Anlamlı Yazılar

Çevrimdışı bergüzar

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.141
  • 10.627
  • Okul Müdürü
  • 1.141
  • 10.627
  • Okul Müdürü
# 13 Kas 2013 23:42:37
Nasrettin Hoca'ya, 'adam olmanın kuralı nedir' diye sormuşlar. Şu cevabı vermiş: Söyleyen olursa dinlemeli, dinleyen olursa söylemeli. Bu da eskilerden: 'Konuş ki, seni görebileyim.'

İnsanın biraz ötesi, artık başka bir şeydir, değişik bir yerdir. Oraya geçmek, bazen, bir kelimeyle bile olabilir.
...................
Nurettin Topçu, 'cennet kalbimizdedir' der. (Nurettin Topçu'ya Armağan, sayfa 159) Bizleri, 'kalp insanı' olmaya davet eder. Kalp insanı, öncelikle, üslup ve usul sahibidir, hürmetkârdır, hal ehlidir. İnsanın gönülden ibaret olduğunu bilir. 'İncinsen de incitme' nasihatine bağlıdır. Bu, zordur, fakat mümkündür.

Gönül, yemyeşil, dupduru bir hevestir, daima gençtir. Neredeyse her şey eskir, heves eskimez. Hep tazedir, yenidir. Bir insanın hevesini kırmak ile gönlünü yıkmak arasında hiçbir fark yoktur, aynıdır. Bu yüzden olsa gerek, 'insanları çalıştırmanın temel şartı, heveslerini kırmamaktır' denilir. Memleket bahsine kadar, bu böyledir.
................
Bir yazıya, konuşmaya, olaya, insana yaklaşırken, mümkün mertebe, kalbimle hüküm vermeye çalışıyorum. Bu bize, inanıyorum ki, ilahi bir emniyet sağlıyor. 'Kafanı çalıştır' ile 'kalbinin sesini dinle' arasındaki fark, ne kadar güzeldir ve büyüktür.
İBRAHİM TENEKECİ

Çevrimdışı Tolstoyevski

  • B Grubu
  • 24.726
  • 258.474
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 24.726
  • 258.474
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 14 Kas 2013 10:06:23
Şit aleyhisselam 1000 sene yaşıyor. 500 yaşındayken diyorlar ki kaldığın yer rahat değil, sana şöyle daha rahat bir yer hazırlayalım. Diyor ki:
500 sene ömrüm kalmış, 500 sene için değer mi?
Diyorlar ki; Ahir zamanda öyle bir ümmet gelir ki ömürleri 50-60 sene olur, ama bir ev yetmez 2,3 hatta köşkleri sarayları olur.
Yaa, öyle mi? der, o zaman desenize onların ömürleri gibi akılları da kıt olur.

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 14 Kas 2013 18:54:34
...

Çevrimdışı EyLuL-

  • B Grubu
  • 138
  • 808
  • Fen ve Tekn. Öğrt.
  • 138
  • 808
  • Fen ve Tekn. Öğrt.
# 17 Ara 2013 08:20:36
Şeytanın attığı 3 düğüm ve Efendimiz’in kurtuluş tavsiyeleri

Sabah namazı en çok kaçırılan namazlardan
biridir. İnsan uykusunun esiri olur, yataktan
kalkamaz. Halbuki sabah namazının hazırlıkları
ta akşamdan başlamalı, tedbirler yatmadan
önce alınmalıdır.
Belki de en çok kaçırılan namazdır sabah
namazı. Bir türlü uyanamaz insan, sanki
gözkapaklarının üzerinde tonlarca yük varmış
gibi. “Biraz sonra uyanırım.” diyerek vakti
geçer de namazın, şeytan yapışmıştır insanın
ensesine, izin vermez bir türlü uyanmasına.
Peygamber Efendimiz (sas), bu konudaki
sıkıntısını görmüş olmalı ki bakın neler
emrediyor biz ümmetine: “Biriniz uyuyunca
şeytan ensesine üç düğüm atar. Her düğümü
atarken, düğüm attığı yere eliyle vurarak,
‘üzerine uzun bir gece olsun, yat’ dileğinde
bulunur. İnsan uyanır ve Allah’ı zikrederse, bir
düğüm çözülür, abdest alırsa ikinci düğüm
çözülür ve bir de namaz kılarsa bütün
düğümler çözülmüş olur. Böylece kul canlı ve
hoş bir halet-i ruhiye ile sabaha erer. Aksi
halde böyle yapmazsa, habis ruhlu, içi kararmış
ve uyuşuk bir halde sabaha erer.” (Buhari,
Teheccüd, 12)

Çevrimdışı SUDE5314

  • Üye
  • *
  • 1
  • 7
  • 1
  • 7
# 10 Nis 2014 16:04:32
BU HİKAYEDE ÇOK GÜZEL ARKADAŞLAR OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM :)


Saçtan yapılmış, bir su deposuydu. Evin inşa edildiği günlerde takılmış ve yirmibeş yılı aşkın süredir çürümemişti. Fakat, o yalnızlık çekilmiyordu. Koskoca çatının içinde tek başına olması yetmiyormuş gibi, bir de gün ışığından mahrum bulunması,onu bunaltıyordu.
Su deposu, takıldığının ikinci senesinde yalnızlığını kısmen de olsa gidermenin yolunu bulmuş ve kendisine bağlanan boruya:
- Ucundaki musluğa rica et, demişti. Evin içinde neler olup bittiğini, arada bir bize aktarıversin.
Deponun bu teklifi zor da olsa kabul edilmiş ve musluktan aldığı haberler, onun karanlık dünyasını aydınlatmaya başlamıştı. Artık depo, bazen suyunun neden birkaç saat içinde tükendiğini çok iyi biliyordu. Bunlardan ilki Kurban Bayramına rastlamıştı. Ev, tepeden tırnağa temizlenmiş ve kesilen hayvan için bol su gerektiğinden, depoyu kısa sürede boşaltmıştı. Üç ay sonra musluktan, ev sahibinin düğün yapacağı haberini aldı. Ve düğün günü tıka basa dolu olduğu halde, gelen kalabalığa ancak iki saat dayanabildi. Depo, bu tür günlerde elinden geldiği kadar idareli olmaya çalışıyor ve suyunu azar azar gönderiyordu. Böyle yaptığında, tekrar suyla dolana kadar huzurlu kaldığını fark etmişti.
Su deposu, çatıdaki dördüncü senesinde, musluktan sevinçli bir haber daha aldı. Evde artık üç kişiye hizmet edilecekti. Sahiplerinin nurtopu gibi bir erkek çocukları dünyaya gelmiş ve O’na dedesinin ismi verilmişti: Mehmet…
Birkaç gün sonra musluktan:
- Mehmet’i yıkıyorlar, müjdesini duyduğunda, sevinci daha da arttı. Onun ilk banyosu için büyük bir titizlik göstermeli ve suyunun en berrak kısmını göndermeliydi. Depo, daha sonraki günlerde de, onun bezleri için aynı titizliği gösterdi ve Mehmet’in büyümesini adım adım soruşturdu. Musluktan aldığı haberlerle saçlarının uzamasını, emeklemesini, yürümeye başlamasını ve okula gitmesini hayalinde canlandırarak kendisini avutuyor ve Mehmet’i görmüş gibi oluyordu.
Yıllar böylece akıp gitti. Su deposu yaşlanmış, Mehmet ise yağız bir delikanlı olup askere gitmişti. Depo, sanki ilk defa yalnızlık çekiyor ve ona kavuşmak için, suyunun her damlasıyla dua ediyordu.
Mehmet’in dönmesi ayları aldı.
Ve günün birinde su, her zamankinden fazla kullanılmaya başlandı. Evdeki faaliyet, yaşlı deponun gözünden kaçmamıştı.
Sebebini musluğa sorduğunda, yirmi yıl önceki gibi:
- Mehmet’i yıkıyorlar!.. cevabını aldı. Doğu sınırında askerlik yaparken, vatan hainlerinin şehit ettiği Mehmet’i yıkıyorlar.

Çevrimdışı imbat2013

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.609
  • 7.368
  • Müdür Yetkili
  • 1.609
  • 7.368
  • Müdür Yetkili
# 13 Haz 2016 10:58:58
“Sığınmak” Ne Güzel Kelimeymiş Oysa

İlle de bir şeye sığınıyor insan. Belki başka şeylere zaman zaman; ama ille de bir şeye sığınıyor insan.

En çok Allah’a sığınıyor;  kimi günde beş vakit kimi her an, kimi de başı dara düştüğü zaman.

Bir yaz vakti  güneş kavururken bedeni, bir ağaç gölgesine sığınıyor insan, yağmurda bir saçağın, bir şemsiyenin altına, rüzgarda bir kuytuya sığınıyor. Kar yağarken bir sobanın dibine, portakal kabuklarının  yanık kokusuna sığınıyor.

Bazen, sabah bir gün doğumuna, akşamüstü bir güneşin batışına sığınıyor insan.

Bekar evlerinde  üç kişi bir yatağa sığınıyor insan.  Odanın içi göz gözü görmez  bir duman. Bir eve sığınıyor, hava buz keserken dışarıda, bir dost sohbetine, bir içten muhabbete sığınıyor insan.

Bir bardak sıcak çaya, yanında bir simite sığınıyor  insan, bir sabah bir deniz kıyısında, çok sevdiğinden yahut yokluktan.

Bir kuru soğana, bir ekmeğe kimi. Ölmemek için açlıktan.

Hayatında her şey ters gidince, bir “gitmeye” sığınıyor insan. Bir evden, bir şehirden, sonra kendinden gitmeye.  Koynunda, saklısında onca yara bere.  Ama bilmiyor ki  “İnsan en çok kendini götürüyor gittiği yere”

Bir “içmeye” sığınıyor bazen insan, her şeyi yapıp da yine olmadığı zaman. Kimi şaraba kimi iki duble rakıya kimi bilmem neye. Kimi her akşam kimi zaman zaman. Ama geçmiyor ağrısı bir aşkın, bir ayrılığın; biliyor da  kendini kandırıyor işte  insan. Kendine söyleniyor en güzel yalan.

Bir adama, bir kadına sığınıyor ; çünkü çok seviyor da önünü görmüyor bazen insan. Her şeyi oluyor biri onun, her şeyden vazgeçiyor bir an. Bütün hayallerinden, bütün rüyalarından. Bir ömür beklediği beyaz atlı prenslerden vazgeçiyor kadın, adamsa düşlerinde büyüttüğü o kadınlardan.

Bir kadına, bir adama sığınıyor insan. Kimi mutlu oluyor bir ömür,  kimi kahroluyor pişmanlığından.

Her biten şeyin sonunda, iki sevmek arasında  annesine,  babasına sığınıyor insan. Kardeşine kimi zaman. “Onlardan ötesi yok” diyor. Diyor ki “Her şey, herkes yalan dolan.”  Annesinin dizine yatıyor sonra, saçlarını okşuyor annesi  “Bu da geçer” diyor. Düşe kalka kanattığı dizlerine kolonya döküyor, düşmanı oluyor, sonra üflüyor meleği oluyor.  Diyor ki “Anne kalbime de üfle, belki onun acısı da geçer.”

İnanıyor ki o üfleyince bütün yaralar sağılıyor. İnsan  önünde sonunda  ille de onlara sığınıyor.

Bir şehre sığınıyor bazen insan. Sanıyor ki başka yerde yaşayamam. Bir mahallesine, bir caddesine, bir sokağına sığınıyor. Sonra oraya ait oluyor. Oysa başka bir şehre gitmek yalnızca bir valize, bir tren istasyonuna yahut bir otobüs terminaline gebe. Bir gün ansızın, hiç düşünmeden, haber vermeden kimseye.

Çocuklarına sığınıyor bazen insan . Öyle bir çırpıda gidemiyor.  Onların vebalini taşıyamam diye bir ömür susuyor, mutlulukları erteliyor, mutsuzlukları sürdürüyor.

Paraya pula sığınıyor bazen insan. Mala mülke, koca bir yalana. Çok sonra anlıyor, onun  mutluluk getirmediğini,  bir çırpıda yok olup gittiğini.

Güzelliğine, yakışıklılığına sığınıyor insan. Çok da geçmeden anlıyor, aşk olmasa onun beş para etmediğini.

Bir mezara sığınıyor en sonunda insan. Ama anlamaya vakti kalmıyor artık, yaşamak denen şeyin ne boş olduğunu, nasıl da apansız geçtiğini. Ödemeye vakti olmuyor  kırdığı kalplerin, uğramadığı hayatların vebalini. Pişmanlığını yaşıyor insan son nefesinde, sevgili için bahçelerden çalmadığı çiçeklerin;  uykusuz kalmadığı, güneşi doğurmadığı gecelerin, bir insana  iyilik yapmadan, bir insanı mutlu etmeden yitirdiği günlerin. Aşksız geçirdiği bütün vakitlerin.

“Sığınmak” ne güzel kelimeymiş oysa.

İnsan,  insan gibi yaşadıysa.

 

Sığınmak…

En çok Allah’a,

bir güneş kavururken bedenini, bir ağaç gölgesine,

yağmurda bir saçağın, bir şemsiyenin altına,

rüzgarda bir kuytuya,

kar yağarken bir sobanın dibine,

bir yanık portakal kokusuna,

bir güneşin doğuşuna,

sonra batışına,

bekar evlerinde üç kişi bir yatağa,

göz gözü görmez bir sigara dumanına,

bir dost sohbetine,

bir simite, bir sıcak çaya,

bir ekmek, bir kuru soğana,

bir içmeye, bir şehirden gitmeye,

bir adama, bir kadına,

koynunda onca yara bere

en çok kendini götürdüğü yere,

beyaz atlı prenslere, düşündeki kadınlara

babasına, annesine, kardeşine,

bir şehre, bir tren garına, yahut bir otobüs terminaline,

çocuklarına,

yakışıklılığına, güzelliğine,

parasına puluna, malına mülküne,

gençliğine, yaşlılığına

en son bir mezara…

 
İlle de bir şeye sığınıyor insan. Belki başka şeylere zaman zaman; ama ille de bir şeye sığınıyor insan. 

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı sebocan

  • Yönetim Ekibi
  • *****
  • 32.863
  • 512.292
  • 32.863
  • 512.292
# 05 Tem 2018 12:47:21
Dilin Kadar Varsın...

Adamın biri babadan yadigâr antik ipek bir halısı varmış. Satmaya karar vermiş. Ona göstermiş buna göstermiş, ama kimse talip olmamış. Sonunda zengin birini bulmuş ve ona götürmüş.

Zengin halıya bir bakmış ve sormuş, kaç para? Adam cevap vermiş 100 altın. Zengin tereddüt etmeden tamam demiş ve çıkartıp 100 altın vermiş.

Adam sevinmiş. O sırada zengin sormuş bu halının kaç para ettiğini biliyor musun? Adam cevap vermiş hayır bayım.

Zengin devam etmiş en az 3000 altın eder. Adam susmuş. Zengin sormuş, niye 100 altına verdin? Adam biraz düşünmüş ve cevap vermiş, bayım bağışlayın ama benim bildiğim en büyük rakam 100!

Şimdi aklıma Ludwig Wittgenstein geldi “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” Dilin anlam zenginliği ve anlam derinliği gelişmedikçe o dil ile yapılan iş sayısı sınırlı kalacaktır.

Konuşma dili 150-200 kelime/dakika ve okuma dili 200-250 kelime/ dakika iken, düşünme dili 1300-1800 kelime/dakika düzeyindedir.

Bu yüzden yeterince sözcük, anlam, kavram ve düşünsel bağlantıya sahip olmayan zihin kısır döngüde çıkmazları yaşayacaktır.

Bu durumda, 200 kelime ile düşünen, 2000 kelime ile düşüneni anlamayacaktır.

Parafı şöyle bitirmek isterim:“Dilin kadar varsın.”

Anooshirvan Miandji

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.232
  • 222.979
  • 28.232
  • 222.979
# 09 Ağu 2018 21:24:05
Suskunluğumu Bağışla, Tüm Sözcüklerim Sana Duâda...

Çevrimdışı humakusu

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 104
  • 642
  • 104
  • 642
# 24 Ağu 2018 01:14:45
Çok şükür..

Keşke gönlünde de...

Çevrimdışı humakusu

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 104
  • 642
  • 104
  • 642
# 29 Ağu 2018 02:20:21
ÖZLEDİM

Dümdüz yazacağım. “Yitik bir akşamdı...” diye başlayacaktım. Vazgeçtim.

Geceydi. Bu da olmadı. Gece çünkü hâlâ. Gece. Ve karanlığın ardından gelecek sabahın adı gene umut; sen değilsin.

Sabah olacak mı? İnşallah.

Sen gelmeyeceksin. Bunu bile bile sabahı beklemek niye güzel bin yıldır anlamış değilim. Sabah olacak ve sen gelmeyeceksin. Bin yıldır olduğu gibi. İngilizcesi bile var: for one thousand.

Sabah bazen zor olur. Nicesini gördüm. En zorunun seninle alakası yok, hemen üzerine alınma. Babamız öldü dediğinde ağabeyim, 1.400 kilometre nasıl aşılırı düşündüğüm gece en zoru. Sen dünyamda yoksun o zaman ve geceler o zaman da kara. O sabah, sabah değildi zaten. Başka bir isim bulmalı babasızlığın ilk sabahına. Şimdi bulamam.

Başa dönelim. Özledim. Benzetme yapmaya uğraşırdım eskiden. Yok işte toprağın yağmuru özlediği gibi falan. Öyle değil bu sefer. İnsanın insanı özlediği gibi. Bunun tarifini yaptıysa Sabahattin Ali yapmıştır. Zira benim “anlatılamaz” dediğim her şeyi anlatmış. ‘Tarifi yok’ dediğim her şeyi tarif etmiş. Ben sadece özledim.

Bu kadar mı? Buna can kanar mı? Buna kim kanar?

Bu gece sürekli Nurullah Genç okuyasım var.

“Sitem

Benden anlamadın şiirden anla
Senin gülüşünle yaşadığımı
Akşamı ettiğim senden kalanla
Sabaha seninle başladığımı
Benden anlamadın şiirden anla”

Ne güzel şiir mesela bu. Keşke benim olsaydı. Olsaydın.

Olsaydık.

Yan yana.

Yan yana ayrı yazılıyor bununla ilgili paylaşımlar okudum.

Yana yana da ayrı yazılıyor. Bunu kimse fark etmiyor.

Ayrı dünyalarda yana yana aynı kalpte yan yana olmanın hayali..

Özledim. Bilirsin kelimelerle aram iyi değildir. Bunu anlatmayı Sabahattin Ali’ye havale ettim. Ben sadece özledim.

Bulutun rüzgarı özlediği gibi...

Ben yağmurcuydum oysa. Ağabeyim rüzgarı sever. Hani şu babamız öldü diyen.

Babamız öldü. Sevdiğimiz gelmedi ağabey desem ne der acaba şimdi?

Annemiz sağ hamd olsun kardeşim der.

Hamd olsun.

Sabaha kadar yazabilirim. Gözyaşlarım müsade etmiyor.

Gönlüm feryad ediyor hem, dile ne var ki?.. (Sefai)

Gözlerinden öperim.

Uğruna göz yaşı dökecek kadar çok özledim.

Hem de kalbim çok acıdı..

Çevrimdışı humakusu

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 104
  • 642
  • 104
  • 642
# 01 Eyl 2018 00:15:45
EYLÜL

- E dün ile bugünün ne farkı var. Bence hiç de yok.
- Yalnız yemek yediniz mi hiç? Ya da rüzgarlı havada yağmur yağıyorken rüzgâra karşı koştunuz mu hiç?
- Hayır da ne alaka?
- Sevdiğinizin saçlarına karlar düşerken izlediniz mi, ya da o an hiç bitmese keşke diye içinizden geçirdiniz mi?
- ?
- Sarı gülleri her gördüğünüzde şairin: “kahrolsun sarı güller, ıslak mendil kahrolsun” dizeleri aklınıza geldi mi?
- Hayır.
- Acı bakan bir çocukla hiç göz göze geldiniz mi? Hele ki acı bakan bir babayla?
- ...
- Yolda kaldınız mı siz hiç? Durmadan el kaldırıp da kimsenin durmadığını gördükçe yıkıldığınız oldu mu?
- ...
- “Koştunuz mu hiç tarla tarla?”
- ...
- Peygamber çiçeklerinin kokusunu bilir misiniz?
- ...
- Eylül’ü bilmeseniz de olur. Ki zaten bilemez gurbeti on yaşında yüreğine saplamayan...

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 10 Eyl 2018 20:01:28
DOĞAN CÜCELOĞLU'NDAN BÜTÜN ANNE BABALARIN VE ÖĞRETMENLERİN OKUMASI GEREKEN BİR HİKAYE

Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti.

O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraber-diniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, "Bir insanın ana vatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır. "Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, "Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasınaolanaklar yaratmaktır." Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.
Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görme-meye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. "Oğlum bugün ödevini yaptın mı?" Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da *sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, "cık" sesini çıkarıyordu.* Kızıyordum, söyleniyordum, "Niye yapmıyorsun ödevini!" diyordum.
Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşme-ler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. "Ben ne biçim babayım," diye kendime sordum. Seminer için geldiğim*
İstanbul'dan çalışma yerim olan Kayseri'ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşa-yım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!*
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam.
Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?*
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, "Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış!
Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz."

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırak-madım, mücadeleye devam ettim.
Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanı-mı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlu-mun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hay-retle baktı ve "Hayır!" anlamına gelen "cıkk" dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım.

Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememiş-ti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söyle-mediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti.

"Ne büyük tehlike!" diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, "Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın," demişti. O nedenle öğretmen buluşması-na gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okulda-ki buluşmaya beraber gidelim!
Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!*
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gidecek-sin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye.
Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyor-dum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler.
Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önü-me baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. "Çok mu kötü hocam?" diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. "Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?"

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım.
İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. "O kadar mı kötü?" diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım.
Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum.Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocuk-luğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
"Gel seni yeniden kucaklayayım!" dedim. Kucaklaştık.
"Çocuklar Gülsün diye!" yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur.
Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler.
Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.
Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

Doğan CÜCELOĞLU

Çevrimdışı pamuk canan

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 104
  • 160
  • 104
  • 160
# 10 Eyl 2018 22:34:51
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
DOĞAN CÜCELOĞLU'NDAN BÜTÜN ANNE BABALARIN VE ÖĞRETMENLERİN OKUMASI GEREKEN BİR HİKAYE

Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti.

O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraber-diniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, "Bir insanın ana vatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır. "Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, "Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasınaolanaklar yaratmaktır." Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.
Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görme-meye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. "Oğlum bugün ödevini yaptın mı?" Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da *sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, "cık" sesini çıkarıyordu.* Kızıyordum, söyleniyordum, "Niye yapmıyorsun ödevini!" diyordum.
Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşme-ler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. "Ben ne biçim babayım," diye kendime sordum. Seminer için geldiğim*
İstanbul'dan çalışma yerim olan Kayseri'ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşa-yım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!*
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam.
Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?*
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, "Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış!
Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz."

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırak-madım, mücadeleye devam ettim.
Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanı-mı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlu-mun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hay-retle baktı ve "Hayır!" anlamına gelen "cıkk" dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım.

Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememiş-ti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söyle-mediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti.

"Ne büyük tehlike!" diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, "Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın," demişti. O nedenle öğretmen buluşması-na gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okulda-ki buluşmaya beraber gidelim!
Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!*
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gidecek-sin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye.
Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyor-dum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler.
Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önü-me baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. "Çok mu kötü hocam?" diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. "Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?"

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım.
İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. "O kadar mı kötü?" diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım.
Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum.Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocuk-luğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
"Gel seni yeniden kucaklayayım!" dedim. Kucaklaştık.
"Çocuklar Gülsün diye!" yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur.
Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler.
Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.
Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

Doğan CÜCELOĞLU
muhteşem. Burnumun direği sızlayarak okudum. Gözlerim boşaldı.

Çevrimdışı adamın biri

  • Bilge Üye
  • *****
  • 5.008
  • 23.130
  • 5.008
  • 23.130
# 08 Eki 2018 22:27:55
Herkes, her kişiye söyleyebilir...
Marifet;
Kendine söyleyebilmektir!!!
*
Herkes oturabilir...
Oturduğu yerden ilerlemeyi teşvik edip, ilerlemenin erdemlerinden dem vurabilir.
Ama hüner, oturmak değil;
Yürüyebilmektir!
*
Herkes durabilir yolun ortasında...
Hakkıdır belki kim bilir, belki de yol onundur...
Fakat karşıdan gelen de ...aynı şeyi söylüyor, hatta gerçekten aynı şeyi düşünüyor olabilir.
Yiğitliğin büyüğü; karşısındakini değil, nefsini yenip yolu açmaktır...
Kabadayılık, inatlaşmak değil;
Kenara çekilebilmektir!..
*
Herkes ağlatabilir...
İnsanlar yabancı değildir zaten, uzak değildir ağlamaya.
Çoğu insan hazırdır ağlamaya...
Güzellik;
Güldürebilmektir! :)
*
Herkes yıkabilir...
Vurursun yıkılır, kırarsın yıkılır, itersin yıkılır, çekersin yıkılır, oyarsın yıkılıverir bir şeyler.
Yere serilmiş olan yıkıntılar arasında; şimdilik ayaktaki kendisini çok büyük hissedenlerin yanılgısı da işte buradadır...
Etrafındakileri küçültmek, büyümek değildir...
Büyüklük; bozulanı onarabilmektir, devrileni kaldırabilmektir, yıkılanı yapabilmektir!
*
Herkes küsebilir...
Küsmek; akan muslukları kapatmak, yanan ocakları söndürmek, çalan radyoları susturmaktır...
Marifet;
Yüzleşebilecek kadar bile olsa konuşabilmektir, anlaşabilmektir...
*
Sökmek kolaydır. Takdir edilecek olan; dikebilmektir...
Yakmak kolaydır. Alkışı hak eden; yananı söndürebilmektir!
Ezmek kolaydır. Cesaret; geçenlerin ayağı altında kalanlara el uzatabilmektir...
*
Mert adam, cesur insan nargile başında, aş başında değil; çile başında, iş başında belli olur...
*
Herkes, her kişiye yazabilir, herkese söyleyebilir...
Önemli olan; yazılanı okuyabilmek, kendine de söyleyebilmektir!..
Ve kendi söylediklerini, anlayabilmektir!

#Alıntı

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.232
  • 222.979
  • 28.232
  • 222.979
# 11 Eki 2018 12:57:26
Arkadaşınız, cevap bulan ihtiyaçlarınızdır.
O, sevgiyle ektiğiniz ve şükranla biçtiğiniz tarlanızdır.   

O sizin sofranız ve ocak başınızdır.
Çünkü ona açlığınızla gelir ve onda huzuru ararsınız.

Arkadaşınız sizinle içinden geldiği gibi konuştuğunda, ne hayır demek zor gelir, ne de evet demekten çekinirsiniz.

Ve o sessiz kaldığında, kalbiniz onun kalbini dinlemek için sessizleşir. Çünkü arkadaşlıkta, kelimeler susunca, tüm düşünceler, tüm arzular ve beklentiler, gürültüsüz bir sevinç içinde doğar ve paylaşılırlar.

Arkadaşınızdan ayrıldığınızda ise yas tutmazsınız; çünkü onun en sevdiğiniz yanı, yokluğunda daha bir berraklık kazanır, tıpkı bir dağın, dağcıya, ovadan daha net görünmesi gibi…

Ve arkadaşlığınızda, ruhsal derinlik kazanmaktan başka bir amaç gütmeyin.
Çünkü salt kendi gizemini açığa vurmak peşinde olan sevgi, sevgi değil, savrulmuş bir ağdır ve sadece yararsız olan yakalanır.

Ve arkadaşınıza, kendinizi olduğunuz gibi sunun. Eğer dalgalarınızın cezrini bilecekse, meddini de bilmesine izin verin.

Çünkü salt zaman öldürmek için bir arkadaş aramanızın anlamı olabilir mi?
Onu, zamanı yaşatmak için arayın.

Çünkü gereksiniminizi karşılamak içindir, boşluğunuzu doldurmak için değil.

Ve arkadaşlığın hoşluğunda, sevgi, paylaşılan yardımlaşmalar olsun.
Çünkü küçük şeylerin şebneminde, yürek sabahını bulur ve tazelenir.

Arkadaşlık- Halil CİBRAN

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK