  • 33
  • 11
  • 33
# 02 Kas 2015 21:15:43
Sünnet Akçesi
Sultan Abdülmecid zamanında adamcağızın birisinin büyük miktarda borcu varmış. Elini neye atsa ters gidiyor. Zeyrek civarında, evine yakın bir dergaha gitmiş. Namazdan sonra Şeyh efendi, bu yabancıyı yanına çağırmış ve halini sormuş. O da:

"Efendi hazretleri, gırtlağa kadar borç içindeyim, neye elimi atsam kuruyor. Ne olur himmet!" demiş. Şeyh efendi:

"Evladım, sabah namazını 40 gün Yenicami'de kıl. Camiye gidip gelirken de 1000 adet istiğfar oku. Göreceksin, kırkıncı gün ne sıkıntın kalacak ne bir şey..."

Adam ertesi sabah başlamış. Tam 39 gün sabah erkenden Yenicami'ye namaza gitmiş. Kırkıncı gün sabah ezanı okunurken uyanmış, fakat Yenicami'ye nasıl yetişecek? "Eyvah. Bunu da mı berceremeyeceğim?" telaşıyla fırlamış. Abdest alıp, giyinip sokağa fırlamış. Koşturmaca esnasında biriyle çarpışmış. Başındaki fesi de yere düşmüş. Adamın gözü bir şeyi gördüğü yok. Karanlıkta kapmış yerden fesi, koşuşturmuş camiye. Ucu ucuna yetişmiş. Namazdan sonra da heyecanla, aşr-i şerifi de beklemeden çıkmış avluya. Kapı önüne oturmuş. Kendine kendine:
"40 namazı tamamladık. Bakalım denilen olacak ve ben rahatlayacak mıyım?" diye düşünmeye başlamış. Bir de ne görsün. Camiden çıkan insanlar büyük bir memnuniyet ifadesiyle bu adamcağızın önüne çil çil altınlar atmaya başlamazlar mı? Adam şaşkın. Altınları toplamış, saymış, tam borcuna yete cek kadar çıkmış. Kalkmaya hazırlanırken müezzin sokulmuş:
"Allah Müslümanlığını kabul etsin. Hak Dini seçmişsin. Sünnetliğini de topladın. Ancak bundan sonra bu başındakiyle namaza gelme. Başına fes giy" demiş. Adamcağız elini başına atmış ki... Bir de ne görsün? Başında papaz külahı.
Meğer namaza koştururken çarptığı bir papazmış. O esnada ikisinin de başındaki düşmüş. Bizimki kırkıncı sabahın hayaliyle acele edip, yerden eline geçirdiği papazın külahını kapmış yerden. Cami cemaati de, o adamcağızın başına bakıp bir papazın Müslüman olduğunu sanmışlar. O devirde adet, yeni müslüman olanlara teşvik için altın verilir ve buna "sünnet akçesi" denirmiş.

Çevrimdışı sebocan

  • Yönetim Ekibi
  • *****
  • 32.871
  • 512.414
  • 32.871
  • 512.414
# 05 Kas 2015 17:41:55
Bir gün efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) Hz.Ali’ye sorar;
- Ya Ali Allah’ı seviyor musun?
- Evet, Ya Resulullah
- Peki, beni seviyor musun?
- Evet, Ya Resulullah.
- Peki, eşini seviyor musun?
- Evet, Ya Resulullah.
- Peki, çocuklarını?
- Evet, Ya Resulullah.
- Peki, bunların hepsini bir
kalpte nasıl yapıyorsun?
Hz. Ali beklemediği bu soru karşısında şaşırmış ve cevap verememişti. Bunu düşünmem gerek diyerek oradan ayrılmıştı. Hz. Ali düşünceli bir şekilde dolaşırken eşi Hz. Fatıma düşünceli olduğunu fark ederek sorar.
“Nedir bu halin ya Ali? der. Eğer bu düşünceliliğin dünyevi kaygılardan dolayı ise sana yakışmaz, bırak gitsin. Yok, bu halin Rahmani kaygılardan dolayı ise anlat birlikte çözüm bulmaya çalısalım" der.
Hz. Ali, efendimizle gecen konuşmayı bir bir Hz. Fatıma’ya anlatır. Hz. Fatıma durumu öğrenince tebessüm eder. Hz Aliye der ki;
"Ya Ali babama git ve de ki; Kişi Allah’ı aklıyla ve ruhuyla
sever, Peygamberimizi kalbiyle sever, Eşini nefsiyle sever, Çocuklarını şefkatiyle sever."
Hz. Ali aldığı bu cevap karşısında memnun olur ve Efendimizin yanına gelir. Hz. Fatıma'dan öğrendiklerini Efendimize anlatır. Efendimiz cevabını alınca tebessüm eder. Ve der ki;
"Ya Ali bu bana getirdiğin gül, nübüvvet ağacından koparılmıştır"

Çevrimdışı Gül Rengi

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.942
  • 47.513
  • 2.942
  • 47.513
# 07 Kas 2015 08:17:11
Öğretmen mezun olmak üzere olan öğrencilerine okulun son günü son bir ders daha vermek için tahtaya geçiyor. Tahtaya kocaman (1) bir rakamı çiziyor.

- Bu bir rakamı sizin kişiliğinizdir. Uzun emekleriniz, çalışmalarınız sonunda bugün mezun olmayı başardınız.

Sonra (1) birin yanına bir (0) sıfır koyuyor:

- Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1) biri (10) on yapar.

Bir (0) sıfır daha koyuyor:

- Bu, sıfır da okul sonrasında yıllar içinde oluşacak tecrübedir. (10) on iken (100) yüz olursunuz. Hayatın akışında yetenek, disiplin, sevgi, saygı… Sıfırlar eklenip böyle uzayıp gider: Eklenen her yeni (0) sıfır kişiliğinizi (10) on kat zenginleştirir.

Öğretmen sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1) biri siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor ve öğretmen dersin son sözünü söylüyor:

- Kişiliğiniz yoksa veya kişiliğinizden ödün vermişseniz sahip olduğunuz tüm özelliklerin bir anlamı kalmaz.
   

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.324
  • 223.680
  • 28.324
  • 223.680
# 07 Kas 2015 09:15:47
HER DOĞRU HER YERDE SÖYLENMEZ
Zamanın birinde, hali vakti yerinde bir adamın, bir oğlu varmış.
Oğlunu medreselerde okutup iyi bir makam sahibi yapmak istemiş.
Oğlu medrese çağına gelince, onu Konya’da en güzel medreseye gönderir. Oğlu bir kervanla epey bir yolculuktan sonra Konya’ya varır. Medreseye gider, kaydını yapar, okula başlar.
Amacı dört yıl okuyup bir kadı olarak mezun olmaktır.
Okulun en çalışkan öğrencisi olmayı başararak, bütün hocalarının dikkatini çeker. Fakat üç yıl dolduktan sonra, evine eönmek gitmek ister. Bir yıl daha kalmak istemez.
O zamanlar bir öğrenci isterse üç yılda mezun olabiliyordu. Daha yükseği okumak için isteyen dördüncü yılı ilaveten okumak zorundaydı.
Genç adam hocasına gider, diplomasını ister, gitmek istediğini söyler. Hocası, çalışkan ve zeki gencin bir yıl daha okuması için ısrar eder:
“Evladım, beni dinlersen bir yıl daha kal! Kadı olmak istediğini söylemiştin, ama kadı olmak isteyen birinin dört yıl okuması faydasınadır. Çünkü bu son yıl mesleki siyaset dersi göreceksin. Ve bu ders mesleğin için çok önemli...” der.
Genç kabul etmez:
”Artık memleket hasretine dayanamıyorum, diplomamı hazırlayın gideyim!” diye cevap verir.
Hocası, genci ikna edemeyeceğini anlayınca, daha fazla ısrar etmeden diplomasını hazırlatır, verir.
Genç adam, hocalarıyla, arkadaşlarıyla vedalaşarak yola çıkar.
Bir Cuma sabahı, bir köyden geçerken, hem dinlenmek, hem de cumayı kılmak için köyde mola verir. Caminin şadırvanına abdestini alır, Camiye girer. Etrafına bakar, bir köşede kendine yer bulur ve oturur.
Kürsü de bir vaiz heyecanla dini nasihatler verdiğini görünce merakla vazie kulak verir, cemaatle birlikte pür dikkat vaizi dinlemeye başlar.
Vaizin söylediklerinin hemen hepsi tamamen kulaktan dolma, yalan yanlış şeyler olduğunu görünce, dayanamaz ayağa kalkar:
“Hocam, anlattığınız konu öyle değil, böyledir!” diye vaizin anlattıklarını düzeltir.
Vaiz, genç adama şöyle bir bakar, içinden:”Nerden çıktı bu adam!” diye söylenip, kafasını sağa sola sallar, konuşmasına devam eder.
Cemaat, hocalarını yalancı çıkaran gence dönüp öyle bakarla ki, nerdeyse ayaklanıp dövecekler…
Vaiz cemaati uyararak, kendisini dinlemelerini söyleyince cemaat tekrar hocalarını dinlemeye koyulur.
Vaiz başka bir konuyu anlatırken, genç yine ayağa kalkar:
”Hocam, yanlış anlatıyorsunuz. O konu öyle değil, böyledir!” der.
Hocalarını çok seven cemaat ayaklanmış, ama vaiz tekrar hepsini yerine oturtmuş:
”La havle…” çekerek anlatmaya devam etmiş.
Genç üçüncü defa, ayağa kalkmış:
” Yanlış anlatıyorsunuz, insanlara yanlış bilgiler veriyorsunuz.” Deyince hocalarını çok seven cemaat, genç adamı dışarı çıkarıyorlar. Dışarıda, iyice hırpaladıktan sonra boş çuval gibi caminin avlusuna bırakıp içeri giriyorlar.
Genç adam, bir süre sonra kendine gelir, bakar ki, bütün elbiseleri yırtılmış, her tarafı kan revan içinde…
“Ben yanlış bir şey yapmadım. Vaiz yalan yanlış vaiz veriyordu. Ve ben de bunu düzeltmek istedim. İyi ama cemaat neden beni bu hale getirdi?” diye düşünürken, hocası aklına gelir.
“Mesleki siyaset dersini de gör sonra git!” demişti.
Kalkar, zar zor atına biner, geri medreseye gider. Hocasının yanına çıkar, bir yıl daha okumak istediğini söyler.
Hocası, kabul eder ve eğitimine devam eder.
Bir yıl sonra, tekrar diploması düzenlenir verilir ve yola çıkar. Aynı köye bir cuma günü gelir. Yine içeri girer. Cemaat aynı cemaat, vaiz aynı vaiz ve yine dayanaksız bilgilerle vaaza devam ediyor.
Genç adam bu sefer hazırlıklıdır, bir yıl mesleki siyaset dersi okumuş, ne yapacağını gayet iyi biliyor.
Vaiz her yeni bir konuya girince, genç adam ayağa kalkıyor:
”Hocam ne güzel anlatıyorsunuz, ağzınızdan bal akıyor, helal olsun!” diye yüksek sesle övgüler yağdırıyor.
Vaiz genç adama bakar, tanıyacak gibi olur, ama çıkaramaz. Cemaat, hocalarına övgü yağdıran genç adama hayran hayran bakarlar.
Genç adam üçüncü bir övgüden sonra vaize yaklaşır:
”Hocam izin verirseniz yanınıza gelmek, sizin gibi mübarek bir insanın yakınında oturmak isterim!” der.
Vaiz olanların hayre alamet olmadığını hisseder. Fakat yapacağı bir şeyin olmadığını da bilir, mecburen yanında bir yer açar, genç adamı yanına oturtur.
Genç adam dizleri üzerine kalkar, bütün cemaatin kendisini göreceği bir pozisyonda, vaize son darbeyi indirmeye hazırlanır.
“Değerli hocam, ben uzak bir memleketliyim. Cumadan sonra yoluma devam edeceğim. Bir daha sizi görme imkânım olmayacak. Bu nedenle sizden bir şey isteyebilir miyim?” diye sorar.
Vaiz içinden:
”Nerden çıktı bu bela!” der, ama cemaate karşı mecburen teklifi dinler.
Bütün dikkatler, gencin üzerinde toplanır ve herkes merakla ne diyeceğini bekler…
“Hocam dediğim gibi, sizi bir daha göremeyeceğim. Sizin gibi değerli bir insanın bende bir hatırası olsun istiyorum. Şu sakalınızdan bir tel ben fakire bahşederseniz, bana dünyaları bağışlarsınız! Sakalınızdan aldığım bir kılı hep saklayacağım” der.
Vaiz artık işin çığırından çıktığını anlar ama hiçbir şey yapacak durumda olmadığını da bilir.
Kafasını uzatır, sakalından bir kıl almasını ister. Genç adam, vaizin sakalından bir kıl çekerek alır Fakat vaizin canı o kadar acır ki, gözlerinden yaş gelir.
Genç adam son darbeyi indirmek için cemaate döner:
” Ey cemaat! Böyle alim bir insanın mübarek sakalından bir kıl sahibi olmak istemez misiniz?
Bu fırsat bir daha elinize geçmez!” der.
Bunu duyan cemaat, vaizin üzerine çullanır, vaizin sakalından bir kıl almak için birbiriyle yarışırlar. Vaiz acılar içinde imdat ister ama kimsenin umrunda olmaz.
Genç adam, keyifle olayı seyreder.
Vaiz, yolunmuş tavuk gibi yüzü kan içinde cami kapısından kaçarak oradan uzaklaşır.
Genç adam, medreseye geri dönüp bir yıl daha okumanın faydasını uygulama yaparak görür.
Bu hikâyenin anafikri; her doğru her yerde söylenmez. Her mesleğin kendine has incelikleri vardır. Bu incelikleri bazen okul öğretir, bazen de hayat….
Bilal Civelek
(Not: Hikâye uzun yıllar önce bir kitaptan okumuştum. Kendime ait değildir.)

Çevrimdışı eml48

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 6.753
  • 25.449
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 6.753
  • 25.449
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 07 Kas 2015 14:18:01
İstanbul Aksaray’daki Vâlide Câmii’ni yaptırmış olan Pertevniyâl Vâlide Sultan vefât ettiğinde, sâlih bir kimse onu rüyâsında güzel bir makamda görür ve sorar:

“–Yaptırdığın câmi dolayısıyla mı Allah seni bu makâma yükseltti?”

Pertevniyâl Vâlide Sultan:

“–Hayır.” der.

O sâlih zât şaşırarak:

“–O hâlde hangi amelinle bu mertebeye nâil oldun?” diye sorar.

Vâlide Sultan şu ibretli cevâbı verir:

“–Çok yağmurlu bir gündü. Eyüb Sultan Câmii’ne ziyarete gidiyorduk. Kaldırımın kenarında oluşan su birikintisi içinde cılız bir kedi yavrusunun çırpındığını gördüm. Faytonu durdurdum; yanımdaki bacıya:

«–Git de, şu kediciği alıver; yoksa zavallı yavru boğulacak!..» dedim.

Bacı ise:

«–Aman Sultânım! Senin de benim de üstümüz kirlenir.» deyip yavruyu getirmek istemedi. Bunun üzerine arabadan kendim inip çamurun içine girdim ve o kedi yavrusunu kurtardım. Kedicik titriyordu. Acıdım ve onu kucağıma alıp, iyice ısıttım. Çok geçmeden zavallıcık canlanıverdi. Allah Teâlâ, o kediye olan bu küçük hizmet ve merhametimden dolayı, bana bu yüce makâmı ihsân eyledi.”



***Cenâb-ı Hakkʼın lûtfu da kahrı da bâzen büyük, bâzen vasat, bâzen küçük gibi görülen imtihanlarda tecellî edebilir. Onun için insan, hiçbir sevabı da günahı da önemsiz görmemeli, farkında olmadan “zulüm ehli” oluvermekten çok korkmalı, her hâlini bu hakîkatlerle mîzân etmelidir.

Çevrimdışı eml48

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 6.753
  • 25.449
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 6.753
  • 25.449
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 07 Kas 2015 14:35:11
Bir gece vaktiydi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, mûtâdı olduğu üzere mes’ûliyetinin verdiği ızdırap ile Medine sokaklarını gezmekteydi ki, ansızın durakladı. Önünden geçmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir tartışmaya kulak misafiri olmuştu. Bir ana, kızına;

“–Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” demekteydi.

Kız ise;

“–Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” dedi.

Ana, kızına çıkıştı:

“–Kızım, gecenin bu saatinde halîfe süte su kattığımızı nereden bilecek?!.”

Kalbi takvâ ile çarpan kız, anasının süte su katma hilesini yine kabullenmedi:

“–Anacığım! Diyelim ki halîfe görmüyor, peki Allah da mı görmüyor? Bu hileyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Kâinâtın Hâlıkı Allah’tan gizlemek mümkün mü?..” dedi.

Hazret-i Ömer, bu kızın cevabından çok müteessir oldu. Onu sıradan bir sütçü kadının kızı değil, ihsan şuuruna sahip bir nasip bildi ve oğluna gelin olarak aldı. Beşinci halîfe olarak zikredilen meşhur Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-, işte bu temiz silsileden doğdu. (Bkz. İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 203-204)

İşte bu kız, kendini bilmiş ve kulluğunu da idrâk etmiş, gerçek ve Allâh’ın arzu ettiği tahsili yapmış bir insandı.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.324
  • 223.680
  • 28.324
  • 223.680
# 07 Kas 2015 22:18:11
İlkokul mezunu bir kadın düşünün, ilk okuduğu kitap Maksim Gorki'nin Ana adlı eseri olsun, çektiği ilk uzun metraj film ile de New York'ta ödül alsın...

"Bu ödülü Amerika'da festival salonunda almak isterdik. Ancak maddi olanaksızlıklar nedeniyle oraya gidemedik."

Evlendikten sonra Mersin’in Arslanköy adlı köyüne taşınan Ümmiye Koçak, köy kadınlarının yaşadıklarını tüm dünyaya göstermek için, 2001 yılında “Arslanköy Kadınlar Tiyatro Topluluğu”nu kurmuş. Burada halen eğitmen anne olarak canla başla çalışıyor...
Ümmiye Koçak, “Hasret Çiçekleri” adlı oyunuyla 2006 yılında Sabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festivali’nde sahne almış.
Ümmiye Koçak, bu kadarla da kalmamış, "kadının kadına olan şiddeti"ni anlatan uzun metraj bir filmle inanılmaz başarılara imza atmış.

Kadının kadına olan şiddetini konu alan Yün Bebek adlı uzun metraj filmi hem yazmış hem yönetmiş. Ancak bu filmi çekebilmek için çok büyük zahmetlere katlanmış.
Tarlada çalışarak biriktirdiği paraları, son kuruşuna kadar "Yün Bebek" için kullanmış.
49. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde galası yapılmış.
Tüm bu zahmetler ona New York'tan “Sinemada en iyi Avrasyalı Kadın Sanatçı” ödülünü getirmiş!

Arslanköylü Yörük Kadınlar olarak, Türkiye'deki kadınların sorunlarına dikkat çekmeye çalıştıklarını belirten Koçak, çabalarının ödülle sonuçlanmasını "Demek ki doğru yoldaymışız" diyerek açıklıyor.
34 yıllık evli ve 2 çocuk annesi olan 58 yaşındaki Ümmiye Koçak, bugüne kadar 11 tiyatro oyunu yazdı, kurduğu tiyatro topluluğu ile 500'ü aşkın kez sahneye çıktı ve oyunlarını Türkiye'nin dört bir yanından 30 bini aşkın insan izledi. Aldığı ödüller ve kurduğu topluluktaki tüm kadınların başarıları onun azminin ve taşıdığı o eşsiz ruhun bir kanıtı.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.324
  • 223.680
  • 28.324
  • 223.680
# 08 Kas 2015 14:22:44
Fırına geldiğimde ortalıkta ekmek görünmüyordu. Eski bir dostum olan fırıncı; “Biraz bekleyeceksin hocam. İki-üç dakikaya kadar çıkartıyorum.” dedi.
Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken, içeriye yaşlıca bir adamın girdiğini gördüm. Eskimiş ceketinin sol yakası altında bir madalya parıldıyor ve yürürken hafifçe topallıyordu.
Selâm verdikten sonra, fırıncının tezgâhına yaklaşarak; “Ekmeklerimi alayım! Benim ikizler acıkmıştır.” dedi.
Fırıncı, adamın kendisine uzattığı torbayı alarak tezgâhın altına eğildi ve bir gün öncesine ait olduğu anlaşılan ekmeklerden 4-5 tane çıkardı.
Ben o arada oturması için kendi yerimi o adama vermiş, tezgâhın yanına iyice yaklaşmıştım. Ekmeklerden birkaç tanesinin şekli değişmiş, katılaşmış, taş gibi olmuştu. Fırıncıya sordum:
- Neden taze ekmeği beklemesini söylemiyorsun? Biraz sonra çıkacak dedin ya!..
- Bayat ekmekleri kendisi istiyor. Çok fakir bir adam. Ona bayat ekmekleri yarı fiyatına veriyorum.
- Kim bu adam?
- Kendisi Kore gazilerinden. Oğluyla gelini bir trafik kazasında vefât edince, ikiz torunlarını yanına almıştı. Yıllardır onlara bakıyor, hem de çok az bir maaşı var.
Fırıncının anlattıkları karşısında içimin yandığını hissediyor ve ufak da olsa bir şeyler yapmak istiyordum. Fırıncıya yavaşca dedim ki:
- Aradaki farkı ben vereyim. Hiç olmazsa bugün taze ekmek yesinler.
Fırıncı, teklifimi kabul etti. Biraz sonra da, fırından yeni çıkan taze ekmekleri adamın torbasına doldururken şekli bozuk, bayat ekmekleri de tezgâhın altına koyarken ihtiyara takıldı:
- Bugün çok şanslısın hacı amca. Çocuklar için sana pasta gibi ekmek vereceğim.
Yaşlı adam, bir evlât sevgisiyle kucakladığı torbayı göğsüne bastırarak kapıdan çıkarken bana döndü ve dedi ki:
- Allah, senden razı olsun evlâdım. Bugün onların doğum günüydü..
DÜNYADA BİNLERCE AÇ İNSAN VARKEN LÜTFEN İSRAFTAN KAÇINALIM..

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.324
  • 223.680
  • 28.324
  • 223.680
# 10 Kas 2015 05:52:39
TIKANDI BABA

Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.

Tıkandı Baba, çay getir!..
Tıkandı Baba, kahve getir!..

Bu durum Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş.

– Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?

– Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba.

– Anlat Baba anlat! Merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi.

Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;

Bir gece rüyamda birçok insan gördüm, her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. “Benimki de onlarınki kadar aksın” diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı.

Bu sefer içimden “Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın” dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı.Ben yine açmak için uğraşırken bir zat göründü ve: “Tıkandı Baba, tıkandı. Uğraşma artık”, dedi. O gün bu gün adım “Tıkandı Baba”ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.

Tıkandı Baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına:

“Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz” demiş.

Sultan Mahmut’un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı Baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis.

– “Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim” diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken “Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim” demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya.
Taze baklava, güzel baklava!

Bu esnada oradan geçen bir adam baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı Baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış.

Müşteri baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim, diğer dilim derken bir bakmış ki her dilimin altında altın var. Ertesi akşam adam acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş.
Müşteri hiçbir şey olmamış gibi: “Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım” demiş. Tıkandı Baba da “Peki” demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı Baba’ya her akşam baklavalar gelmiş ve adam da her akşam Tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut:

“Bizim Tıkandı Baba’ya bir bakalım” deyip Tıkandı Baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan:

– “Tıkandı Baba sana baklavalar gelmedi mi?” demiş.

– Geldi sultanım!

– Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?

– Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım.

Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.

“Anlaşıldı Tıkandı Baba anlaşıldı, hadi benimle gel” deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş.

“Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir” demiş. Tıkandı Baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda, düştü düşecek. Sultan demiş;

“Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar” demiş ve askerlerden birini çağırmış.

“Alın bu adamı Üsküdar’ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin” demiş.

Padişahın adamları ’peki’ deyip adamı alıp Üsküdar’a götürmüşler.

Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler.

Baba, “niçin?” demiş. Askerler:

“Hele sen bir beğen bakalım” demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline.

“Ne olacak şimdi” demiş.

“Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı” demiş.

Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişah’a haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş:

“VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT!”

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.324
  • 223.680
  • 28.324
  • 223.680
# 10 Kas 2015 20:46:25
Allah Rızası İçin
Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi'nden başarılı dönmüştü. Bütün halk toplanmış
onu şehre girerken alkışlamak için sabırsızlanıyordu. Ama Padişah, gece olmadan şehre girmek istemiyordu. Bunun sebebini herkes merak ettiği halde hiç kimse sormaya cesaret edemiyordu.
Sonunda büyük alimlerden olan İbni Kemal:
"Padişahım, bir maruzatım var," dedi. Padişahın:
"Efendi, ne istediğin varsa hiç çekinmeden söyle,"
demesi üzerine İbni Kemal cevabı merak edilen soruyu şöyle sordu:
"Askerler merakta, bütün halk sokağa dökülmüş,
sizi alkışlamayı beklerken siz hâlâ şehre girmezsiniz.
Bunun sebebi hikmeti nedir?" Yavuz şu şahane cevabı verdi:
"Efendi, sen bizi hâlâ tanıyamadın mı? Biz; şan, şöhret ve alkış toplamak için değil,
Allah rızasını kazanmak için savaşırız.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.324
  • 223.680
  • 28.324
  • 223.680
# 11 Kas 2015 17:27:44
Fâtih Sultan Mehmed, bir gün tebdîl-i kıyâfet ederek halkının arasında gezmeye çıkar. Akşama kadar dolaşır. Unkapanı kapısına geldiğinde kale kapısının kapanmış olduğunu görür. Kendisinin çıkardığı fermana göre, kale kapıları akşam ezanını müteâkip kapanıp, sabah ezanı vakti açılmaktadır. Padişah yanındakilerle kapının önüne gelir ve kapı muhâfızı Sinan Çelebi ile aralarında şu konuşma geçer:
- Aç şu kapıyı Sinan Çelebi!..
- Kimsin sen, bana kapıyı aç diye nasıl emredersin?..
- Kim olduğuma ne bakıyorsun, kapıyı aç yeter.
- Nasıl bakmam? Niçin bu zamana kadar dışarda kaldınız? Dost musunuz düşman mısınız, Padişah’ın emrini bilmez misiniz? Ben sana kapıyı açmam. Var git, başının çaresine bak.
Fâtih bu cevaba güler ve Sinan Çelebi ile konuşmasını sürdürür. Açarsın açmazsın derken, nihayet Sinan Çelebi;
-Git Hünkâr’dan ferman getir. Ancak o zaman içeri girebilirsin, der. Padişah artık dayanamaz:
-Yâhu Sinan Çelebi, Hünkâr benim, der.
Sinan Çelebi, dikkatlice bakınca Hünkârı tanır ve kapıyı açarken de;
- A Hünkârım, kendi kanununu, kendin neye bozarsın? Madem bozacaksın, böyle kanunu ne diye koyarsın? mealinde söylenir.
Fâtih atından iner ve tâvizsiz davranışından ve vazifesine bağlılığından dolayı son derece memnun olduğu Sinan Çelebi‘ye;
- Sen yavuz bir er, mert bir kişiymissin. Padişah emirlerine bu kadar bağlı ve sâdık adamlar az bulunur. Dile benden ne dilersen? der.
Sinan Çelebi de;
- Sultanım, der, gerçekten istediğimi yapacaksan, benim adıma bir câmi yaptırıver. Tâ ki kıyâmete kadar hasenât defterim açık kalsın.
Fâtih derhal onun adına bir câmi yaptırır.İslâm’ın fazîlet hislerinin vicdanlarda hâkim olduğu o devirlerin insanları işte böyleydi. Dünya nimetlerine gark olmak varken, onlar cemiyete yararlı, insanın âhiretine faydalı şeyler isterler, sadece Allah rızâsına tâlip olurlardı.

Çevrimdışı sarnıç

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.385
  • 127.429
  • 8.385
  • 127.429
# 11 Kas 2015 17:50:54
İmam-ı Azam’ın babası ve elma
 
Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı A'zam Ebu Hanife’nin babası Numan bin Sabit, gençliğinde bir gün ark kenarında abdest alıyordu. Tam abdest almaya başlayacağı zaman ark sularına kapılıp gelen bir elma gördü. Elmayı nereden geldiğini ve haram veya helal olup olmadığını düşünmeden bir defa ısırdı. O ana kadar elmanın ne olduğunu düşünmeyen Numan bin Sabit, hemen hata ettiğini ve mutlaka elmanın sahibini bulup helal ettirmesini lazım geldiğini düşündü. Abdestini alıp namazını eda ettikten sonra suyun geldiği tarafa doğru gitmeye başladı. Elma elinde olduğu halde araya araya elmanın düştüğü bahçeyi ve sahibini buldu.
Bahçenin sahibine meseleyi anlatıp elmayı yanlışlıkla ısırdığını ve hakkını helal etmesini istedi. Numan bin Sabit’in bu hareketi, elma sahibinin dikkatini çekmişti; hakkını helal edemeyeceğini, hakkını helal etmesi için bazı şartları olduğunu söyledi. Nu'man Numan bin Sabit, ne isterse yapacağını, yeter ki hakkını helal etmesini isteyip şartının ne olduğunu sordu. Elma sahibi de, hakkını helal etmesi için iki sene bahçesinde çalışması lazım geldiğini ve kendisine iki yıl hizmet etmesinin şart olduğunu söyleyince, Numan bin Sabit “Ahirette ceza çekmektense bu dünyada bir şahsa iki sene hizmet etmek daha iyidir” diye düşündü ve şartlarını kabul ettiğini söyledi.
Numan bin Sabit, bir elmayı yanlışlıkla ısırdığı için elmanın sahibine iki sene hizmet etti ve adamın işinde canla başla çalıştı. İki sene dolduktan sonra adama; zamanın dolduğunu ve artık hakkını helal etmesini istediğini söyleyince, adam, “Yine helal etmiyorum, benim bir kızım var onunla evlenirsen ancak o zaman helal ederim” dedi.
Numan bin Sabit, adamın bu şartını da kabul etti. Adam yalnız kızının kusurlu olduğunu, elinin çolak, gözünün kör, ayağının topal, başının kel, kulağının sağır olduğunu söyleyip, iyi düşünmesini ve sonra pişman olmamasını söyledi. Numan bin Sabit, “Ahirette ceza çekmekten iyidir” deyip kızla evlenmeyi de kabul etti.
Düğün yapıldı, nikâh kıyıldı, zifaf gecesi Numan bin Sabit’e gelinin olduğu odayı gösterdiler. Numan bin Sabit, içeriye girip içerde kendisine söylenen evsafta bir kızın bulunmadığını görünce bir yanlışlık olduğunu zannederek hemen dışarı fırladı ve kayınpederine bir yanlışlık olduğunu söyledi. Çünkü içerde kayınpederinin söylediğinin aksine her a’zası yerinde genç ve güzel bir kız kendisini karşılamıştı.
Kayınpederi bir yanlışlık olmadığını söyleyerek meseleyi şöyle anlattı: “Benim kızım kördür, daha harama bakmamıştır. Sağırdır, günah söz dinlememiştir. Topaldır gayri meşru yolda yürümemiştir...”
Seneler geçip bu evlilikten İmam-ı Azam dünyaya geldi. Annesi İmam-ı Azam'ı hocaya okuması için teslim etti. İleride İmam-ı Azam unvanına kavuşan o zaman henüz üç yaşında bulunan Sabit. üç günde Kur'an-ı Kerîm'i hatmettiği zaman annesi “Ah oğlum, baban o elmayı ısırmasa idi sen bir günde hatmedecektin” dedi.

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 12 Kas 2015 00:21:03
Bu da Geçer Ya Hû!


Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini tavsiye ederler.
Derviş yola koyulur,birkaç köylüye daha rastlar.Onların anlattıklarından Şakirin bölgenin en zengin kişilerinden biri olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad  adında başka bir çiftlik sahibidir.

Derviş Şakir’in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de aileside hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır…

Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin olduğun için hep şükr et.”der. Şakir ise şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen gerçeğin ta kendisi değildir. Bu da geçer…”

Derviş Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Bir kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir’i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylüler ile sohbet ederken Şakir den söz eder. “Haa o Şakir’mi” der köylüler, “O iyice fakirledi, şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor.”

Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider, Şakir’i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkarıdır.

Şakir bu kez Derviş’i son derece mutevazi olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır… Derviş vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı alır: Üzülme… Unutma,bu da geçer…”

Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olup biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı içinde bütün varını yoğunu en sadık hizmetkarı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır. Şakir Haddad’ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır.

Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu da geçer…”

Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer…”

Derviş, “ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır nede mezar. Büyük bir sel gelmiş,tepeyi önüne katmış, Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır…

O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın… Hiç kimse Sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup yardım isterler. Derviş, Sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük Sultan’a sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “Bu da geçer” yazmaktadır.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.324
  • 223.680
  • 28.324
  • 223.680
# 12 Kas 2015 06:30:16
EVLADI ÖLEN HZ.RUMEYSA'NIN TESLİMİYETİ

Ebu Talha henüz Müslüman olmamış idi.
Ümmü Süleyme (Rumeysa) evlenme teklifinde bulundu.
Ümmü Süleym ona şu cevabı verdi:
— Doğrusu ben de sana hevesliyim.
Senin gibisi kaçırılmaz.
Lakin sen kâfir bir adamsın,
Bense Müslüman bir kadınım, seninle evlenmem doğru olmaz.
Bunun üzerine aralarında şöyle bir konuşma cereyan etti.
Ebu Talha:
— Sana ne oldu Rumeysa?
— Ne olmuş bana?
— Sarı ve kırmızıdan ne haber?
— Ben altın ve gümüş aramıyorum.
Sen bir adamsın ki işitmeyen, görmeyen,
Sana hiç faydası dokunmayan şeylere tapıyorsun.
Falanların siyah kölesinin dağdan sürükleyip getirdiği yerden biten odun parçasına tapmaktan hiç sıkılmıyor musun?
Eğer sen Müslüman olursan, işte o benim mehrim olsun, evlenelim, başka bir şey talep etmeyeceğim.
— Bana Müslümanlığı kim telkin eder Rumeysa?
— Resulullah (s.a.) telkin eder, ona git.

Ebu Talha,
Hz. Peygamberin bulunduğu yere doğru ilerlemeye başladı.
Resulullah, ashabı ile oturuyorken:
“Ebû Talha, İslamın aydınlığı iki gözü arasında parlayarak geliyor.” buyurdu.
Ebu Talha,
Hz. Peygamberin huzurunda iman etti ve Rumeysanın söylediklerini haber verdi.
Hz. Peygamber, Rumeysanın şartı üzerine nikâhlarını kıydı. Resulullah (s.a.) Rumeysa için şöyle buyurmuştur:
“Gördüm ki cennete girmişim, önümde bir ayak sesi.
Bir de baktım ki Rumeysa.”
Ümmü Süleym (r.anhâ) ile Ebû Talhâ (r.a) birlikte mesut bir hayat yaşıyorlardı.
Evliliklerinin üzerinden bir yıl geçtiğinde bir oğulları dünyaya geldi. Adını Ebû Umeyr koydular.
Çocuk evin neşe ve sevinç kaynağı oldu.
Gün geçtikçe büyüyordu.
İki Cihan Güneşi efendimiz bu âileyi sık sık ziyarete gelirdi.
Bir defasında Ebu Umeyr’i neşesiz gördü.
Annesine:
“Ey Ümmü Süleym!
Oğlunuzu neşesiz görmemin sebebi nedir?” dedi.
O da:
“Ya Rasûlallah!
Onun oynamakta olduğu bir kuşu vardı.
O öldüğü için üzüntülüdür.” dedi.
Bu cevap üzerine Rahmet Peygamberi Efendimiz (s.a) çocuğun yanına vardı.
Başını okşayarak onu teselli etmek üzere:
“Ey Ebû Umeyr!
Ne oldu senin nügayr?”diyerek latîfe yaptı.
Ebû Talhâ (r.a) da eve her gelişinde
ilk defa Ebû Umeyr’i sorardı.
Onu kucağına alır, sever ve şakalaşırdı.
Bir gün bu hayat dolu çocuk hastalandı.

Anne ve babası ne kadar uğraştıysa da derdine şifa bulamadılar. Babasının evde olmadığı bir sırada çocuğun hastalığı tehlikeli bir hal aldı.
Şiddetli ateşler içerisinde ruhunu teslim etti.

Ümmü Süleym (r.anhâ) metânet sâhibi bir hanımdı.
Engin bir sabır içerisinde telâşa kapılmadan, sâkin, mütevekkil ve kadere râzı bir halde, feryad ü figan etmeden çocuğu yıkayıp, kefenledi.
Kokular sürerek üstünü örttü.
Evdekilere de;
Ebû Talhâ’ya ben haber verinceye kadar siz bir şey söylemeyin diye tenbihatta bulundu.
Bir müddet sonra Ebû Talhâ eve geldi.
Oğlunun durumunu öğrenmek istedi.
Ümmü Süleym (r.anhâ):
“Biraz rahatlamış olacak, eskisinden daha sâkin…” dedi.
Ölüm haberini birden vermek istemedi.
Hemen kalkıp daha önce hazırladığı yemeği beyinin önüne getirdi.
Ebû Talhâ (r.a.) hanımının telaşsız halinden çocuğun iyileştiğini zannetti.
Birlikte yemek yediler, sohbet ettiler.
Ümmü Süleym (r.anhâ) beyine karşı sâkin ve güleryüzlü görünerek onun istirahatini ve gecesinin neşe ile geçmesini sağladı.
Sabah namazı mescide gitmek üzere hazırlanan kocasına:
“Ya Ebâ Talhâ!
Şu komşumuzun yaptığına bak!
Kullanmak üzere benden emanet aldıkları malı geri almak için gittiğimde vermek istemediler.

Ağırlarına gitmiş!…” diyerek dikkat çekti.
Ebû Talhâ (r.a) da: “Olur mu öyle şey!.
Hiç iyi etmemişler.” dedi.
Kocasını bu şekilde hazırlayan Ümmü Süleym (r.anhâ):
“Ya Ebâ Talhâ!
Oğlun senin yanında Allah’ın bir emaneti idi.
Onu geri aldı.” dedi.
Ebû Talhâ (r.a) birden bire şaşırdı.
Söyleyecek bir şey bulamadı ve:
“İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn =
Biz Allah’dan geldik Allah’a döneceğiz.”
âyetini okuyarak teslimiyet gösterdi.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK