İbretlik Hikayeler

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.307
  • 223.514
  • 28.307
  • 223.514
# 13 Ara 2014 09:27:29
Hazreti Ali (kerremallahü vechehu) hurma bahçesinde akşama kadar çalışmış, akşam da devesinin üzerine bir çuval hurma yükleyerek evinin yolunu tutmuştu.
Devenin yuları yardımcısı Kamber’in elinde kendisi de önde gidiyordu. Medine’nin içine girdiklerinde yolun kenarından bir ses geldi. Yoksulun biri elini açmış sızlanıyordu:
- Ne olur Allah rızası için!… diyordu.
İşte bu sırada sesi duyan Hazreti Ali (ra) ile arkadan deveyi getiren Kamber arasında şu konuşma geçiyor. Hazreti İmam soruyor:
- Kamber ne istiyor bu yoksul?
- Hurma istiyor Efendim!
- Ver öyleyse!…
- Hurma çuvalda Efendim!
- Çuvalla ver öyle ise!…
- Çuval da devenin üzerinde!…
- Deveyle ver öyle ise!…
Emri yerine getiren Kamber der ki:
- Devenin ipi de benim elimde, demekten korktum. Çünkü beni de deveyle birlikte yoksula vermekte tereddüt etmeyebilirdi.

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.307
  • 223.514
  • 28.307
  • 223.514
# 14 Ara 2014 10:27:14
Hz. Ali bir gün mescide geldi.Mescidin kapısında bir adam duruyordu. Hz. Ali, bu adamdan, kendisi mescitten çıkana kadar bineğini beklemesini istedi. Hz. Ali mescide girdikten sonra,adam hayvanın yularını alıp kaçtı. Hayvanı orada başıboş bırakıverdi.
Hz. Ali mescitten çıkarkan elindeiki dirhem para vardı. Adamı yaptığı yardımdan dolayı ödüllendirmek istiyordu. Fakat birde ne görsün; hayvancağız tek başına, hem de yuları çalınmış olarak kapıda bekliyor. Yapacak bir şey yoktu.
Hz. Ali evine döndü. Daha sonra, yanında çalışan çocuğu yeni bir yular alması için çarşıya gönderdi. Çoçuk iki dirheme bir yular aldı. Hz. Ali yuları görünce şaşırdı.Bu yular, çalınan yular değil miydi? Hırsız onu çoçuğa iki dirheme satmıştı.
Bunu gören Hz. Ali şöyle dedi:
“İNSAN, SABRETMEMEKLE SADECE, HELAL OLAN RIZKINI HARAMA ÇEVİRİR. ASLA KENDİSİNE EDİNİLEN RIZKI ARTTIRAMAZ.''

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.307
  • 223.514
  • 28.307
  • 223.514
# 14 Ara 2014 15:52:59
''Mendil alır mısın abi?'' dedi, kirli ama güzel yüzüyle.
''Yok'' dedim, ''Sağ ol, sağ ol, benim var''
''Olsun sonra kullanırsın'' dedi titrek sesiyle.
''Peki'' dedim, ''Ver bir tane''
Uzattım parayı, sevindi. ''Mendil kalsın'' dedim, gücendi.
''Olmaz öyle şey, ben dilenci değilim''
''Peki'' dedim, ''Peki, kızma''
Aldım mendili elinden sordum: ''Adın ne senin?''
''Murat'' dedi, ''Murat ama arkadaşlar 'ince', der zayıfım ya hani.''
''Annen, baban yok mu senin?''
''Bilmem, vardır herhalde. Hiç görmedim ki.''
''Peki nerede yaşıyorsun sen? '' dedim.
''Her yerde'' dedi, hem de gülerek...
''Nasıl yani her yerde?''
''Öyle sınırlamıyorum kendimi sizler gibi'' dedi ve patlattı kahkahayı.Haksız da sayılmazdı hani...
''Kimden alıyorsun sen bu mendilleri?''
''Sakallı mehmet amcadan''
''Kaçtan veriyor sana tanesini?''
''İkiyüzelli';den''
''Peki sen ne kazanıyorsun mendil başına?''
''Ee!.. İkiyüzelliii''
''Ne yani hiç para almıyor mu Mehmet amcan senden?'' diye sordum şaşkınlıkla.
Biraz kızgın baktı yüzüme: ''Siz hep böylesiniz zaten, karşılıksız iyilikten anlamazsınız.''
''Niye ki?'' dedim, anlattı:
''Bir keresinde bir abla ağlıyordu, 'Abla mendil alır mısın? diye sordum, 'defol!...' diye bağırdı bana. Oysa, oysa vallahi satmayacaktım ben ona, gözyaşlarını silsin diye vermiştim mendili. Anlamadı... Ama ben yine de gizlice koydum çantasına.''
''Peki'' dedim, ''Ben bir yıllık mendil ihtiyacımı alsam senden, bir seferde, topluca yani olur mu?''
''Olmaz'' dedi kafasını iki yana sallayarak.''Olmaz!...O zaman benim bütün günlerimi satın alırsın. Satılık olanlar sadece mendiller abi. Günlerimi bırak, bana kalsın...''

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.307
  • 223.514
  • 28.307
  • 223.514
# 14 Ara 2014 16:06:24
ALLAH İÇİN SEVDİĞİNDEN VAZGEÇMEK:
____LÜTFEN OKUYALIM____
İki genç birbirlerini çok seviyorlardı ,
Ama bu bildiğimiz sevgiler gibi değildi.
Onların sevgisi rıza eksenli bir sevgiydi bir araya gelseler ,
Birbirlerine Hak'kı anlatır ve tavsiye ederlerdi.
Birbirlerine öğretmen oldular .
3 yıl kadar süre zarfında bir kez bile aralarında öf dahi denecek bir olay geçmedi...
Bu arada bir araya gelmeleri de sadece ve sadece 3 veya 4 kezdi.
Çünkü ;
Biliyorlardi ki;
Kadınla Erkek bire bir yanlız kaldıkları zaman yanlarında 3.kişi şeytandı.
Arkadaşları ile dışarı çıktıklarında bir bir yüzlerine dahi bakamazlardı.
Onlar konuşmazdı çoğu zaman ama kalpleri ber nedense birbirini anlardı...
Sonunda karar verdiler.
Allah' ın inayeti ailelerinin de izni olursa bu duyguyu evlilik ile birleştireceklerdi.
O akşam erkek ailesine açacaktı konuyu ve açtıda.
Kız merak etmiş ve mesaj çekmişti erkek yarın konuşuruz demişti.
Ve yarın oldu, bir araya geldiler.
Erkeğin yüzünden düşen bin parçaydı ve dokunsan ağlayacak gibiydi.
Kızda ise her zaman ki; o hoş tebessümü vardı.
Erkek bir türlü söyleyemiyordu.
Bir süre sustular sadece.
Kız anlamıştı aslında ve konuyu o açtı...
Ne olursa olsun ben seni Allah rızası için çok seviyorum ,
Ve ben seni bu dünya için istemedim ki sadece,
Biz dünyaya talip insanlar değiliz değil mi?
Erkek ne diyeceğini bilemedi yutkundu.
Sonra gözlerinden yaşlar düşmeye başladı.
Çok uğraştım ama annem istemiyor dedi.
Kız o tebessüm çehresi ile baktı bir süre erkeğe ve sonra;
Eğer annen bu şekilde düşünüyorsa ben zaten seni istemem.
O zaman değil mi ki Rabbim rızası Ana Baba rızasından geçer.
Biz bu yola rıza için çıktık.
Şimdi nasıl çiğneyip büyükleri, vazgeçebiliriz ukbadan ?
Sakın üzülme bak ben üzülmüyorum ve seni çok seviyorum.
Annenede kızmıyorum asla,
Çünkü herşeyde bir hayır vardır, biz bilemeyiz.
İman etmek güzelliklere iman edip musibet anında isyan etmek değildir ki..
Seni karşıma çıkarana ve bu duyguları yaşatana hamdolsun.
Sen bana öğretmen oldun, Rahman' a giden yolda bir basamaktın hep bana dedi.
Ve gözlerine dolan yaşlar yanağını ıslatmaya başladı.
Karşılıklı bilemedikleri anlamadıkları bir duyguyla birbirlerine baktılar ve ağladılar öylece bir süre..
Suskunluğu yine kızın o tebessüm çehresiyle bakan buğulu gözleri bozdu..
Seni sevdiğimi biliyorsun sende beni seviyorsun bende bunu biliyorum.
Bunu bilmek bile bana yeter.
Ayrıca sevgi sadece kavuşmak değil ki,
Yada sevda sadece yanında olunca yaşanmaz ki.
O zaman o sevda olmaz ,çıkar ilişkisi olur.
Ben seni yanımda olmadığında da seviyorum ve seveceğim inşaAllah.
Hep yalvardım Yaradana ,
RABBİM !
Dünya için istemiyorum onu rızan ne ise bize onu göster.
Ben ahirete sevdalıyım ve asıl kavuşmalar ordadır.
Onuda bana orda ver dedim, hep.
Galiba dualarım kabul oldu ne dersin?
Dünyada yaşasak yaşasak seninle 50 yıl yaşarız.
Ya sonrası fani ye değil Baki ye bizim sevdamız.dedi ve sustu.
Gözyaşları almış gidiyordu.
Erkeğin gözleri kıpkırmızı oldu ve sadece.
"Seni çok seviyorum ve seveceğim" oldu.
Kalktılar masadan gözlerindeki yaşlarını sildiler,
Ve hoşçakak demeden yollarına gittiler.
Hala kalpleri ne hisseder bilinmez ama böyle bir sevda bitmez...

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.307
  • 223.514
  • 28.307
  • 223.514
# 14 Ara 2014 22:23:05
Adam, telaşlı, öfkeli bir halde hanımına bağırıp, çağırıyordu. Babalarının sesini duyan iki çocuk ise yataklarından kalkıp salona gelmişti. Babalarının öfkesini görünce, korkmuş, sinmiş halde birer koltukta sessizce oturup kalmıştı. Adam, çocuklara, hanımın üzüntüsüne aldırmadan söylenip duruyordu:
-Söyledim değil mi, söyledim. Bu gün toplantı olduğunu, açık mavi gömleği ütülemeni söyledim. “Kahverengi gömlekle gidiversen nolur! muş. Bugün sunum yapacağım, karamsar bir görüntü mü vereyim, dinleyenlerin içi kararsın, bu da projeye verecekleri oyu etkilesin! Bunu mu istiyorsun?
-Tamam bey, bitti işte.
Adam açık mavi gömleği hışımla aldı;
-Bitti, tabi bitti ama ben geç kaldıktan sonra bitmiş neye yarar.
Hanımı çocukların korkmuş yüzlerine baktıktan sonra, yine eşini sakinleştirmeye çabaladı;
-Dün bundan da geç çıkmıştın, vakit var, yetişirsin.
-Anlamıyor ki, anlamıyor ki. Bu gün sunumu ben yapacağım. Herkesten önce gitmeliyim ki, gelecek önemli konuklara ‘Hoş geldin’ demeliyim.
Adam bir sürü söz daha söylenerek, bağırarak çıktı, arabasını çalıştırıp uzaklaştı. Hanımı, direksiyon başında da öfke saçan eşinin halinden endişelendi, “Bir kaza yapmasa bari”.. Eşi uzaklaşınca, çocuklarının yanına gidip sarıldı, rahatlatmaya çalıştı.
-Madem erkenden kalktınız, hemen size sultanlara layık bir kahvaltı hazırlayıp getireceğim.
Mutfağa geçti, zihnindeki huzursuzluğu dağıtmak için hemen neşeli müzikler çalan bir radyoyu açtı. Ocağa haşlamak için yumurta koydu, cezvede süt ısıtmaya başladı. Masaya zeytin, peynir, reçel koymayı da ihmal etmedi. Biraz sonra çocuklarına seslendi
-Kahvaltınız hazııır!
Çocuklar kahvaltıya otururken, radyoda müziğin birden kesilmesi dikkatini çekti.Son dakika haberi anonsuyla, radyonun sesini biraz daha açtı. Radyo’da zincirleme bir kaza haberi vardı. Ayrıntılarla biraz sonra birlikte olacağız demişti spiker ama kazanın yerini söylediği andan itibaren o sandalyesine yığılıp kalmıştı. Spikerin bahsettiği kaza yeri, kocasının her gün işe giderken geçtiği dörtlü kavşaktı. Eşinin bu kavşaktaki trafikten şikayetçi olduğunu, her sabah yoğun bir trafik olduğunu söyleyişi aklına geldi. “Geç kaldım diye acele edip acaba o da” Aklına gelen düşünce içini daha da yaktı, hemen ayağa kalktı.
-Çocuklar, unutmayın ocağa yaklaşmak yasak. Kahvaltınızı yapıp salona geçin, oynayın. Benim acil bir yere uğramam gerek, kapıyı da kimseye açmayın tamam mı?
Sokağa çıkmak için üzerine bir şeyler aldı, cebine de bir taksi parası aldı. Kapıya yöneldiğinde kocasının bu kazada ölmüş olabileceği endişesiyle kabaran yüreğine daha fazla dayanamayıp, ağlamaya başlamıştı. Gözyaşlarını çocukları görmesin diye, açık olan mutfak kapısına sırtını dönmeye özen gösteriyordu. İçindeki acının kocasının ölmüş olma ihtimali kadar, giderken kendisini kırması ve çocuklarının önünde bağırıp çağırmasından da kaynaklandığını anladı. Oysa her zaman böyle öfkeli değildi.
-Eğer ölürse, çocuklarım babalarını, son gördükleri haliyle mi hatırlayacak? Kalp kıran, öfkeli bir baba olarak mı kalacak akıllarında?
Kapıdan çıkarken, çocuklarına bir kez daha seslenecekti ama artık akan gözyaşları saklanamayacak haldeydi. Hemen kapıyı açıp dışarı çıkmak için hamle yaptı ama karşısında kapıya doğru adım atmakta olan kocası vardı. Adam, bir an karısının ıslak yanaklarına baktı; “Haberleri mi dinledin?” diye sordu. Hanımı, konuşamadan sadece başıyla onayladı. Adam, önce sarıldı, sonra eşinin yanaklarını sildi. Hanımı zorlukla sordu;
-Hani önemli bir toplantına geç kalmıştın, niye döndün?
-Kaza benim hemen yakınımda oldu. O anda toplantıdan daha önemli bir şeyi unuttuğumu hatırladım. Eğer o kazada ölseydim”
O anda çocuklar da yanlarına gelmiş, babalarının yine öfkeli olabileceğini düşünerek, annelerinin yanında durmuştu. Adam, bütün içten, samimi gülümsemesiyle çocuklarını yanına çağırdı, boyunlarına sarıldı, yanaklarından öptü.
-Ben bu gün büyük bir hata yaptım ve evden çıkarken, sizleri ne kadar sevdiğimi söylemeyi unuttum. Böyle önemli bir şey unutulur mu hiç. Ne yapalım, ben de geri döndüm.
NE ZAMAN ÖLECEĞİMİZİ, BAŞIMIZA NE GELECEĞİNİ HİÇBİR ZAMAN BİLEMEYİZ. BU YÜZDEN SEVDİĞİNİZ İNSANLARLA AYRILIRKEN HEP GÜZEL HATIRLANACAĞINIZ BİR ŞEKİLDE VEDALAŞIN. BAZI ŞEYLERİN TELAFİSİNİ ETMEK İÇİN FIRSATINIZ OLMAYABİLİR BİR DAHA…

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.307
  • 223.514
  • 28.307
  • 223.514
# 14 Ara 2014 22:52:06
Sen’de Ona İkram Et! | Bir Kıssa Bin Hisse
Vaktiyle bir ateşperest, oğlunu evlendirmektedir. Düğün günü çok koyun ve inek kesilir. Et kokuları mahalleyi sarar. Ancak evin bitişiğinde, Müslüman, dul bir kadın, dört yetimiyle yaşamaktadır. Hepsi de günlerdir açtırlar. Kadıncağız, düğün evinin kapısını çalıp, ‘ateş’ ister. Ancak maksadı başkadır. “Belki yemek verirler” diye gitmiştir. Adam, kadının niyetini anlasa da! bir şey vermez. Kadıncağız, bir daha gidip ‘ateş’ ister. Yine eli boş döner. Üçüncüde yine öyle. Ama ne olur bilinmez, bu defa acır kadına. Hallerini anlamak için dehlize iner ve dayar kulağını bitişik evin duvarına ve dinler.
Yetimcik, annesine yalvarır:
- Anneciğim, ne olur bir daha git. Belki bu sefer bir şey verirler.
Kadın ağlamaklıdır:
- Üç defa gittim! yavrum! Artık utanıyorum.
Adam bunu duyar. Kalbi sızlar. güze bir ‘Sofra’ hazırlatıp, gönderir evlerine. Ve dehlize inip, dinler yine. Yetimlerin en küçüğü dua ediyor:
- Ya Rabbi! O nasıl bize ikram ettiyse, sen de ona ikram et! Onu imanla şereflendir!
Ardından;
- Âmiiiin! sesleri yükselir.
O anda, kalbi döner ateş perestin. Ve ‘Şehâdet’i getirip imanla şereflenir. Nitekim Sadaka, belâyı önler. Ama dua, kaderi değiştirir! Buyurmuştur büyüklerimiz..!

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.307
  • 223.514
  • 28.307
  • 223.514
# 15 Ara 2014 14:48:24
AZRAİLİN EN ÇOK SEVİNDİĞİ VE ÜZÜLDÜĞÜ AN
Allah ruhları bedenden almakla vazifelendirdiği ölüm meleği Hz.Azrail'e sormuş:
-Ey Azrail! Bunca zamandır kullarımın canlarını alıyorsun. Ruhları bedenden alma zamanında en çok kime merhamet duydun, en fazla kime öfkelendin?
-Yâ Rabbi! Herşeyi sen bilirsin. Bir defasında deniz üzerinde fırtınaya tutulan bir geminin suya dökülen bütün bireylerinin ruhunu almıştım. Fakat bu sırada kucağında küçük yavrusuyla bir tahta parçasına tutunmuş, suya bir dalıp bir çıkan annenin de ruhunu kabzedip, küçük yavrusunu tahta üzerinde sağ salim bıraktığım zaman, su yüzünde annesiz kalan bu yavrucağa çok acımıştım.Onun acıklı hali, beni uzun zaman üzmüştü.
Allah tekrar sormuş:
-Ey Azrail! Bu en çok acı duyduğun bir olaydır.Bir de en çok sevinç duyduğun bir olayı anlatır mısın? Kimin ruhunu sevinerek aldın.
Azrail bu soruya da şöyle cevap vermiş:
-Filan yerde zâlim bir hükümdar vardı; etrafını kasıp kavuruyor, halkı inim inim inletiyordu.İşte bu zâlimin ruhunu almam için emir verildiğinde ona doğru giderken derinden bir neşe duydum.O zâlimin canını alırken duyduğum sevinç kadar, hiçbir vakit sevinç duymadım.
Nice sırlar ve hikmetler sahibi Allah bu defa, Azrail'e bir soru sormuş:
-Ya Azrail! O canını alırken sevinç duyduğun zâlim kimdi, biliyor musun?
-Sen bilirsin yâ Rabbi!
-İşte ruhunu alırken büyük sevinç duyduğun o zâlim, vaktiyle bir tahta üzerinde bıraktığında büyük üzüntü duyduğun o çocuktu..

Çevrimdışı m3r52

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.770
  • 15.703
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 1.770
  • 15.703
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 15 Ara 2014 18:38:11
CENNETE İLK GİRECEK KADIN
Hazreti Fatımatüzzehra (r.a.) Hazretleri bir gün babası Peygamberimiz (s.a.s.)'e:
— Babacığım cennete en önce kadınlardan kim girecek? diye sordu.
Peygamberimiz (s.a.s.):
— Falan mahallede bir kadın var. O kadın ilk cennete girecek kadındır, buyurdular.
Hazreti Fatıma çok merak etmişti:
— Benden de mi evvel girecek babacığım? diye sordu. Hazreti Peygamberimiz:
— Senden de evvel girecek, istersen git de bir tanış. O zaman sen de neden önce onun gireceğini öğrenirsin, buyurdular.
Hazreti Fatıma'nın o kadın hakındaki merakı iyice artmıştı. Bir gün kadının evini sora sora buldu, kapısını çaldı, içerden ihtiyar bir kadın sesi duyuldu:
— Kim o?
Hazreti Fatıma, kendisini tanıtıp görüşmek istediğini söylediğinde kadın:
— Canım sana feda ey Allah Resulünün kızı. Sizinle çok görüşmek arzu ederdim. Fakat dışarı çıkmadığım için ziyaretinize gelemedim. Sizin beni arayıp bulmanız benim için bir lütuftur. Ancak ne var ki ben kocamdan izin almadan size kapıyı açamayacağım. Sizden çok özür dilerim. Yarın gelirseniz içeri girmeniz için izin alır kapıyı açarım, görüşürüz, dedi.
Hazreti Fatıma geri gitti, kadın da meseleyi anlatıp kocasından izin aldı. İkinci gün kadınla görüşeceğine emin olarak gelen Hazreti Fatıma yanına Hazreti Hasan'ı da alarak geldi. Kadının kapısını çalarak geldiğini bildirdi. Fakat kadın Hazreti Fatıma'nın yanında bir çocuk bulunduğunun farkına varmıştı. Hazreti Fatıma'ya:
— Yanınızda bir de çocuk var. Ben yalnız sizin için izin almıştım, içeri siz girebilirsiniz, fakat çocuk dışarda kalır, isterseniz yarın gelin onun için de izin alayım, beraber içeri girersiniz, dedi.
Hazreti Fatıma ikinci defa içeri giremeden geri döndü. Üçüncü gün yanına Hazreti Hüseyin'i de alarak gitmişti.- Kapıda yine aynı durumla karşılaşarak Hüseyin'i içeri alamayınca geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Üçüncü gün üçü birden gittiklerinde kadın kocasından her üçü için de izin almıştı, içeri girdiler. Hazreti Fatıma bir de baktı ki, içerde kendisini karşılayan dışarda sesinden tanıdığı kadın değil. Genç ve güzel bir kadın... Hayretle sordu:
— Sizinle dışardan konuşurken sesiniz başka idi, şimdi başka, bu nasıl oluyor? dedi.
Kadın;
— Sizinle konuşurken sesim dışarıya çıkmakta idi. Ben de sesimi yabancı erkek duyar da günaha girerim diye ağzıma taş parçası alarak konuşuyordum. Şimdi ise o taşı çıkardım, dedi.
Hazreti Fatıma'nın gözleri yaşarmıştı. Babasının neden cennete evvelâ bu kadının gireceğini söylediğini anladı.
Kadın Hazreti Fatıma (r.a.)'ya:
— Ey Allah'ın Resulünün kızı! Acaba ben kocama karşı vazifemi ifa etmiş oluyor muyum? "Allah beni kocama itaatsizlikten dolayı hesaba çeker diye korkuyorum, dedi.
Hazreti Fatıma babasının müjdesini bildirdi:
— Hayır! Sen bil'akis babamın cennete ilk girecek kadın diye müjdelediği birisin. Hiçbir kadın sizin yaptığınızın onda - birini bile yapamaz, dedi.
Ve cennete ilk girecek olan kadınla bir hayli sohbet ettikten sonra müsaade isteyerek oradan ayrıldı

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.307
  • 223.514
  • 28.307
  • 223.514
# 15 Ara 2014 20:21:23
HZ. İSAYA SORULAN SORU
Akıllı, gönlü açık biri İsa (a.s)' dan :
- "Alemde her şeyden daha sarp daha güç olan nedir?" diye sordu.
Hz. İsa (a.s) gülerek cevap verdi :
- "Ey uyanık ve akıllı er, dünyada en sarp ve en güç şey Allah'ın (c.c) gazabıdır. Çünkü o gazaptan cehennem bile su gibi erir, titrer." buyurdu.
Bunun üzerine adam şöyle sordu :
- "O zaman Allah'ın (c.c) bu şiddetli gazabından nasıl korunup kurtulmalı?" dedi.
Hz. İsa (a.s) :
- "Kızdığı zaman kızgınlığına, hırsına yenilmemekle bundan korunabilirsin...
Kötü kişiler bu hırsın ve kızgınlığın madeni gibidir. Kötü kişinin kızgınlığı en vahşi hayvanın kızgınlığından daha beterdir. Allah'ın (c.c) gazabından korunmak için kızgınlıktan sakın." dedi.

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.307
  • 223.514
  • 28.307
  • 223.514
# 15 Ara 2014 20:22:05
PEYGAMBERİMİZİN RÜYASI
Hazreti Peygamberimiz s.a.s. Efendimiz bir sohbetinde eshab-ı kirama bir rüyasını şöyle anlattılar:
Dün gece rüyamda, yanıma iki kişi geldi. Ben kim olduklarını sordum. Söylemediler... Bana:
— Yürü, beraber gidelim, dediler. Beraber yürümeye başladık. Biraz ileride, arkasını yaslanmış bir adam gördüm. Onun başının ucunda başka bir adam, ona taş taşıyor ve taşıdığı taşlarla adamın başını eziyordu. Adam başka taş almaya gidince başı ezilenin başı eski haline geliyor, o adam yine getirdiği taşlarla adamın başını eziyor ve bu hal böyle devam edip gidiyordu.
Ben yanımdakilere:
— Allah, Allah! Bu ne haldir? diye sordum. Bana sen yürü, yürü dediler...
Yürümeye devam ettik. Adamın biri sırtüstü yatıyor, diğer bir adam da, elinde demirden kanca olduğu halde yatan adamın yüzünün bir tarafını parçalıyor, öbür tarafına geçiyor, öbür yüzünü yarıncaya kadar parçalanan yüzü iyileşiyor, tekrar dönüp aynı işkenceyi sürdürüyordu.
Ben yine:
— Sübhanallah! Bunlara ne oluyor böyle, dedim. Bana yine:
— Sen yürü, yürü! dediler. Devam ettik. Biraz ileride fırına benzer bir yer gördüm... İçinde insanlar, altlarından alev geldikçe öyle feryat ediyorlar ki, dünyada onların sesini duyan her canlı ölürdü.
Ben: — Bunların suçu nedir? dedim. Yanımdakiler bana sen yürü, yürü dediler. Yürüdük... Suyu kan renginde bir nehir... İçinde bir adam yüzüyor, yüzüyor, ırmağın kenarına geliyor. Kenarda yanında birçok taş toplanmış bir adam... Yüzen adamın ağzına bu- taşı koyuyor. Adam gidiyor, o taşı yutuyor ve yüzerek geri geliyor. Bu şekil azap devam edip gidiyor.
Ben:
— Bu nasıl şeydir? dedim. Bana sen yürü, yürü dediler. Yürüdük... İlerde çirkin bir adam... Bir ateş yakmış, yaktığı ateşin etrafında durmadan dolaşıyor, hayret etmiştim bu adamın haline.
— Bu ne yapıyor böyle? dedim. Bana:
— Sen yürü, dediler.
Bir müddet daha gittik, içinde çeşitli çiçeklerin bulunduğu bir bahçe gördüm, içinde uzun mu uzun boylu bir adam, öyle ki boyunun uzunluğu göklere doğru yükselmişti. Adamın etrafında ise toplu halde kalabalık çocuklar vardı.
— Böyle uzun-boylu bir adam ve bu kadar çok çocuk görmemiştim. Bu adam kim ve yanındaki çocuklar kimlerdir? diye sordum.
Bana yine:
— Sen yürü, yürü, dediler.
Yürümeye devam ediyorduk. Büyük bir ormana vardık. O kadar büyük orman daha görmemiştim.
Yanımdakiler:
— Buraya gir, dediler.
Beraber girdik. Biraz ilerde altın - gümüşten yapılmış muazzam bir şehir göründü. Şehrin kapısını vurdular. Kapı açıldı, içeri girdik, içerde bizi bir takım insanlar karşıladı. Vücutlarının bir yüzü gayet güzel, bir yüzü ise çok çirkindi. Yanımdakiler onlara, oradan akmakta olan nehri göstererek:
— Şu nehre girin, dediler.
Onlar nehre girdiler geri çıktılar. Vücutlarındaki o çirkinlikten hiç eser kalmamıştı...
Yanımdakiler bana:
— Burası Adn Cennetidir... Senin yerin burasıdır, dediler. Başımı kaldırıp baktığımda çok güzel bir köşk gördüm. Onlara, beni bırakın da yerime gireyim dedim... Kabul etmeyip şimdi olmaz, ileride geleceksin, dediler. Ben onlara kim olduklarını sordum. Allah tarafından gönderilmiş melekler olduklarını söylediler. Bu gördüklerimiz acaip şeylerin ne olduğunu sordum. Şöyle anlattılar:
Birincisi, kafası taşla ezilen adam; Kur'an öğrenip onunla amel etmeyen ve uykuyu farz namaza tercih eden kimsedir. Yarın kıyamette böyle azap görecek. İkincisi, kânca ile yüzü parçalanan kimse ise; yalan söyleyerek, halkı biribirine düşüren kimsedir, öyle azap görecek... Üçüncüsü, yani fırında azap görenler, zina eden erkek ve kadınlardır... Dördüncüsü, yani kan renginde ırmakta yüzen ise; faiz yiyendir... Ateşin etrafında dolaşan beşincisi ise Cehennem zebanisi Mâlik'tir... Altıncısı, bahçedeki uzun boylu adam, ibrahim aleyhisselam...Etrafındaki çocuklar da İslûm olarak doğan ve İslâm olarak ölen çocuklardır... Peygamberimiz buraya gelince, Eshab:
— Ya Rasûlallah müşriklerin çocukları da dahil mi? diye sordular.
Peygamber Efendimiz:
— Evet! buyurdu.
Vücutlarının yarı yeri çirkin yarısı güzel kimseler ise, hem günah işleyip hem de iyilik eden, fakat iyilikleri kötülüklerine galebe çalan kimselerdir, diye anlattılar, buyurdu.

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.307
  • 223.514
  • 28.307
  • 223.514
# 15 Ara 2014 22:33:49
(“Ah..! Keşke biz de yetim olsaydık da senin kavuştuğun şerefe biz de kavuşsaydık..!”)
Zaman-ı saadette on yaşındaki Abdullah, babası bir harpte şehit olunca yetim kalmıştı. Gülmüyor, oynamıyor; oynayan çocuklara bakıp içli içli ağlıyordu!
Efendimiz onu gördü; haline acıdı ve yanına yaklaşıp “Evladım sen niçin oynamıyorsun bakayım?” diye sordu.
Abdullah, başı yerde olarak “Benim babam yok ki” dedi.
“Kardeşlerin var mı?”
“Kardeşlerim de yok!”
Bunun üzerine Efendimiz de ağladılar ve yetimin başını şefkatle okşayıp “Sen Hasan ve Hüseyin’e kardeş olmak ister misin?” diye sordular.
Abdullah’ın gözleri parladı!
Başını kaldırıp baktı.
Ve şaşırıp kaldı.
Zira Efendimizdi bunu soran.
***
Sevinçle “İsterim yâ Resulallah!” dedi.
Tekrar sordular:
“Benim torunum olur musun?”
“Evet, hem de çok isterim.”
“Öyleyse sen benim torunumsun, haydi tut elimden bize gidelim!” buyurdu.
***
Birlikte eve geldiler. Abdullah mutluydu, yetimliğini unutmuştu. Hane-i saadette yemeğini yedi, güzel bir elbise giydi ve koşarak geldi oyun yerine.
***
Sevinçten yerinde duramıyor “Ben, Peygamberimizin torunuyum!” diyerek neşeyle hopluyordu.
Öbürleri baktılar.
Ona gıpta edip:
“Ah! Keşke biz de yetim olsaydık da senin kavuştuğun şerefe biz de kavuşsaydık!” diyorlardı.

Çevrimdışı paptyaeylüler

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 15 Ara 2014 22:55:06
Küçük çocuk, şeftali çekirdeğini dişiyle kırmak için zorlanıyordu. Babası ona dedi ki:
“Oğlum!.. Şeftali çekirdeğini dişinle kıramazsın!”
Çocuk, şeftali dişiyle yeniden zorladı. Şeftali çekirdeğinin traktör lastiklerini anımsatan pütürlü sert kabuğu dişlerinin yüzeyini eriterek çıtırdattı. Elini acıyan dişine götürdü çocuk. Dişi sallanıyordu.
“Oğlum!”dedi babası yeniden. “Şeftalinin çekirdeği serttir, yazık edersin dişlerine.”
Çocuk inat ediyordu. İlle kıracaktı bu sert çekirdeği. Yere koydu ve ayakkabısının topuğuyla üzerine bastırdı. Kırılmıyordu çekirdek. “Sen inatçıysan, ben senden daha inatçıyım.” dedi çocuk. Bu kez bir taş aldı eline; taşla kırmayı denedi. Her vuruşta bir yana fırlıyordu çekirdek.
“Şeftali çekirdeği çok serttir oğlum.” dedi babası. “O küçük taşla kıramazsın!”
Çocuk öfkeyle çekirdeği tekmeledi. Çekirdek, tulumbanın yanındaki toprağa düştü. Çocuk öfkeyle bastı üzerine, iyice toprağa gömdü.

Aradan günler geçti. Çocuk şeftali çekirdeğini unutmuştu. Mahallesinin çocuklarıyla oynuyordu. Babası çağırdı onu.
“Bu ne oğlum?” dedi.
Çocuk babasının parmağıyla gösterdiği yana baktı. Küçük, iki yeşil yapraklı bir ot gördü.
“Ot.” dedi.
“Ot değil.” dedi baba. “Dişlerinle ve taşla kıramadığın şeftali çekirdeğinden çıkan şeftali ağacının fidanı.”
Çocuk, inatçı sert çekirdeği anımsadı. Dişiyle kıramadığı, taşla kıramadığı, tekmeyle kıramadığı çekirdek fidana dönüşmüştü işte. Bu fidan büyüyecek ve ağaç olacaktı; çiçek açacaktı. Şeftali verecekti. Şaşırdı.
Babası ona dedi ki:

“Oğlum... Ne zaman, hangi koşullarda olursan ol, dara düştüğünde şeftali çekirdeğini anımsa. Dişinle kıramadın o çekirdeği, taşla kıramadın. Ama uygun toprağa düşen çekirdek, günü gelince o sert kabuğu parçalar, toprağı deler ve yeşerir. Nedir o çekirdeğe bu gücü veren, güzel oğlum? Çekirdek, kabuğunu parçalayan gücünü kendi içindeki çelişmelerden alır oğlum. Her şey kendi içinde zıtlarını taşır. Her şey kendi içinde, kendini değiştirecek, başkaldıracak özü taşır.”
Çocuk dikkatle babasını dinliyordu. Baba gülerek dedi ki:
“Şeftali çekirdeğine inan. Kendi gücüne güven!”

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.307
  • 223.514
  • 28.307
  • 223.514
# 15 Ara 2014 23:27:05
Paylaşmanın Hakkını Vermek | Bir Kıssa Bin Hisse
Sevdiğiniz şeylerden başkalarına da vermedikçe, tam bir iyilik vasfına eremezsiniz. Her ne harcarsanız şüphesiz Allâh onu bilir.” (Âl-i İmran, 92)
Vaktiyle Kalaycı Dede adında bir âlim zat yaşarmış. Şehrin ârif şahsiyeti ve akıl hocasıymış. İsminden de anlaşılacağı üzere kalaycılıkla uğraşır, yalnızca günlük ihtiyacını karşılayacak kadar kazanır ve sonra ibâdete çekilirmiş. İkindi üzeri şehrin çarşısına iner; ihtiyaçlarını alır, insanlarla ve esnafla sohbet eder ve onlara güzel öğütler verirmiş. Mâhir elleriyle kapları kalayladığı gibi sözleriyle de insanların rûhunda bir aydınlık, ferahlık sağlarmış.
Kalaycı Dede kimden alış-veriş ederse, o günün gözde dükkanı o olur, halkta o dükkanı tercih edermiş. Dükkan sahipleriyse, O, dükkana girince hem âlim bir zâtın kendilerini seçmiş olmasından dolayı şeref duyar, hem de günün en fazla satış yapacak dükkanı olmanın sevincini yaşarlarmış. Bu yüzden Kalaycı Dede’nin torbasına onun alacakları dışında başka şeylerde sıkıştırır, hediye ederlermiş. Kalaycı Dede de bu duruma sesini çıkarmaz, torbadan kendi ihtiyacını aldıktan sonra geriye kalanı bir fakire verirmiş.
Günlerden bir gün şehre zengin bir tüccar gelmiş ve çok büyük bir dükkan açmış. İçinde en kaliteli mallar ve şehre daha hiç uğramamış eşyalar varmış. İlk günler bu dükkan halkın ziyâdesiyle ilgisini çekmiş. Kalaycı Dede’nin âdeti üzere gelip “hayırlı olsun” demesi beklenirken, o dükkanın önünden bile geçmemeye dikkat ediyormuş. Daha sonraları, Kalaycı Dede’nin tavrının farkına varan halk, “vardır bir hikmeti” deyip birer ikişer dükkandan ayaklarını çekmişler. Üç-beş gün sonra dükkana kimse uğramaz olmuş.
Dükkan sahibi olaya bir anlam verememiş ve niçin böyle birden müşterinin ayağının kesildiğini araştırmaya başlamış. Durumu öğrenir öğrenmez araya aracılar koymuş, Kalaycı Dede’yi dükkanına davet etmiş, ama nafile. Kalaycı Dede bir türlü ikna olmuyormuş. Zengin tüccar yiyecek, giyecek, eşya gönderdikçe Kalaycı Dede geri gönderiyor ve:
“-İkram etmeyenden alınmaz!..” diyormuş. Tüccar az buldu sanıp daha fazla gönderiyor, Kalaycı Dede de olduğu gibi geri gönderiyormuş. Olay bir müddet bu şekilde devam etmiş. Nihâyet tüccar, Kalaycı Dede’nin maksadını öğrenmek için ona gitmeye karar vermiş. Niyeti bir kez daha onu dükkanına davet etmek ve bu sefer ne yapıp edip bu dâvete icâbetini sağlamakmış.
Tüccar elleri kolları güzel hediyelerle dolu olduğu hâlde Kalaycı Dede’nin evine gitmiş. Kalaycı Dede de “Misafirdir” deyip evine kabul etmiş. Yalnız tüccar tam kapıdan içeri ayağını atacakken:
“-Dur!” demiş Kalaycı Dede. “Önce elindekileri bırak! Sonra gir.”
Şaşırmış tüccar, ama denileni yapmış. Yapmış lâkin sormadan da edememiş:
“-Efendim, nedir bu hal? Niçin mallarımdan illetliymiş gibi kaçıyorsun, milleti de kaçırıyorsun?”
Kalaycı Dede başlamış anlatmaya:
“-Bak oğlum! Benim ne sana, ne de rızkına bir garezim var. Ama ne yapayım ki; senin malların buram buram haram kokuyor.”
“-Ne haramı” demiş tüccar, “Ben her şeyimi anlımın teriyle kazandım.”
Gülümsemiş Kalaycı Dede ve sormuş:
“-Peki Allâh’ın sana verdiklerini paylaşman gerekenlerle paylaşır mısın? Allâh’ın üzerine borç kıldığı zekat ve sadakayı verip, ikrâm eder misin?”
“-Niye ki” demiş tüccar. “Ben çalışayım, yorulayım sonra dağıtıp, malımı hebâ mı edeyim?”
“-Dur sana şöyle îzâh edeyim” demiş, Kalaycı Dede:
“Diyelim ki, hasat zamanı bir arkadaşınla beraber tarlada çalışılıyorsun. Ücretinizi de buğday olarak alacaksınız. Tarla sahibi gücünüze, çabanıza ve yaptığınız işe bakarak sana daha büyük, arkadaşına da küçük bir çuval verdi. Ücret olarak bu çuvallara dolduracağınız buğdayı almanızı istedi. Çuvalın büyük olduğu içinde sana büyük kovayı, arkadaşına küçük kovayı verdi. İkiniz de aynı hızda bir müddet çuval doldurmaya uğraştıktan sonra senin çuvalın dolduğu halde arkadaşının ki dolmamış ise, o hâlâ çuval doldurma telaşındayken senin de kendi çuvalın dolu olduğu hâlde onun üzerine daha fazla buğday koymaya çalışman anlamsız olur. Çünkü çuvalın alabileceği buğday bellidir. Bir kova dahî fazladan alamaz. Sen fazladan taşıdığın kovaları eğer arkadaşının çuvalına koyarsan işe yarar. Yok, inatla kendi çuvalına sığdırmaya uğraşırsan hem emeğin boşa gider, hem nimet taşar dökülür, işte o zaman hebâ olur.
Onun için eğer büyük çuvalla kova sana düştüyse paylaşmanın hakkını ver. Ve unutma ki, paylaşılmayan mal murdardır.”

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.307
  • 223.514
  • 28.307
  • 223.514
# 16 Ara 2014 14:54:55
ÇOBANIN AŞKI
MUTLAKA OKU İBRET DOLU Bİ KISSA
Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini:
– Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim,
diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi
gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem
kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size.
Halbuki “sen bir garip çobansın, o padişahın kızı,
davul bile dengi dengine” dedim ya, dinlemiyor
efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye
de buna diyorlar, değil mi efendim…
İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş,
iskeletinin üstüne deriden bir zırh
giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına
karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde
aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu.
Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan
konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip
tebessüm etti.
– Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare
sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.
İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu
kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar
adam , aslında padişahın bütün dertlerini
paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi.
Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde
bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya
devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim
olduğunu. O günden beri de bu kulübede
yaşıyar, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül
satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma
dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu
nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın
gönlüne sultan olduğunu.
Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını
dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda
başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve
tertemiz teslimiyetiyle:
– Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani
o mağarada elimde tesbih, kırk gün Allah
dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla
evlenebilir miyim?
– Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece
gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra
padişahın kızı senindir.
İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne
kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can
gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tesbih,
gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden
örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu.
Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü,
dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın
kızı na bağladı, eline tesbihi aldı ve dudakları
kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah…
Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih
taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın
yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı.
Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece
gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami
çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar,
tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes
onu konuşuyordu:
– Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini
Allah’a adamış, gece gündüz durmadan Allah
diyormuş, Allah Allah…”
Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden
genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta
geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı,
dudaklarının da kıpırdamadığını görünce,
uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih
tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya
devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye
sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç
adam, karşısında arkadaşını görünce, günlerdir
yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardına
anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası
geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne
padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit
kırıntısı… Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor,
hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan
sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor,
avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar.
Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık
dikkatini çekmişti genç çobanın.
Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini
kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği
kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu
artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu,
tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir
söz kaldı: Allah…
Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala,
mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış,
nihayet sarayın koridorlarında konuşulur
olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha,
bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından,
bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden,
ne yapıp edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya
ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti
başveziri.
Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl
yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda
yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu.
Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde.
Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına
bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya,
sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey,
bilgenin:
– Hünkârım, gönül erleri mala-mülke, makama-
mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.
Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin
önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine
derman eyler, ikisini de aynı tebessümle
bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:
– Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz
sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
– Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler
mi, kabul ederler mi?
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç
aşığın mağarasının üstünden… Padişah ve ihtiyar
bilge en önde, arkalarında vezirler, onların
arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en
arkada da olup bitenlere bir mana vermeye
çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru
yürümeye başladılar.
Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş,
tesbihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri
girseler ve bir tesbihten başka bir şey
bulamasalar şaşırmazlardı.
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri
girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir
sesle;
– Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik.
Yavaşça başını çevirdi aşık, sonra bütün
vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir
şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel
gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk,
genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar…
Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını
mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni
görme telaşındaydı.
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde
bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de
sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.
– Efendim, diyebildi en son, sessizce, benim bir
kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki,
ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar
edersiniz…
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen
olmuştu. İşte aşık maşukuna kavuşacak, murad
hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten
ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun,
cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa
bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler
genç adamdaydı.
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle
bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın
gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin
bir ifadeyle:
Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum.
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah
mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler
şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm
ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı
gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu
sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:
– Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi
ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında
mısın?
Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi
ara*****:
– A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı
için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini
ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah
deseydim…
“LEYLALARDAN MEVLAYA”

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.307
  • 223.514
  • 28.307
  • 223.514
# 16 Ara 2014 20:01:46
Bir bilge varmış ; Ne sorsan cevap verirmiş.
Onu çekemeyen biri demiş ki:
- Ona öyle bir soru soracağım ki kesinlikle bilemeyecek.
Ne soracaksın ? Diye sordukların da ise :
- Elimde bir kelebek var. Ölü mü diri mi ?
Diye soracağım.
Eğer diri derse elimi sıkıp öldüreceğim.
Ölü derse de elimi açıp bırakacağım uçup gidecek.
Bilgenin yanına gidiyor ve sorusunu soruyor.
- Elimdeki kelebek ölü mü diri mi ? Diyor.
Bilgenin cevabı ise müthiş;
- O SENİN ELİNDE ! ...

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK