İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.336
  • 223.784
  • 28.336
  • 223.784
# 17 Eki 2014 21:28:12
Günlerden bir gün şeytanın yolu bir köye düşmüş.
Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı
olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş.

Şeytan kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp kazığa bağlı buzağının
ipini biraz gevşetmiş.

Buzağı bu az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye
daha fazla dayanamamış debelenmiş ve boynundaki ip çözülmüş.

Koşarak annesini emmeye giden buzağı süt kovasını devirmiş.

Sağdığı süt ziyan olunca sinirlenen genç kadın eline geçirdiği odunu
buzağıya vurunca yavru yere yığılmış.

Yavrusuna saldırılan inek kayıtsız kalamayıp bir tekmede kadını yere serip öldürmüş.

Uzaktan geçmekte olan kadının kayın pederi, ineğin ´gelinini öldürdüğünü görüp ineği tüfekle vurmuş.

Silah sesini duyan koca , karısını yerde cansız yatar babasını da elinde tüfekle görünce silahını çekip babasını öldürmüş.

Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam , bu kadar acıya dayanamayıp intihar etmiş.

Bütün bu olayları bir kenardan izleyen şeytan;

"BU FELAKETİ DE BANA YÜKLERLER, BUZAĞININ İPİNİ GEVŞETMEKTEN BAŞKA BEN NE YAPTIM ŞİMDİ" demiş.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.336
  • 223.784
  • 28.336
  • 223.784
# 20 Eki 2014 16:34:32
▌► Ahirette Herkes Pişman Olacak

Bir evliya, müritleri ile beraber bir gece seyahate çıkmış.

Her yer zifiri karanlık imiş. Bu veli zat, talebelerine yerden taş toplamalarını ve mümkün olduğu kadar çok taşı yanlarına almalarını emretmiş.

Talebelerden bir kısmı “ben taşı ne yapacağım, bu seyahatte benim ne işime yarayacak” diyerek hocalarının sözünü dinlememişler, böylelikle, sözde eğilip kalkma zahmetinden kurtulmuşlar.

Bir kısım talebeler ise hikmetini anlayamamak ile birlikte hocalarına itaat etmişler. Eğilip kalkma zahmetine katlanarak topladıkları taşları ceplerine koymuşlar.

Sabah olunca hocaları herkese ceplerindeki taşları çıkarmalarını emretmiş. Bir de ne görsünler, o taşlar mürşidlerinin kerametiyle altına dönmüş. Bu sahne karşısında taş toplayanlar da, toplamayanlar da pişman olmuşlar. Toplamayanlar “niçin toplamadık” diye pişman olurlarken, toplayanlar ise “niçin daha fazlasını toplamadık” diye pişman olmuşlar.

İşte ahirette de herkes pişman olacak, ibadet etmeyip cehenneme gidenler “niçin ibadet etmedik” diye pişman olurlarken, ibadet edip de cennete girenler daha fazla ameli ve takvası olanlara hazırlanan nimetleri gördüklerinde, “niçin daha fazla ibadet etmedik” diyerek pişman olacaklardır.

“Ey Allah’ım! O günde pişmanlığı en az olanlar grubuna bizleri dâhil et. Âmin.”

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.336
  • 223.784
  • 28.336
  • 223.784
# 20 Eki 2014 16:42:31
Vaktiyle Birbirini Çok Seven İki Kardeş Varmış.
Büyüğü Halil.
Küçüğü ise İbrahim...
Halil, evli çocuklu.
İbrahim ise bekârmış...
Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin...
Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş.
Bununla geçinip giderlermiş...
Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı.
İkiye ayırmışlar.
İş kalmış taşımaya.
Halil, bir teklif yapmış :
İbrahim kardeşim; Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle.
Peki, abi demiş İbrahim...
Ve Halil gitmiş çuval getirmeye... .
O gidince, düşünmüş İbrahim:
Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine
Böyle demiş ve
Kendi payından bir miktar atmış onunkine...
Az sonra Halil çıkagelmiş.
Haydi İbrahim. De miş, önce sen doldur da taşı ambara.
Peki abi.
İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola.
O gidince, Halil düşünür bu defa:
Der ki:
Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var.
Ama kardeşim bekâr.
O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.
Böyle düşünerek,
Kendi payından atar onunkine birkaç kürek.
Velhasıl, biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine.
Bu, böyle sürüp gider.
Ama birbirlerinden habersizdirler.
Nihayet akşam olur.
Karanlık basar.
Görürler ki, bitmiyor buğdaylar.
Hatta azalmıyor bile.
Hak teala bu hali çok beğenir.
Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki...
Günlerce taşır iki kardeş, bitiremezler.
Şaşarlar bu işe...
Aksine çoğalır buğdayları.
Dolar taşar ambarları.
Bugün "Bereket" denilince, bu kardeşler akla gelir.
Bu bereketin adı: Halil İbrahim bereketidir .

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.336
  • 223.784
  • 28.336
  • 223.784
# 20 Eki 2014 19:44:17
Harika Bir Öykü..

Onu Da Sen Ağırla.

Günahkâr bir adamdı, ayık gezmezdi. Bütün bir köy halkı yaka silkiyordu adamdan, ' ölse de, kurtulsak ' diyorlardı.

Bir karısı vardı bu adamın, bir de kendisi. Hiç çocukları olmamıştı. Köy halkı böyle bir adamın zürriyetinin olmadığına memnundu. Kadın ise, adamın haline üzülse de ses çıkarmazdı, çıkaramazdı.

Otuz yıldır evliydiler, döverdi, kızardı, her gün biriyle kavga ederdi. Ama kocasıydı işte, evinin erkeği idi.

Adam iyice yaşlanmıştı artık. Öksürük nöbetleri uykusunu bölüyor, iki basamak merdiven çıksa nefes nefese kalıyordu, titreyen elleriyle sigarasını zor sarıyordu.

İyice zayıflamıştı, zaten kısacık olan boyuyla bir çocuk gibi kalmıştı. Kadıncağız ellerini açıp dualar ediyor,
' ahir ömründe olsun şu adamın hali biraz düzelsin ' diye yalvarıyordu Allah' a...

Adam bir sabah evden çıktı, fakat ertesi sabah oldu, dönmedi. Tan yeri ağarırken kadın aramaya çıktı kocasını. Kim bilir yine nerde sızıp kalmıştı!

Köyün üst tarafındaki çeşmenin başına gitti önce, orada içerdi adam, bulamadı. Yakındaki tarlaları aradı, köyün dört bi yanına baktı, yoktu.

Eve gelmiştir belki diye koşarak geri geldi, hayır, dönmemişti. Güneş inmek üzereydi, bir acele abdest aldı, namaz durdu.

Duası bitmek üzereydi ki, kapının çalındığını duydu.

Kocasıydı gelen. Adamın yüzü sapsarı kesilmişti. Öksürüyordu, eliyle göğsünü işaret ediyordu. Kadın koluna girdi kocasının, güç-bela sedire kadar taşıdı.

Uzandı adam, karısının yüzüne baktı, ağlıyordu. Doğrulmak ister gibi yaptı, hakkını helal et diyecekti, lafının sonunu getiremedi, başı yastığa düştü, ölmüştü...

Kadıncağız kocasının başında epey bir ağlayıp feryat etti. Biraz kendine gelince gözlerini sildi, yemenisini bağladı.

Kalktı, imamın evine gitti.

- Hocam... Diyebildi hıçkırarak, bizimkisi...

Söyleyemiyordu, ama İmam Efendi durumu anlamıştı. Kadının yüzüne baktı, köylü ne der diye düşündü, bocaladı.

- O mendebur bir kez bile caminin kapısından içeri girmedi, kaldırmam onun cenazesini, deyip kapıyı kapadı.

Kahroldu kadın. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşündü. Kimseleri yoktu ki, çaresiz eve döndü.

Yıkadı kocasını, sandıktan çıkardığı beyaz bir çarşafa sardı, omuzuna aldı, mezarlığın yolunu tuttu.

Caminin köşesinden dönerken, muhtar ve köylülerin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü.

Bir kez daha düğümlendi boğazı, cenazesi omuzundan kayarken, dizlerinin üzerine çöktü, ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı.

Hışımla yaklaştı muhtar:

- Onu nereye götürüyorsun, dedi, mezarlığa götüreyim deme sakın! Sağlığında biz çektik, bir de ölülerimiz çekmesin o herifin elinden...

Kadın gözlerini çarşafın üzerine dikmiş, öylece duruyordu. Birden bağırmaya başladı, delirmiş gibiydi sanki Kalabalık yanından korkuyla uzaklaşırken, cenazesini tekrar yüklendi, köyün dışına doğru yürümeye başladı.

Kan ter içinde kalmıştı kadın, artık adım atacak hali yoktu. Kendi kendine;

- Şuracığa gömeyim adamımı, dedi, kimseler rahatsız olmaz burada...

Tam o anda bir ayak sesi duydu, irkildi, bir çobandı gelen. Kadıncağız her şeyi olduğu gibi anlattı. Üzüldü çoban, gözleri doldu.

- Dert etme, dedi, ben yardım ederim sana.

Bir çukur kazıp cenazeyi gömdüler. Çoban başucunda durdu mezarın, ellerini açtı, dua etti.

Birkaç çiçek buldu kadın, toprağın üstüne serpti. Çobana dualar ederek evine döndü.

Yorulmuştu.

Camın kenarına oturup uzaklara daldı. Uyuyup kaldı oracıkta.

Ertesi sabah imamın kapısını telaşla çaldı muhtar. Bir yandan tokmağı vuruyor, bir yandan da ' İmam Efendi, İmam Efendi...' diye bağırıyordu. İmam korkuyla açtı kapıyı.

- Bir rüya gördüm, dedi muhtar, hocam o berduş, o serseri adam Cennet' teydi. Bana gülüyor, hakkım sana bile helal olsun diyordu.

Rüyayı duyana imamın benzi attı, kendisi de hemen hemen aynı rüyayı görmüştü.

' Gel hele, içeri gel...' demeye kalmadı ki, köyün delisini gördüler.

Koşarak geliyor, bir yandan da bağırıyordu:

- Demedim mi ben, demedim mi size, rüyamda gördüm, rüyamda...

Birkaç köylü daha benzer rüyalar gördüğünü söyleyince, kadının yanına gitmeye karar verdiler. Özür dileyecek, kendilerini affettirmeye çalışacak, bu arada işin aslını öğreneceklerdi. Bir şeyler olmuştu ama neydi?

Eve vardıklarında kapıyı açan kadın şaşkındı. Kapıyı yüzlerine kapatacak oldu, yapamadı. Gelenler olan biteni anlatıp özür diledi, cenazeyi nereye defnettiğini, neler olduğunu sordular.

Kadıncağız her şeyi anlattı, can kulağı ile dinlediler ve çobanı bulmaya karar verdiler.

Bir yandan yürüyor bir yandan da aralarında konuşuyorlardı; ' bu çoban bir evliyaydı herhalde, belki de Hızır' dı, aslında ölen adam da o kadar kötü bir adam değidi.'

Tarif edilen yere geldiklerinde çoban koyunlarını otlatıyordu. Gelenleri görünce ayağa kalktı, ' hayırdır inşaallah ' dedi. Oturdu, onlara süt ikram etti, konuşmaya başladılar.

Çoban söylenenlerden hiç bir şey anlamamıştı, cenazeyi nasıl defnettiklerini anlattı.

- Ben bir garip kulum, dedi; cenazeyi defnettik, başucunda oturup dua ettim sadece, hepsi bu...

Merakla nasıl bir dua ettiğini sordular, çoban da söyledi;

- Allah' ım, ben dağda koyunlarımı otlatırken kulların gelir yanıma, selam verirler. Senin selamınla gelen senin misafirindir der, ağırlarım. Süt ikram eder, azığımı paylaşırım.

Şimdi de ben sana bir misafir yolluyorum, onu da sen ağırla...

Çevrimdışı omer68

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.202
  • 2.957
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 1.202
  • 2.957
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 21 Eki 2014 08:18:57
Kaldırımda oturur vaziyette el etti ihtiyar..
İki büklüm beli, elinde asası.. Yüzünde derin çizgiler..
Durup, arabaya aldım.
-Nereye gidiyorsun dede ?
-Az ilerdeki kurban kesilen yere bırakırmısın oğlum .?( kapalı semt pazarı )
- Ne yapacaksın orda dede ?
- Belki biraz et verirler..
- Evin nerede ?
- Zafer mahallesinde..
- E nasıl gideceksin uzak oralar..
- Biraz et bulalımda Allah kerim..
Kısa yol boyu bi kamyon dua etti..
Dedeyi bıraktıktan sonra aklıma takıldı.. Gideceğim yerdeki işimi alel acele halledip pazara geri döndüm..
Ethem dede pazarın sütünlarından birinin dibine koyduğu çuvala bir poşet koyup, boş başka bir poşetle elinde asa ağır aksak tekrar pazarı turluyor..

Öbek öbek insanlar karıca misali etleri kesip biçip tasnif ediyor.. İyiler çil çil leğenlerde.. Kemikliler ayrı bir yere yığılmış.. Kantarlar ortada belliki işler sona yaklaşmış.. Birazdan ne var ne yok paylaşılacak..

Yanına yaklaştığı yerlerde kaçamak bir göz teması kuruyor Ethem dede ..
Bu çok kısa tedirgin " bana verecek bişeyiniz var mı? " sorusu..
Bu göz temasına çok yerde karşılık alamayıp ürkek adımlarla çekilip bir diğerine gidiyor..

Bu naif sorunun cevabı hiç o çil çil etler olmadı kaç yere gittiyse..

Kimi göz ucuyla iç yağları işaret etti, bonkör olan bir ikisi bol kemikli birkaç parçayı..

Eliyle lütfedip veren olmadı..
En son yerde herkesten uzak sahipsiz olduğu belli olan bir işkembeyi cebinden çıkardığı çakı ile kabaca temizleyip poşete koydu..
Ben yarım saate yakın onu farkettirmeden izledim..

Serde işgüzarlık var.. Bir iki yere " Şu amca yardıma bakınıyor galiba" dedim.
Pek kimse oralı olmadı..
Sana ne? Senin menfaatin ne türünden bakışlar attılar sadece..

Birkaç kare de fotoğraf çektim..

Bunun dışında hiç müdahil olmadım.
Onun ve çevresindekilerin yaşadığı sessiz diyaloğu, olup bitenleri bir mimik bile kaçırmadan gözlemeye çalıştım..
Epey sonra, dolaşmaktan yorgun olarak güzgüneşine nazır bir kaldırıma oturunca yanına gidip oturdum..

- ne yaptın dede ?
Beni tanıdı .. Tekrar gördüğüne mi sevindi, haline mi hüzünlendi bilmem ağlamaya başladı !
- Çok şükür toparladık bişeyler.. dedi
- hadi o zaman seni evine bırakayım dedim..
Yol boyu bir tır daha dua etti..

Hikayenin ana fikri ben ne iyi bir insanım değil.. Nefsimiz işin içine bulaşık ettiyse affola..

Bu yaşadığımı paylaşıp paylaşmama konusunda çok tereddüt ettim..

Ana fikir şu ki bu bayram biz bol et yiyelim diye emredilmemiş.. Kurban kesme imkanı bulanların büyük bir kısmı zaten normal zamanda da evine et alıp götürme imkanına sahip..

O dedeye parça kalıntı etleri göz ucuyla işaret edenlerin buğazından kendilerine ayırdıkları löp etler nasıl geçecek bilmiyorum..

İbadet şuuruyla kurbanlarını kesenler nizami olarak emredildiği gibi üçe tasnif edecekler mi ?

Hassas Dijital tartı ile etleri aralarında paylaşanlar aynı hassasiyetle ondan ihtiyaç sahiplerinin hakkını ayırmalı değil mi ?
Çevremizdeki Ethem amcalara dikkat edelim..

Korkusuz Medya

Çevrimdışı s.kahya

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.773
  • 33.609
  • Müdür Yardımcısı
  • 8.773
  • 33.609
  • Müdür Yardımcısı
# 21 Eki 2014 14:30:15
Hüzün Düştü Gönlüme

 Nereye gitsem peşimden gelen bir buhran vardı. Dünyanın uçsuz bucaksız ferahlığını, dört duvar arası hissettiren bir sıkıntı. Dar koridorda zoraki alınan nefes kadar itici ve öylesine ağır bir karanlık… Yaşamaya karşı klostrofobik (kapalı yerde kalma korkusu ile ilgili) telâşlarım vardı, tedavisiz sanılan… Kokusu hüzün dolu dertlerim, yandıkça kavuran dargınlıklarım vardı. Ve nereye baksam beni yoran dünyalık manzaralar…
Bir fırtına vardı mevsimsiz, içime işlenmiş bütün sevgileri savuran... Nereden geldiği, nereye ait olduğu belirsiz, isimsiz... Tek tek koparıyordu mutluluğa dair bunca yıl biriktirdiklerimi... Vakitsizdi ve de zâlim... Kime anlatsam ucundan dinliyordu, gücü yetmiyordu kimsenin durdurmaya... Ne bilim fayda ediyordu, ne de fırtınaya dâir yazılan şiirler… Ve gözyaşlarım fırtınaya karışıyor, yağmur oluyordu yine içime damlayan...
Güzel bildiklerimi cömertçe dağıttığım o “değerli” kimseler, suskundular ve biliyordum onlar da fark etmeden o fırtınanın rüzgârına hız katıyordu. Belki de bu fırtına, o gereksiz cömertlikten sonra verilecek bir hesaptı, bir bedeldi dünyalıklar adına ödenecek ve aşırı olan hangi sevgi varsa, bu fırtına ile silinecek. Fonda rüzgârın uğultusu, gözyaşının damlamasına karışıyordu ahenkle… Ve ben âciz insanoğlu, çözüyordum yavaş yavaş bu içimdeki hüznün kaynağını.
İnsan için; şeytan ve nefs, en büyük belirtisiydi dünyanın girdabında boğulduğunun... Rûhun fırtınasıydı bu ve onun hüzün dolu uğultusu... Haykırıyordu acı içinde. Çünkü o ruh ki Yaratan’ın üflediği hazineydi, en yüce makama lâyık olan… Temiz kalmalıydı, pamuklara sarılmalıydı ve lekelenirse arınmalıydı…
Ya ben? Siyaha bürünmüş hâlde öylece bırakıp dünyaya tebessüm ediyordum. İnsan odaklı yaşıyordum hayatı… Muhtaç olduğum gıdanın onlardan olduğunu sanarak kalabalıklara karışıyor; unutuyordum, asıl olan rûhumun ihtiyacını. Tek tek karşıma alıp dertleşiyordum çaresizce. Fırtınayı kötülüyordum, aslında sebebi olan kişilere...
Sorsalar mâneviyat reçetesini de iyi bilirdim. Biraz tevbe ve biraz duâ, âminlere karışırsa yeterdi. Öyle zanneder, avuturdum kendimi… Meğer ruh öylesine derinmiş ki, yetmiyordu yazdığım îman dolu cümleler… Âminlere karıştırdığım duâlarım karşılamıyordu onun ihtiyaçlarını...
Allâh’ın zikrinden uzak olduğum her an, bir insan daha karışıyordu fırtınaya, yanında getirdiği dert ile şiddetini artıyordu fırtına âdeta... Hüznümü dindirecek tek varlığın, kalbimi tatmin edecek tek yücelik olan Yaratan’ın zikrinden uzak, başkalarına koşuyordum ağlayarak... Tesellîyi dünyalık dil dökmelerde arıyordum ve bu fırtınalı mevsimlerin benden ne istediğini soruyordum onlara? Âciz olana, âcizliğimden dem vuruyor, bir çare arıyordum. Bir çare…
Ve bir gün fırtına dindi… Zikrinde demlendikçe söndü içimde ve giderken derin bir sükût bıraktı yerine... Derdin Yaratıcısı, derdi alıverdi; O’nunla olan her muhabbetimde… Allâh’ın varlığı dilimden gönlüme indikçe azaldı, azaldı ve yok oldu hüzün… Mevsimler normale döndü ve bir sonraki fırtınaya kadar hüzün gönlüme küstü. Sabır ve selâmet iki dost imiş zikirle… Fısıldanan bu son cümle yüreğimin derinlerine düştü.

(Fatma Aladağ-Şebnem dergisi,Ekim 2014 sayısından alıntı)

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.336
  • 223.784
  • 28.336
  • 223.784
# 22 Eki 2014 20:46:11
ZEYNEP... BABASININ SÜSÜ...

Kıymetli eş, vefakâr dost Hazret-i Hatice (radıyallahu anha),
ilk kızı doğduğunda sevgili Peygamberimiz'e (sallallahu aleyhi vesellem) haber gönderdi.

Peygamberimiz doğum müjdesini alır almaz sevgili hanımının yanına girdi. Hazret-i Hatice üzgündü çünkü O’na bir erkek evlat vermek istiyordu. Ancak kız çocuğu olmuştu.

Cahiliyye bakışlarının O'nu incitmesinden korkuyordu. Peygamberimiz minik yavruyu sevinç ve huzurla kucağına aldı bağrına bastı.Öptü kokladı.Annesini tebrik etti ve:
-‘’Kızımın adı Zeynep olsun.’’ dedi.

Herkes şaşkındı. Zeynep ha yani babasının süsü…

Cahiliye devrinde kız çocuklarının kaderini değiştirecek ilk adımdı bu… Bundan böyle kızlar artık utanç değil babalarının süsü olacaktı…

O, çocuklarına hep en güzel isimleri koydu ve:

“Çocuğun babası üzerindeki haklarından biri, rûhâniyetli bir isim koyması ve güzel bir edep vermesidir.” buyurarak güzel isimler koyulmasını da tavsiye etti.

(Beyhakî, Şuâbu’l-Îmân, VI, 401-402)

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.462
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.462
  • Müdür Yardımcısı
# 22 Eki 2014 20:58:41
İşimin yoğunluğu, eşim ve üç çocuğumun beklentileri sebebiyle annemi görme fırsatım pek olamıyordu. O akşam annemi yemeğe ve ardından sinemaya davet ettim. Endişelendi ve hemen “İyi misin, her şey yolunda mı” diye sordu. Annem de geç saatte gelen bir telefonun veya sürpriz bir davetin mutlaka kötü bir anlamı olacağından şüphelenen tipte kadınlardandı.

- “Seninle beraber ikimizin biraz zaman geçirmemizin güzel olacağını düşündüm” diye yanıtladım.

- “Sadece ikimiz mi?” Biraz düşündü ve “Çok isterim” diye cevap verdi.

O cuma, iş çıkışı onu almaya giderken kendimi biraz gergin hissediyordum. Eve vardığımda fark ettim ki o da, randevumuzdan ötürü hafif gergin görünüyordu. Kapısının önünde, paltosunu çoktan giymiş bir şekilde bekliyordu.
Saçlarını yaptırmıştı ve üzerinde babamla kutladıkları son evlilik yıl dönümlerinde giydiği elbise vardı. Bana melekler kadar ışıltılı bir yüzle gülümsedi. Arabaya bindiğimizde:
- “Arkadaşlarıma oğlumla dışarı çıkacağımı söyledim gerçekten çok etkilendiler” dedi. “Randevumuzun nasıl geçtiğini duymak için sabırsızlanıyorlar.”

Gittiğimiz restoran, çok şık olmasa da sevimli, sıcak ve servisin kaliteli olduğu bir mekândı. Annemse, bir kraliçe edasıyla koluma girdi.Yerimize oturduktan sonra ona menüyü okumam gerekmişti, çünkü küçük yazıları göremiyordu.

Ben daha menünün ortalarındayken annemin nemli gözlerle ve nostaljik bir gülüşle bana bakmakta olduğunu fark ettim.

- “Eskiden, sen küçükken, menüleri okuyan bendim, sense meraklı bakışlarla beni dinlerdin” dedi.

Ben de gülümsedim.
- “O zaman, şimdi senin rahat rahat oturma sıran ve ben de okuyarak borcumu ödeyebilirim” dedim.

Yemek boyunca muhabbetimiz çok güzeldi, sıra dışı hiç bir şey olmadı ama eskilerden ve hayatlarımızdaki yeniliklerden bahsederek kaybettiğimiz zamanın birazını telafi etmeye çalıştık. O kadar çok konuştuk ve eğlendik ki film saatini kaçırdık. Akşam annemi evine bırakırken;

- “Seninle tekrar çıkmak isterim ama ancak bu sefer benim seni davet etmeme izin verirsen” dedi ve bir akşam tekrar buluşmaya karar vererek ayrıldık.

Eve geldiğimde eşim yemeğin nasıl geçtiğini sordu:

- “Çok güzeldi” dedim. “Düşünebileceğimin çok üstündeydi.”

Birkaç gün sonra annem aniden ciddi bir kalp krizi sonucu vefat etti. Bu o kadar ani gerçekleşmişti ki, onun için bir şey daha yapma şansım olmamıştı. Birkaç zaman sonra evime, annemle yemek yediğimiz restorandan, ödenmiş iki kişilik bir yemek faturası ve üzerine iliştirilmiş bir not yollandı:

- “Oğlum, bu faturayı önceden ödedim, çünkü seninle kararlaştırdığımız randevu gününe gelemeyeceğimden neredeyse yüzde yüz emindim. Yine de iki kişilik bir yemek ayarladım çünkü bu sefer eşinle beraber gitmenizi istiyorum. Seninle olan o günkü randevumuzun benim için ne anlam ifade ettiğini bilemezsin. Seni Seviyorum.”

O an, “Seni Seviyorum” demenin ve hayatta değer verdiğimiz insanlara hak ettikleri zamanı ayırmanın önemini anladım.

Çevrimdışı hüsniye71

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 65
  • 206
  • 65
  • 206
# 22 Eki 2014 21:16:51
 Şu anda annem çook uzakta ve biraz rahatsz mış .Bu hikaye beni çok etkiledi ..İçimi bir özlem kapladı ..Hafta sonu onu görmeye gideceğim...

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.336
  • 223.784
  • 28.336
  • 223.784
# 24 Eki 2014 16:27:55
Bir gün susmayı öğrendim. Öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar susacaktım. Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı. Babam akşamları eve yorgun dönerdi.
Ben bütün gün evde sıkılır, onun gelişini iple çekerdim. Daha o kapıdan girer girmez boynuna atılır onunla oynamak isterdim. Babam sarılır, öper sonra da, hadi odana git, derdi. Yemek hazırlanınca annem çağırır bu
defa masada bir araya gelirdik babamla. Onlar annemle konuşurken ben araya girer, sesimi duyuramayınca da bağırırdım. Babam sinirlenir, 'Bütün gün insanlara kafa patlatmaktan bunaldım, birde sen kafamı ütüleme!' derdi. Annem de 'Bütün gün zaten seninle uğraştım, bir çift laf da mı konuşturtmayacaksı n babanla?' diye çıkışır, beni odama gönderirdi.

Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapishaneme doğru yol alırdım. Babam arkamdan, 'Bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip, hâlâ ne istiyor anlamadım.' diye bağırmaya devam ederdi. 'Keşke benim de bir odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte otursaydık' derdim içimden; ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim.

Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır, televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği önemli birşey varsa beni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı. Azıcık hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı. Bir gün anladım
ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım.

Önce resim yaparak başladım işe. Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; 'Bak, böyle uslu uslu oyna işte.' diyordu. Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili bir şey sorsam afallıyordu. Ama bana kızarak beni artık odama göndermiyordu. 'Son günlerde ne de akıllandı benim oğlum.' diye komşulara anlatıyordu annem halimi.

Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı. Annem 'Odanı topla!'diye odama kapattığında işe nereden başlayacağımı bilemiyordum. Ben bunlarla uğraşırken zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı beceremiyordum .

Annem odama gelip 'Bak sana resim yapmayı yasaklayacağım. ' dedi bir gün. Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden
alırsa ben ne yapacaktım?

Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım. Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur oturmaz çizdiğim resmi getirdim. Babam baktı. Hım, dedi 'Çok güzel olmuş. Bu adam benim herhalde.' dedi. Ben 'Hayır o adam değil, bu çocuk sensin.'dedim. O 'Hayır, bu adam benim, bu çocuk sensin, bu küçük kız da arkadaşın.'dedi. Ben yine 'Hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin, bu küçük kız da annem.' dedim. Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip: 'Peki neden bizi küçük çizdin?' dedi. Heyecanla başladım anlatmaya. Ben büyüyüp adam olacağım. İş bulup çalışacağım. Siz yaşlanıp küçüleceksiniz. Beliniz ükülecek, komşumuz Ahmet amca ile Ayşe teyze gibi küçücük kalacaksınız. Ben işten geldiğimde yorgun olacağım.

Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda işyerinde kafam şişmiş olacağından sizi duymayacağım bile. Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde 'Hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim.' diyeceğim. Ve bir de bağıracağım 'Her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar' diye.

Annemle babamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
Duyduklarına inanamıyorlardı .. Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki sonsuza kadar konuşsam hiç bıkmadan dinleyecekler gibiydi.

Farkında' Olmalı İnsan...

Kendisinin, Hayatın Olayların,
Gidişatın Farkında Olmalı.

Ömür Dediğin Üç Gündür, Dün Geldi Geçti Yarın
Meçhuldür, O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür, O Da Bugündür.

Çevrimdışı paptyaeylüler

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 24 Eki 2014 22:40:09
Bir gün bir çiftçiyle oğlu çiftlikte günlük işlerini yaparken sahipsiz bir at çıkagelmiş. Adam atın üzerinde herhangi bir damga görememiş. Atı önlerine katmışlar. Onlarda kendi atlarıyla atı takip etmeye başlamışlar.
At çiftlik çıkışında bi
r yola sapmış ve bir süre gitmiş. Sonra yandaki gölü görmüş ve su içmek için yoldan çıkmış. Su içmeyi bitirince çiftçi onu tekrar yola çıkarmış. Bir süre daha gittikten sonra bu sefer atın karnı acıkmış ve çimenlik bir yere gitmiş. Karnı doyunca çiftçi onu tekrar yola çıkarmış.
Bu şekilde at birkaç kez daha yoldan çıkmış. Her seferinde çiftçi onu yola çıkarmış. Sonunda akşamüstü bir çitliğe gelmişler.
Çiftliğin sahibi yanlarına gelmiş ve şaşkınlıkla şöyle demiş:
‘Bu benim atım inanamıyorum. Peki bu atın bana ait olduğunu nasıl anladınız?’ Atı getiren çiftçi , atın sahibine şöyle demiş:
‘Ben bulmadım. Att kendisi buldu. Benim tek yaptığım onu yolunda tutmaktı.’
Çocuklarımızın veya birlikte çalıştığımız insanların hedeflerine ulaşmalarını önleyen en büyük engel, sürekli bizim onlara karışmamız ve onların yerine kararlar vermemizdir.
Yapmamız gereken onlara güvenmek, sorumluluk üstlenmelerini sağlamak ve doğru yolu göstermektir.
Bundan sonrası tamamen onların sorumluluğunda olmalıdır.

“ÇOCUKLARINIZI KOLUNDAN TUTMAYIN, YOLDA TUTUN”

Oğuz Saygın

Çevrimdışı paptyaeylüler

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 24 Eki 2014 22:43:32
1969 yazında hikayenin kahramanı olan adam uzun bir seyahate çıkar ve yolu California'dan geçerken dinlenmek için Hotel California'yı bulur... Ufak, sevimli bir oteldir.. Sıcak bir havası vardır... Bir odaya yerleştirirler... Oteldeki ikinci gününde odasının hemen yanındaki odada kalan kadınla tanışır, arkadaş olurlar. Birlikte gezmeye başlarlar. Çok fazla zaman geçmeden birbirlerine aşık olurlar ve tatili Hotel California'da birlikte geçirmeye karar verirler. Çok severler birbirlerini, bütün bir yaz hep beraberdirler. Otelin sıcak insanları, sevimliliği, sadeliği onları çok etkilemiştir. Unutamayacakları bir yaz, bir sevgi yaşarlar. Yazın bitiminde bir karar vermek zorundalardır ayrılık için. Ve şöyle derler: "Eğer bir sene sonra birbirimizi unutmaz ve yine bu kadar çok sevecek olursak, gelecek yazın ilk gününde (tanıştıkları günü kastederek) Otel California'da buluşacağız diye sözleşirler. O zamana kadar birbirlerini hiç aramayacaklardır. (Bu aşk bir yaz aşkı mı, yoksa gerçek bir aşk mı anlamak için yaparlar bunu) - (Eagles hikayenin buraya kadar olanını yaşadıkları günleri, otelin güzelliğini, kasabanın sadeliğini anlatır şarkısında genel olarak) Tam bir sene geçmiştir. Adam sözleştikleri gibi bir sene sonra otelde buluşmak için yola çıkar. Tanıştıkları ilk gündür o gün, yol uzundur bitmek bilmez adam için ve sonunda California'ya varır. Otelin oraya gildiğinde kapkara bir bina bulur. Otel dün yanmıştır. Sevdiği adamla buluşmak için bir gün önceden otele gelen kadın gece çıkan yangında ölür. Adam otele gelirken sevdiği kadınla bir ömür yaşamayı, birlikte olmayı düşünürken, onu bir ömür kaybeder. Gurubun üyeleri hikayeyi duyduğunda çok etkiilenir ve bunun için bir şeyler yazmaya karar verirler. Ve Hotel California'yı yazarlar...

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.336
  • 223.784
  • 28.336
  • 223.784
# 25 Eki 2014 08:42:41
-İstenmeyen kişi olmak…
Cuma çıkışı yakındaki bir parkta yoldan ayrılıp yoğun ağaçların arasına daldım, gür dalların güneşi kapattığı toprağa serpilen sonbahar habercisi erken dökülen yaprakları avuçlayıp kokluyorum. Yalnızım. Vaktiyle geçirdiğim ameliyat nedeniyle koku duyum yetersiz; bu kadarına da hamd olsun. Ağaçların gövdelerini izliyorum. Ya Rabbi ne lezzetli tablolar çizdin bu bahçeye… Hepsini yemek, hepsinin içinde erimek istiyor insan. Şu güzelim yaprakdaki birazcık sonbahar kokusu huzurumu zirveye taşıyor. Ağaçların gövdelerine sarılıyorum, çalıların yapraklarını avuçlarıma alıyorum, dallarındaki damarları izliyorum, tasarımlarını karşılaştırıyorum. Bazılarında tadılacak küçük meyveler de var. Konuşuyorum ağaçlarla… Keşke benim dilimden de konuşabilseler… Ne inanılmaz bir fikir… Ateşi toprak yap, toprağa yeşil çimenle süsle, üzerine ağaç gövdelerini sırala, her biri ayrı bir tasarım olsun… Muhteşem bir duygu…
O sırada yaklaşan iki adamın sesini duyuyorum. Birkaç metre yukarıdaki patikadan sohbet ederek ilerliyorlar. Beni görmediklerinden sesleri yüksek ve söylediklerini anlayabiliyorum.
‘Acıdım adama ya. Sevgisizlik çok kötü!’ diyor birisi… Oğlu uzaklaştırdı evinden, kızı istemedi zaten, adam kime sığınsa kapı dışarı edildi. En son torununa gitmiş okula, ziyarete, sarılıp koklayıp hasret gidereyim diye. Hiç olmazsa onu okulunda göreyim diye. Bahçede görünce “Dede, niye geldin sen!” deyip sırtını dönmüş torunu…
Devamını dinlemedim… O adam kim bilmiyorum ve başıma böylesi gelecek olsa neler hissedeceğimi düşündüm. Gözlerim titredi, görüntü dumanlandı. Bir dede terk edilmiş evlatları ve torunları tarafından. Miras kavgası mı? Vefasız evlat mı? Bilmiyorum.
Ey dede, senin için ve terk edilen mazlumlar için ağlamak isterim. İnsan yaşlanınca da yersiz yurtsuz yetim kalabilirmiş. Allah bizi ahir ömrümüzde senin gibi kimsesiz koymasın. Bir şey mi ettin de Allah senin her şeyini elinden çekip aldı böyle. Acaba çocuklarını Allah’tan mı kopardın da O da çocuklarını senden kopardı? Acaba çocukların mı sana ihanet etti sen mi onlara? Günahın varsa tövbe et ki kurtulasın. Günahın yoksa da üzülme. Anlaşılır ki evlatların nankör ve sen tertemiz bir ahırete çağrılıyorsun. Muhammed Bozdağ

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.336
  • 223.784
  • 28.336
  • 223.784
# 26 Eki 2014 08:44:37
Bir adam Afrika'da yürürken arkasından bir aslanın koştuğunu görür.
Hızla kaçarken tam önünde bir kuyu görür ve hızla kuyuya iner.
İpe sarılıp kuyuya inerken alt tarafta büyük bir yılan görür.
Yılan hızla buna doğru yükselirken ne yapacağım der...
Üstte aslan... Altta yılan...
O sırada iki tane fare, biri beyaz, diğeri siyah, ipi kemirmeye başlar.
Her yerden başı belada iken bir anda yüzünde ıslak bir şey hisseder;
Bir arı bir damla bal yüzüne bırakır ve balın tadı damağında iken....
UYANIR....
''OH BE, RÜYA İMİŞ'' .. der.
Bir seyyide anlatır; Rüyamın yorumu ne diye?
Anlamadın mı? der gülerek...
Peşinden koşan aslan, ÖLÜM MELEĞİ'dir.
İçinde yılan bulunan kuyu, senin MEZAR'ındır.
Sarıldığın ip senin HAYAT'ındır.
Beyaz ve siyah fare GECE ile GÜNDÜZ'dür;
Ömrünü kemirirler.
Peki ya o bal nedir dersen ?
DÜNYA'nın geçici LEZZET'idir,
Ölümün arkasında bir HESAP olduğunu sana unutturur...!

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.336
  • 223.784
  • 28.336
  • 223.784
# 27 Eki 2014 15:41:17
“Akşam vakti şehir merkezinin ara sokaklarında yürürken geçişmek üzere olduğumuz gür aksakalları göğsüne kadar inen bir dede ansızın bana mütebessim bir bakış fırlattı. ‘Sen o ekrandaki hoca değil misin? Seni ne kadar da çok izledim!’ Dedi. Harika bir tatlı tebessümle yaklaştı ve soğuğun soluğumuzu görünür kıldığı o sokağın ortasında kucaklaştık.
“Bana birkaç soru sordu. Konu uzayınca kendisini kenara çekip sordum: ‘Hayırdır dede, kucağında taşıdığın bu karton kutuya dizdiğin kalemleri çakmakları bu şiddetli Ankara soğuğunda satmaya muhtaç mı düştün? Bir yerden emekli olamadın mı? Hayata tutunmuş yardımcı çocukların yok mu?’
Ekrandan hatırladığı unvanla hitap ederek, ‘Ah Muhammed hocam, 77 yaşındayım’ dedi. ’50 yılım çalışmakla geçti. Bir evim vardı; onu da oğlum kumarda yok etti.’ Sözün burasında durdu, yutkundu, titreyen gözlerinin içine bakıyordum. İnleyen bir mırıldamayla devam etti. ‘Ben evladımı çocukken her kötülükten sakındırırdım, ‘aman dinini imanını öğrensin, edepli olsun’ diye ne gayretler gösterirdim. Ama olmadı. Başaramadım. Emekli maaşımla kızlarıma yardım ediyorum. Yetmediği için de mecburen bu işi yapıyorum. Bakıyorum nice kötü ve duyarsız adamların melek gibi evlatları oluyor. Ben de kendime, ‘Nerede hata yaptım’ diye soruyorum. Benim imtihanım çok çetin, çok!’
Dedeyi rahatlatacağı ümidiyle bir şeyler geveledim. İşte, Hz. Nuh (as) peygamber olduğu halde oğlu Kenan ona isyan etti. Bir peygambere bile oğlunun kaderini belirlemek imkânı verilmemişse, sen kendini neden suçluyorsun? Üzülme, hayat fani. Ne yapalım.’
Dededen ayrılıp buz gibi soğukta titreyerek yürürken, kendimin ve çocuklarımın geleceğini düşündüm. ‘Sen kime akıl satıyorsun!’ dedim kendime. Sen ateşin düştüğü yeri nasıl yaktığını bilir misin? Sen son nefesine kadar ahlakını koruyacağından emin misin? Senin evlatlarının da birer edepsiz kumarbaz olmayacaklarının bir garantisi mi var? Çocukların için şimdiden Rabbine yalvarıp yakarıyor musun? O dede, kurtarmaya çalıştığı halde evladını kaybetti. Bir ömürdür inşa ettiği binası çöktü. Peki sen kendinin ve evlatlarının ahiretlerinin kurtulması için yeterince çabalıyor musun? Gelecekte kötülüklere bulaşmayacaklarına dair bir garantin mi var? Neden bu kadar rahatsın?” Dr. Muhammed Bozdağ

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK