Anlamlı Yazılar

Çevrimdışı omer68

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.202
  • 2.957
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 1.202
  • 2.957
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 13 Eki 2013 13:42:47
Gel de elimden tut ey çocukluğum!

Bir Kurban Bayramı daha yaklaşırken, bu sabah yâdıma düştü çocukluğum... Kim bilir nerelerdedir? Şimdi, ben ona hasretken... O benden, belki de çok uzaklarda olmayan bir yerdedir...

Gel de, gönlümün yası dinsin... Yaşadığım hayat içime sinsin. Kim bilir nerelerdesin?
Çocukluğum... Çocukluğum... Seninle doğdum, seninle hayata tutundum, seninle ölümden haberdar oldum...

İlk defa seninle tanıdım Yaratanımı, seninle bildim Rabbimi...
* * *
Bir mektup bıraktın ellerime... Geçmişten geleceğe uzanan o tertemiz günlerime, emellerime... Heyecanla açtım, heyecanla okudum... O kar gibi beyaz mektubu hep...

Okumaya doyamadım...

Anladım ki; en az bu sayfalar kadar ak pak olmalıydı yaşadıklarım...
Anladım... O mektuptan dersimi güzel aldım... Ama bir kararda kalamıyor ki insan...
Düştüm, anladım... Kalktım, yine unuttum... İnişler çıkışlar yordu kalbimi... Dertleşecek kim kaldı... Şu üç günlük yalan dünyada... Halimi bilen bir iki dosttan gayrı... Bir kalbimden, bir de senden daha emin kim kaldı ey çocukluğum...
* * *
Akşam oluyor gel... Beyazı siyaha bağlıyorlar gel... Gelemiyorsan haber ver, ben geleyim. Aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya yollar hep aynıdır... Yol yorgunu bir yolcuyum...

Bekletme... Yollar tutulmadan gel... “Gel” de geleyim, söyle! Nerdesin? Anladım, anladım! Uzaklarda değilsin... İçimde bir yerlerdesin... Her insan çocukluğunu kendi içinde taşırmış... Bildim değil mi? Yalnız değilsin orada, belli... Geri gelmediğine göre halinden memnunsun demek ki...

Onca yıllar ve onca hatıralar bir aradasınız... Kolay değil dostlardan ayrılmak, seni anlıyorum... Ama bizi de unutma ne olur… Çocukluğum... Çocukluğum... Çık gel ne olur bekliyorum... Hasretle bekliyorum...
* * *
Uzun çok uzun gelirdi çocukken günler... Bitmek bilmezdi geceler... Sabırsızlanırdık, huysuzlanırdık... Sabahı iple çekerdik... Güneş, en evvel bizi uyandırırdı... Yorganı çekerdi usulca üzerimizden... Rüzgârın; “Hııışt, hııışt” diye seslenişini herkesten önce biz duyardık... Eh, ne de olsa can dostlardık; Günle güneşle, havayla suyla... Sadece onlarla mı? Güneşin aydınlattığı her şeyle...

Bilirdik güneşin görevini... Allah izin vermezse, doğamazdı her sabah... Çıkamazdı yoksa, olamazdı görevinin başında...

Bilirdik... Allah’ın izni olmadan hiçbir şey olmazdı… Sadece O’nun istediği olurdu, istemediği de olmazdı...

Bilirdik... Bunun için sabahı iple çekerdik... Allahın her sabah gözlere yeniden açtığı, o eşsiz yeryüzü sergisini görmek için... Can atardık... Masumane duâlar ederdik... Her gece, uyumadan önce... Hem de ne duâlar...

Sahi, nereye gitti o anlar ve o duâlar?
Lugatlarda, kitaplarda yoktu onlar
* * *
Duâlar, daha tamamlanmadan rüyalar başlardı... Bütün gün koşuşturan yorgun vücutlarımız en tatlı uykulara dalardı...

Sabahlar, rahmetin bolca serpildiği o nasipli sabahlar... Unutulur mu? Hele de o Bayram sabahları unutulur mu hiç... Kimilerinin ilk, kimilerinin de belki son sabahları... Unutulur mu hiç şu güzel dünyanın, şu güzelim Bayram sabahları... Bayram sabahlarının dilinden sen çok iyi anlardın çocukluğum…
* * *
Erkenden ve daha ortalarda kimsecikler yokken... Güllerin üzerinde nokta nokta damlacıklar görürdük... Bir cümleyi heceler gibi hecelerdik içerdik onları... Bir bulutun yükünü oraya bırakmış olduğunu bilirdik...

Bayram namazı için abdestimizi aheste alırdık... Yediveren güllerinin çepeçevre kuşattığı çeşmeden daha ellerimizi yıkarken; yüzlerimiz de gülleşir ve güzelleşirdi bir kat daha... Pembeleşirdi...

Sabahları mis gibi kokardı her yer...

Erken kalkan melek görürmüş derler... Şevkimiz, sevincimiz ondandı her halde...
* * *
Uyandık mı bir kere, tamamdı... Gerisi kolaydı... Bir çıktık mı evden, pir çıkardık...

Söylenirdi babaannem arkamızdan:

“Salma deve, gelmez eve”

Kapının önünde sabırsız küheylan gibi eşinirdik, şöyle bir sağa sola bakıp hemen fırlardık... Çığlık çığlığa kırlangıçlar gibi yönsüz koşardık, koştururduk...

Kırlangıçlar gibi... Geliyoruz bahçeler, çeşmeler, geliyoruz ağaçlar, dallar... Geliyoruz kuşlar... Bekleyin bizi, bekleyin... Az sonra aranızdayız... Bir nefesti, en uzun mesafeler... Bir nefes... Düşünürüm hep... Acaba sırrı neydi? Acaba neden böyleydi? Belki de... Yarını değil sadece o günü düşünmekten... Ondan mı acaba?

Bilmem, ama bizim için her gün özeldi ve o gün sadece bizim içindi... Biz güne dosttuk, gün de bize... Kanaat ederdik Rabbimin her gününe...

Onun için olsa gerek, bir ömür kadar uzun gelirdi her gün... Ya da öyle görünürdü o zaman gözümüze...

Kadir kıymet bilene Rabbim ne vermez ki? Günün hakkını verene bir gün daha verir... Ömrün hakkını verene, ebedî bir ömür verir...
* * *
Uykudan uyandığımız her sabah, hayata yeniden doğardık... Yeniden başlardık... Sanki “Nerde kalmıştık?” dercesine... Hakkını verirdik... Besmeleyle tattığımız her nimetin...

Toprağın rengine boyanırdık gün boyu...

Akşam olunca, zordu yuvaya dönmek... Zordu gün boyu beraber olduğumuz arkadaşlarımızdan ayrılmak...

Göğün maviliği çekerdi bizi... Ya o eski çeşme... Eğilip alnından öpercesine besmeleyle suyunu içtiğimiz... Ve şükürle yanından ayrıldığımız... Sonra dönüp bir daha boynuna sarıldığımız... Kim, nerden bilecekti ki, birbirimizden ayrılmak istemediğimizi...

Akşam olunca... Yerin altındaki maden ocaklarından dönen işçiler gibi dönerdik evlerimize... Tanıyana aşkolsun... Yorgun, ama neşeli ve sevinçli...

İçten gelen bir şükür duygusuyla bağlıydık Allah’a... Kim verebilirdi ki Allah’tan başka bunca nimeti bize?

Çocuk ruhumuz bunu bilirdi...

Hissederdi...

Hırs yok, ihtiras yoktu... Paylaşırdık elde avuçta olanı... Kuşlar, karıncalar dallarda meyveler...

Sadece o günün hakkını vermeyi düşünürdük...

Bilirdik paylaşmayı; üzerimizde hakkı olan ne varsa, her şeyle helâlleşmeyi...

Yarın, uzak bir ülkeydi bizim için; sadece yaşadığımız o gün vardı. Belki de ondan uzundu günler... Belki de ondan öyle görünürdü gözümüze...

Şurası bir gerçek: Yeterdi bize, yeterdi gökyüzü hepimize... Yeterdi yeni doğan taylar
gibi... Sadece o günü yaşamak, sadece o günü...

Şimdi niye yetmez oldu? Bereketi mi gitti yoksa o günlerin? Haftalar gün gibi geçer oldu, aylar haftalar gibi tez biter oldu...

Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle gelir
Şol göz yumup açmış gibi
                     Yunus Emre

Ne oldu da böyle oldu?

Gel de konuşalım çocukluğum, gel de konuşalım... Elbet vardır bir diyeceğin şu Bayram sabahlarında... Gel de söyle, söz senin...

Söz! Dinleyeceğiz...


Gel beyaz çoraplarla, gel mavi beyaz gömleklerle... Gel titreyen ellerle, gel ne olur, dilinde acemi tekbirlerle... Gel beyaz mendillerle… Büyüdüğümüzü zannetme gel...
Biz senin elinden çok tuttuk çocukluğum… Gel şimdi de sen tut elimizden... Çoktandır gelmeyen, kapımızı çalmayanlara inat... Çık gel de şenlendir hanemizi, sevindir kalbimizi...

Haydi, eski günlerdeki gibi, gel de sevindir bizi... Gel, titreyen ellerle gel! Ne olur, dilinde acemi tekbirlerle, elinde beyaz beyaz mendillerle gel… Bizim için sakladığın duâlarla gel…

Selim GÜNDÜZALP

Çevrimdışı omer68

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.202
  • 2.957
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 1.202
  • 2.957
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 13 Eki 2013 21:57:45
Karagöz İle Hacivat: Ekmek

Bursa sokaklarında gezip dolaşan Karagöz ile Hacivat, Pınarbaşı Meydanı’na geldiklerinde yorulduklarını anlarlar ve bir ağacın altına oturup dinlenirler.

Daha sonra Hacivat: “ Aman Karagözüm, içim bayıldı. Fırından ekmek al da suya banıp yiyelim. “

Karagöz: “ Ekmek alayım da yakında fırın var mıdır? “

Hacivat: “ Var ya. Az önce önünden geçtik. “

Karagöz: “ Hiç fark etmedim. Yerini tarif et, hangi somun fırınında? “

Hacivat eliyle işaret eder:

“ Şuradaki inek ahırının ilersindeki somun fırınında. “

Karagöz: “ Ne işi varmış elinin ineğin kuyruk sokumunda? “

Hacivat: “ Karagözüm, nerden çıkarırsın ineğin kuyruk sokumunu? Hani şu ahırın ilersindeki somun ekmek fırınında. “

Karagöz: “ Ahırda samandan ekmek mi pişiriyorlar? “

Hacivat: “ Hiç samandan ekmek olur mu, Karagözüm? Buğday ekmeği olur, buğday. “

Karagöz: “ Atlara buğday ekmeği, insanlara saman ekmeği. “

Hacivat: “ İnsanlar saman ekmeği yemezler, Karagözüm. İnsanlara buğday ekmeği, atlara saman ekmeği. “

Karagöz: “ Demek o fırında atlara saman ekmeği pişiriyorlar. “

Hacivat: “ Öyle demek istemedim. “

Karagöz: “ Ama öyle dedin. Atlara saman ekmeği dedin. “

Hacivat: “ Dur Karagözüm. Sana cümle anlatayım derken, ben kelimeleri şaşırdım. Gitmemek için, böyle yaptın. Ağzımdan çıkanı kulağıma duyurmadın. Ben bir ekmek alıp geleyim, “ diyen Hacivat hızlı adımlarla oradan ayrılır. Biraz sonra elinde bir somun ekmek ve bir çanak suyla gelir. Ekmeği ikiye böler ve yarısını Karagöz’e verir. Birlikte ekmeklerini suya banıp yerler.

Çevrimdışı omer68

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.202
  • 2.957
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 1.202
  • 2.957
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 13 Eki 2013 22:00:48
BEREKETLİ ONİKİ DİRHEM

Hz. Ali (a.s), Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.v) tarafından O'na bir gömlek almak için Pazara gitmekle görevlendi. Hz. Ali (a.s) da pazara gidip on iki dirheme bir gömlek alarak eve döndü.
Resulullah (s.a.v): - "Bu gömleği kaça aldın?"
Hz. Ali: - "On iki dirheme."
Resulullah (s.a.v). - "Bu gömleği öyle sevmiyorum, bundan daha ucuzunu istiyorum. Acaba satıcı bunu geri almaya hazır olur mu?"
Hz. Ali (a.s) şöyle diyor:
Gömleği alıp çarşıya döndüm, Peygamber'in isteğini satıcıya ilettim, satıcı da kabul etti. Parayı alıp Peygamber (s.a.v)'in yanına döndüm. Bir gömlek almak için Resulullah (s.a.v) ile birlikte Pazara doğru hareket ettik. Yolun yarısında Resulullah (s.a.v)'ın gözü, ağlayan bir cariyeye ilişti. Resulullah (s.a.a) onun yanına gidip;
- "Neden ağlıyorsun?" diye sordu. Cariye cevaben şöyle dedi.
- "Ev sahibi bana dört dirhem verdi, bir şeyler almak için beni çarşıya gönderdi. Fakat ben parayı nasıl kaybettiğimi bilemiyorum, şimdi eve dönmekten korkuyorum."
Resulullah (s.a.v) on iki dirhemden dört dirhemi cariyeye verdi ve;
- "İstediğin şeyleri al ve eve dön" diye buyurdular.
Resulullah (s.a.v) Allah'a şükredip pazara doğru hareket etti, pazardan dört dirheme bir gömlek alıp giydi. Eve döndüğünde, yol üzerinde bir çıplağı görünce gömleğini çıkarıp ona verdi. Kendisi tekrar çarşıya geri döndü, yine dört dirheme bir gömlek alıp giydi ve eve doğru hareket etti. Yolun yarısında yine aynı cariyeyi üzüntülü ve şaşkın bir halde gördü. Bunun üzerine;
- "Neden evinize gitmedin?" diye sordu.
Cariye: - Ya Resulellah ! Gecikmişim, beni dövmelerinden korkuyorum.
Resulullah: - "Gel birlikte gidelim, evinizi bana göster ben suçundan geçmeleri için aracı olurum".
Resulullah (s.a.v) o cariye ile birlikte yola koyuldu. Evlerine yetiştiklerinde cariye;
- "İşte bu bizim evdir" dedi.
Resulullah (s.a.v) kapının arkasından yüksek bir sesle:
- "Ey ev sahibi! Selam'un- aleykum" dedi. Bir cevap gelmedi. Tekrar ikinci kez selam verdi, yine bir cevap duyulmadı. Üçüncü kez bir daha selam verdiğinde
- "Aleyke's- selam ya Resulellah ve rahmetullahi ve berekatuh" diye cevap verdiler.
Resulullah (s.a.v): - "Neden ilk defa cevap vermediniz? Acaba benim sesimi duymadınız mı?"
Ev Sahibi: - İlk defasında duyduk, senin olduğunu bile anladık.
Resulullah (s.a.v): - " Öyleyse neden geç cevap verdiniz?"
Ev sahibi: - Senin sesini bir kaç defa duymak istedik.
Resulullah (s.a.v): - "Sizin bu cariyeniz gecikmiştir, onu muahaza etmemeniz (cezalandırmamanız) için size rica etmekten ötürü buraya geldim."
Ev sahibi: - Ya Resulullah! Sizin mübarek ayağınızın hürmetine bu cariye artık şimdiden azattır (hürdür).
Daha sonra Resulullah (s.a.v) kendi kendisine şöyle dedi:
- "Allah'a şükür, ne de bereketli on iki dirhemdi! İki çıplağı örttü, bir köleyi ise azat etti."

Çevrimdışı albatros44

  • Bilge Üye
  • *****
  • 6.328
  • 47.751
  • Lise Branş Öğrt.
  • 6.328
  • 47.751
  • Lise Branş Öğrt.
# 14 Eki 2013 14:08:31
Alıntı
Bırak beni cep telefonu!

Sabah uyandıktan kısa bir süre sonra, sağ avucumun içinde eskiden hiç olmayan bir şey beliriyor. Simsiyah bir iPhone!

Artık onu ben mi elime alıyorum, yoksa Iron Man filmindeki metaller gibi o mu bana yapışıyor bilmiyorum.
Elimi sabunlarken ya da başka şeyler tutmam gerektiğinde filan bırakıyorum onu. Ama her ses çıkardığında ona koşup baktığım gibi, bir bebeğe baksaydım kocaman bir çocuğum olmuştu.
* * *
Arada bir bana musallat olmuş bir illet gibi, elimden silkip atıyorum onu. Sonra mutlaka gidip tekrar alıyorum. Sanki bir yerde hapisim de, dünyaya oradan bakıp oradan konuşabiliyorum. O simsiyah pencereden.
Aklıma gelen şarkıları bile ilk o duyuyor. Gözüm daha bir şeyi adam gibi görmeden, o resmini çekiyor. Daha fazla bakma nasılsa hafızada var gibi bir tavır içerisinde.
Sadece ben mi... Herkes. Herkesin boynunda 45 derece bir açı, sırtında hafif bir kambur o ekrana bakıyor. Bir ekranla uyuşturulmuş uzaylılar gibi.
Beş dakika bile kaybolsa, bir bağımlı gibi hayattan kopuyoruz. Ta ki ona kavuşana kadar bir panik atak.
Sanki “Bunu sakın yanından ayırma” diye tembihlenmiş. Hem yalnızlığımız, hem kalabalıklarımız orada.
Bir kafede oturmuş tek başına kahve içen insanın, Hopper resimlerindeki melankolik hali yok artık. Telefonuna bakıyorsun, Hopper’dan saklanıyorsun. Hopper da seni çizmezdi zaten öyle mavi çirkin bir ekrana bakarken.
* * *
Meğer bu sadece benim derdim değilmiş. Bu illetten kurtulmak için türlü yöntemler ve kurallar geliştirmeye uğraşan bir dolu insan varmış.
Mesela, artık yemeklerde ‘phone stack’ (telefon yığını) denilen bir oyun oynanmaya başlamış. Yemeğe gelen herkes, oturur oturmaz telefonunu masanın ortasına üst üste yığıyor. Kim yemeğin sonuna kadar dayanamayıp telefonuna bakarsa, hesabı o ödüyor.
Evlerde de bunun gibi kurallar uygulanmaya başlamış. İşten gelince, sadece 2 yaşındaki çocuğuyla ilgilenmek isteyen bir anne, eski bir süt kutusuna atıyormuş girerken telefonunu. Ve akşam yemeğine kadar bakmıyormuş.
Yemeği ailece birbirimize bakarak yiyelim diyen aileler, ‘akvaryum’ çözümünü bulmuşlar. Yemek sırasında herkes telefonunu, koridorda bir masada duran boş balık akvaryumuna atıyormuş. Yemek bitince almak serbestmiş.
* * *
Bu kurallar artık sadece böyle tek tek evlerde değil, partilerde bile geçerli olmaya başlamış. Moda dünyasının kraliçesi Anna Wintour en son, New York’ta East Village’de verdiği bir partinin davetiyesine aynen söyle yazmış: Yanınızda ekran ve artı 1 getirmeyin!
Diyeceksiniz ki, ya acil bir şey olursa? İşte böyle durumlar için de sigara odaları gibi telefon odaları varmış. Doktorsanız ya da evdeki bebeğinizi merak ettiyseniz, bu odalara girip konuşup çıkabiliyorsunuz.
Hoş karşılanmayan tek şey telefon da değil üstelik. Özellikle ünlülerin olduğu bir partideyseniz, davet mail’inde “Lütfen bu partiyle ilgili hiçbir fotoğraf ve bilgiyi sosyal medyada paylaşmayın” uyarısı geliyormuş.
Ve hatta artık iyice ilerisi, New York’lu parti planlayıcısı Bronson Van Wyck, partilerde telefon ve sosyal medyayı etkisiz hale getiren, evet doğru okudunuz etkisiz hale getiren, bir teknoloji bulduğunu iddia ediyor!
* * *
Yıllar önce bir yazı yazmıştım. İleride tatil yerleri ilanlarını ‘telefonların çekmediği ve wifi’in olmadığı dinlenme cenneti’ diye verecekler demiştim. Sanki oralardan pek uzakta değiliz.
Bugün telefonunu eve girince boş akvaryuma atan, davetiyelere ‘getirmeyin şunu’ yazan, yarın kafayı dinlemek için ulaşılamıyor olma lüksüne para verir.
En acıklısı da, 7/24 ulaşılamıyor olmanın artık bir lüks olması.

Çevrimdışı genchakan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.685
  • 3.781
  • 1.685
  • 3.781
# 14 Eki 2013 20:23:19
   NOT:http://www.musainci.com sitemdeki makalemdir.             

                OTOGARDAKİ GÜVERCİNLER ve EĞİTİM
              
         Yurtiçi seyehatlerimden birinde otogarda bekliyordum.Bir sebebe binaen beklediğim bu otogarda,etrafımda yiyecek arayan bir çok güvercinler de vardı.Onlar,gelip geçen yolculardan nasiplerini arıyordu galiba.Çocuklar dışında onları yakalamaya çalışan kimse olmadığından ayağınızın dibinde,uzansanız yakalayacağınız mesafeye kadar yaklaşıyorlar.Oysa otogardaki  insan akışı,şehrin çoğu yerine göre daha fazla.İnsanların büyük bir kısmı sadece belirli bir süre orada duruyorlar.Demek ki,alıştıklarından kuşlar bile vazgeçemiyor bu durumdan.Acaba biz de eğitim ve öğretim adına böyle bir alışkanlık kazandırabilir miyiz?

            Derken elinde bir poşet buğdayla bir adam çıkageldi. Avuç avuş atmaya başladı buğdayı.Yere düşen  buğday taneleri arttıkça güvercinler de arttı.Meraklı gözler  adama yönelirken halinden en çok memnun olan güvercinlerdi  sanırım.Basit gibi görünen bu olaya bir eğitimci nazarıyla bakmak istedim.Acaba adamın kuşlardan bir beklentisi var mıydı?Ya da aldığı buğday yerine evine pekala ekmek de götürebilir miydi?

           Kuşların  kanat sesleriyle irkildim,dalmış olduğum bu durumdan.Bir de ne göreyim?Adam bir şimşek edasıyla aktığı kuş selinin içinden gözüne kestirdiği bir güvercini yakalayıp yerine oturdu.Tabi düşündüklerim de buraya kadarmış edasıyla burukluk yaşamaya başladım hemen.  ’Demek bu mu çıkarı?‘ diye  düşünmeye kalmadan kuşların ayaklarıyla uğraştığını gördüm.Demek sadece eğitimde değil,günlük hayatta da aceleci kararlar vermemek gerekli.Acelecilik eğitim de tanımına ters aslında. ‘Eğitim bir süreçtir.’ Diye tanımlarken bunu kastediyoruz aslında.Zaman gerekli eğitim için.

           Kuşun ayağına dolaşan ipi çıkarmak üzere bu arada bizim kuş bakıcısı.Güvercin de yapılan etkinlikler,anlatılan dersler onun için  değilmiş edasıyla hareket eden bir öğrenci  misali.Bir o yana bir bu yana.Ayaklarından ipi çıkardıktan sonra bırakıyor güvercini.Öğrenci demişken,güvercinlerden onca yeme rağmen yere inmeyenler de dikkatimden kaçmadı.Hani bazen karşılaştığımız,dikkatini hiçbir şeyin çekmediği  öğrenciler gibi.Onlara ulaşmanın da bir yolu olmalı.

        Buğdayı bittikten sonra tekrar buğday alıp geldi güvercin tamircimiz.Her eğitim,kişinin kabiliyetine göre demek ki.Bu güzel olaydan kendime çıkardığım hisselerdi bunlar.

           Eğitim,zamana ve mekana göre uyarlanması gereken bakış açısıdır.

( [linkler sadece üyelerimize görünmektedir.] dan alintidir.)

Çevrimdışı eslemnurum

  • Uzman Üye
  • *****
  • 10.560
  • 26.279
  • 10.560
  • 26.279
# 14 Eki 2013 22:58:45
KURBAN BAYRAMI GÜNÜ MÜSTEHAB OLAN ŞEYLER

1) Namaza gitmeden misvak kullanmak.
2) Gusletmek. (Boy abdesti almak)
3) Güzel bir koku sürünmek.
4) Temiz ve helâl elbise giymek.
5) Bayram sabahı erken kalkmak.
6) Kurban Bayram’ında fecr-i sâdıkın doğmasından evvelki vakitten (imsaktan) bayram namazını kılıncaya kadar oruçlu gibi, orucu bozan şeylerden uzak durmak.
7) İlk yediği şey kurban eti olsun diye yemeği namazdan sonraya tehir etmek. (Dürer) Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kurbanın ciğerini yerlerdi.
 Mümkün ise namaza yürüyerek gitmek.
9) Namazdan sonra başka bir yoldan dönmek.
10) Neşeli olmak.
11) Çok sadaka vermek.
12) “Tekabbelallâhü minnâ ve minküm” (Allah bizden ve sizden kabul buyursun.) diyerek akraba, komşu ve sevdiklerine duâ etmek ve onlarla musâfaha etmek.
13) Kurban Bayramı namazına giderken yolda sesli tekbir getirmek.

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 15 Eki 2013 22:40:08
Cehennemi hesaba katmayan dindar aldandı.
'Ben bundan sonra kurtulmam.' diyen hasta aldandı.
'Bakma benim kalbim temiz.' diyen amelsiz aldandı.
'Göreceksin biz nice haci-hocadan önce gireriz cennete.'diyen aldandı.
'Buda biseymi canım,millet neler yapıyor.' diyen günahkar aldandı.
'Ben dedi-kodu etmiyorm ki olanı söylüyorum.' diyen gıybet eden aldandı.
'işlediysek biz işledik,azabını çeker diyetini öderiz.' diyen bedbaht aldandı.

ALDANANLARDAN OLMAMAK DUASIYLA.

Çevrimdışı tefoo

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.462
  • 18.584
  • Müdür Yardımcısı
  • 4.462
  • 18.584
  • Müdür Yardımcısı
# 15 Eki 2013 22:41:19
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Cehennemi hesaba katmayan dindar aldandı.
'Ben bundan sonra kurtulmam.' diyen hasta aldandı.
'Bakma benim kalbim temiz.' diyen amelsiz aldandı.
'Göreceksin biz nice haci-hocadan önce gireriz cennete.'diyen aldandı.
'Buda biseymi canım,millet neler yapıyor.' diyen günahkar aldandı.
'Ben dedi-kodu etmiyorm ki olanı söylüyorum.' diyen gıybet eden aldandı.
'işlediysek biz işledik,azabını çeker diyetini öderiz.' diyen bedbaht aldandı.

ALDANANLARDAN OLMAMAK DUASIYLA.

Amin..

Çevrimdışı eslemnurum

  • Uzman Üye
  • *****
  • 10.560
  • 26.279
  • 10.560
  • 26.279
# 18 Eki 2013 23:47:30
Türkiye Öğretmenine En Çok Değer Veren 3. Ülke Oldu

 
 İngiltere'de yapılan araştırmanın sonuçlarına göre öğretmenlere en çok değer veren ülkeler arasında Türkiye üçüncü oldu.

Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, İngiltere'de yapılan araştırmanın sonuçlarına göre öğretmenlere en çok değer veren ülkeler arasında Türkiye'nin, Çin ve Kore'den sonra üçüncü sırada yer aldığını belirterek, "Üçüncülük bizi kesmez" dedi.
Avcı, Eskişehir Öğretmenevi'nde düzenlenen bayramlaşma töreninde yaptığı konuşmada, öğretmenlerin Kurban Bayramı'nı kutladı.
İngiltere'de yapılan bir araştırmanın sonuçlarına değinen Avcı, şunları kaydetti:
"Toplumca ve yönetimlerce öğretmenlere en çok değer veren ülkeler arasında Türkiye, üçüncü sırada. Üçüncülük bizi kesmez. İnşallah, hep birlikte sizlerin de gayretiyle bu sıralamada birinci sıraya yükseliriz. Son yıllarda eğitimde pek çok olumlu gelişme oldu. Daha yapacak çok işimiz var. 'İşler tamam, her şey oldu, bitti' diyecek durumda değiliz. Sizlerin de katkılarıyla inşallah, eğitimimizi okul öncesinden üniversite hatta doktora ve sonrasına kadar bütün eğitim kademelerinde dünya standartlarında bir kaliteyi tutturmak için el birliğiyle çalışıyoruz. Bu çabalarımızda sizlerin eleştirileri, önerileri, değerlendirmeleri çok önemli. Onun için işlerimizi olabildiğince istişareli, danışmalı götürmeye çalışıyoruz. Son dönemde özellikle yönetmelik düzenlemelerinde biliyorsunuz, Milli Eğitim sitesi üzerinden sizlerin değerlendirmelerini, eleştirilerini, önerilerini de alıyoruz. Oralara daha fazla katkıda bulunmasını önemle rica ediyorum."
Avcı, kültür gezilerinden dolayı Eskişehir Valisi Güngör Azim Tuna ve Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı'na teşekkür etti.
Gezilere katılan öğrencilerin Türk dünyasını görüp, tanıma fırsatı bulduğunu anımsatan Avcı, "Bunu zaman içerisinde genişletmeyi, bütün komşularımıza yaymayı düşünüyoruz. Öğretmen değiş tokuşunu da komşularımızla yapmak istiyoruz. Özellikle bunun için bir pilot uygulama çalışması hazırlığı içindeyiz" diye konuştu.
Avcı, müzik öğretmenleri aracılığıyla komşu ülkelere Türk müzikleri tanıtmak ve onların müziklerini tanımak istediklerini vurgulayarak, "Bizim deneyimimizden onların, onların deneyimlerinden de bizim yararlanmamız için böyle bir program üzerinde çalışıyoruz" ifadesini kullandı.
Bir öğretmenin okul öncesi eğitimin güçlendirilmesi projesine ilişkin sorusunu cevaplandıran Avcı, okul öncesi eğitimde genel zorunluluk getirmemelerinin sebebini, pek çok yer de altyapının tamamlanmaması olduğunu dile getirdi. Avcı, buna rağmen ülke genelinde yüzde 70'lere yaklaştıklarını açıklayarak, "Bu son düzenlemede 60 aydan sonrası isteğe bağlı, 66 aydan sonrası dilekçeli olarak filan, o uygulamalar nedeniyle belki bazı yanlış anlamalarda olabilir, tanıtım sorunumuz olabilir. Bunları hep birlikte aşarız inşallah" değerlendirmesinde bulundu.
Bu arada, bir başka öğretmen, açık lisede yüz yüze eğitim, açık meslek lisesi için tek bir okul tahsis edilmesi ve açık lise kayıtları için büro açılmasını önerdi.
............................. ............................. ....
Gerçekten çok ilginç. :)

Çevrimdışı EyLuL-

  • B Grubu
  • 138
  • 808
  • Fen ve Tekn. Öğrt.
  • 138
  • 808
  • Fen ve Tekn. Öğrt.
# 19 Eki 2013 14:56:36
Her sabah yeniden kutsal bir kavgaya uyanabiliyorsan
Topla tüfekle değil, vicdan ile çıkabiliyorsan yola
Müşfikliğinle, sevecenliğinle, kalenderliğinle aydınlatabiliyorsan günü
Martı kanatlarında maviye koşar gibi, uçar gibi güzelliklere, sevgiyi, sevinci, erinci kendinde taşıyabiliyorsan, öpebiliyorsan okyanusu dudağından
İyilikten beslenip, kötülükten ders alıyorsan
Sorgulayıp-yargılayabiliyorsan kendini hiç tereddütsüz, yanlışları görüp, çoğaltabiliyorsan doğruları
Güvensizliği(iradesizliği) diz çöktürebiliyorsan özgüvenin önünde
Bakmakla yetinmeyip görebiliyorsan güzellikleri, görmekle de yetinmeyip nüfuz edebiliyorsan ve titreyebiliyorsan üstüne
Kışa, tipiye, fırtınaya, borana karşın, gözlerinde ateşler yakabiliyorsan, yaratıcı yanınla bir şeyleri başlatıp başarabiliyorsan eğer
Mesela ayırabiliyorsan aydınlığı karanlıklardan, kanatsıza kanat olup bir kuş uçurabiliyorsan
Milli duygu ve düşüncelerini geçirebiliyorsan süzgeçten
Savunup koruyabiliyorsan değerlerini ve bundan haz duyabiliyorsan
Sınıflandırmadan insanları, yumruğunu göğe kaldırıp her koşulda savunabiliyorsan haklarını
Toplumsal gerçekleri çarpıtmadan yansıtabiliyorsan karşıdakine
Gözlerini kendi iç dünyandan alıp, çevirebiliyorsan dış dünyaya
Kimsenin koruması altına girmeden, yaslanmadan omuzlarına, özgürlüğü haykırabiliyorsa her damarın
Gürül gürül ağlamak isterken susabiliyorsan, her şeye rağmen yıkılmadan kalabiliyorsan ayakta
Çıkarını değil, hakkını arayabiliyorsan
Ezilmekten, incinmekten korkmuyor, korkuyorsan eğer incitmekten
Sırtlayabiliyorsan tek başına, tadabiliyorsan sır saklamanın yüceliğini
Sıyrılabiliyorsan bencil duygulardan, yardım edebiliyorsan karşılıksız
Fırçayı eline alıp, etrafı ilkbahara boyayabiliyorsan, ağaçları yüreklendirip, dalları çiçeklendirebiliyorsan
Bir çocuğu hazırlar gibi yarınlara, haksızlığa, ahlaksızlığa karşı çıkıp, yaşamı herkes için yaşanır kılabiliyorsan
Zekiysen, akıllıysan, hem de gönül adamıysan
Şartsız şurtsuz almadan verebiliyorsan eğer
Ve de sevebiliyorsan koşulsuz

Sen insansın (insan olmaya adaysın)demektir

Çevrimdışı poetika

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 69
  • 220
  • 69
  • 220
# 20 Eki 2013 21:00:37
O SARI ARABA

“Güntaşı İlk Okulu’na oyuncak da götürdük. Öğlen tatili olduğu için okulda çok az çocuk vardı.

Poşetleri karıştıran çocuklar oyuncakları fark edince oradan hiç ayrılamadılar.

Ana sınıf öğrencisi Muhammet bana gelerek oyuncakları ne zaman dağıtacağımızı ve o sarı arabayı bana vereceksin değil mi diye sordu.
“Evet” deyince de sevinçle sınıfına gitti.

Afacan mı afacan, gözleri parlayan çok tatlı bir çocuktu.

Sonradan fark ettik ki bütün çocuklar o sarı arabayı bekliyormuş.

Bir bayan öğretmen arkadaşımız yanımıza çok suskun, üzgün bir çocuk getirdi ve çok hasta olduğunu, eve göndermek istediklerini ancak o sarı araba yüzünden okuldan ayrılmak istemediğini söyledi.

Müdür Bey de o çocuğun çok özel bir durumu olduğunu, iznimiz olursa o sarı arabayı bu çocuğa vermek istediklerini söyledi.

Muhammet’e verdiğim söz ile bu hüzünlü çocuğun duruşu arasında kalakaldım ve oyuncak bu çocuğa verildi.
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.] “o-sari-araba”-makale,582.html

Yüzünde sevindiğine dair hiçbir işaret yoktu ama o sarı arabayı bağrına basışı ve hızla okuldan uzaklaşması görülmeye değerdi.

Nihayet oyuncakları dağıttık.

Pek çok çocuğu sevindirmenin mutluluğu ile günü bitirdik.

Muhammet mi?...

O kargaşada göremedim diğer oyuncaklardan biri verildi  ama sarı arabanın yerini tuttu mu bilinmez…

Nerede bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım'demiş şair…

Ben de nerede bir köy görsem orada çocuk olmanın hüznünü duyarım hep...”

Evet, bir bayram sonrası kaleme alınacak bir makale olmadı belki ama duyguların yeniden test edilmesine ve eğitime destek olmaya kendilerini adamış bu eğitim gönüllülerinin, çağrılarına kulak verip sayılarının çoğalmasına vesile olacağı düşüncesiyle kaleme alınan bir yazı oldu.

Bu vesile ile kendilerini eğitime ve öğrencilere adayarak öğrenciler arası gönül köprüsü inşa eden bu eğitim mimarlarını kutluyor, yazımı Anadolu Atatürk Lisesinin üç Eğitim Neferlerinden biri olan Sayın Hayat Erbay hocamın anlamlı tespitiyle bitiriyorum:

“Evinizde bir köşeye atılmış bir sarı arabanın çocuğunuz için bir anlamı olmayabilir ama nice Muhammet’ler için anlamı çok büyük…”

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 21 Eki 2013 16:34:58
DÜNYADA NE VARSA ÜÇ HARF BEŞ NOKTA

Aşk nedir?” diye sorduklarında “Ben ol da bil” demiş âşıkların piri Mevlana. Ve “Aşkın şerhi için ne söylemişsem aşk başıma gelince söylediklerimden utanırım” diye devam etmiş. Kısır kelimeler içinde dönüp durmak, bir türlü adını koyamamaktır işte aşk. Başına gelince söylediklerinden utanmak, hayâ içinde kıvranmaktır.
Bir Fatiha’dır kimi zaman. “Hamdım, piştim, yandım” derken aşkı tadınca yaşamaya başladığını, hayata aşk kapısından girdiğini söylemiyor mu Mevlana? Demek ki bir fatihadır aşk. Başlangıçtır. Önceki bütün duyguları reddedip, yepyeni hasseye ram olmaktır. Hayatın öncesine nokta koyup, sonrasına başlamaktır.
“Dünyada ne varsa, üç harf beş nokta…Ayın, şın, kaf” diyor yine aşkın sultanı. Evet bir lisandır aşk. Maşukun asla anlamadığı, tek taraflı konuşulan, esrarengiz bir lisan. Aşığı çırpındıran, anlaşılmak için kasıp kavuran bir yangın ve ifadelerin yetmezliği, lügatlerin kifayetsizliği içinde bütün tabirleri alt üst eden bir lisan. Öyle bir şey ki, anlatanı da, anlayanı da aynı insan.
(…)
serencam dergisi

Çevrimdışı eslemnurum

  • Uzman Üye
  • *****
  • 10.560
  • 26.279
  • 10.560
  • 26.279
# 21 Eki 2013 20:03:44
Franklin bir çocuğa bir elma vermiş.
Çocuk çok sevinmiş.
Bir elma daha vermiş. Çocuk daha çok sevinmiş.
Bir elma daha verince çocuk sevinçten deliye dönmüş.
Ve bir elma daha verince, çocuk dört elmayı elinde zapt edememiş,
sonuncusunu düşürmüş yere...
Bu sefer ağlamaya başlamış çocuk.

Hayat böyledir işte...
Hayal etmediğimiz bir saadete eriştikten sonra,
onun bir lokmasını dahi kaybetmek bizi perişan eder.

"Keyifler değildir yaşamı değerli yapan.
Yaşamdır, keyif almayı değerli kılan."

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 24 Eki 2013 00:26:58
Nasib İse Gelir Hind'den Yemenden
"Kısmetinde varsa, kaşığında çıkar" deyiminin benzeri bir deyim.
Bilindiği gibi Semarkant, Orta Asya'da kurulmuş ünlü bir Türk şehri idi. Adının Semerkant oluşu da, söylentiye göre bu şehirde semercilik sanatının üstün nitelikte yapılmasıydı.Uzak yola gidecek olan bir kervancı bir gün, şehrin ünlü semer ustalarından birinin dükkânına gider. Usta namaz kılmak üzere camiye gittiğinden, dükkanda genç bir çırak bulunmaktadır. Kervancı, uzak yola gideceğini, develerinden birinin semersiz olduğunu, kaça olursa olsun, hemen iyi bir semer istediğini anlatır.Semerci çırağı hazırda yapılmış iyi bir semer bulunmadığını, sipariş üzerine kervancıya semer yapabileceklerini söyler.Gelgelelim kervancının işi aceledir. Adam bu sırada dükkanın tavanında asılı eski bir semeri görür ve eski de olsa, semeri yenisinin fiyatına satın alacağını, çünkü devenin boş gitmesini istemediğini söyler.Çırak, kârlı bir satış yaptığını düşünerek, eski semeri kervancıya verir.Gelgelelim, göğsünü kabartarak anlattığı bu alış veriş yaşlı ustayı hiç sevindirmez. Meğer adamcağız, kırk yıldır kazandığı paralardan artırdıklarını, bu eski semerin içinde saklarmış.Zavallı çırak, çok üzülür, Semeri aramak için yollara düşer. Ustanın:"Oğul gel gitme beyhude, Semerkanta, Buharaya Bulur elbet seni bir gün, nasip araya araya." demesine aldırmaz, semerin arkasında bir kaç ay dolaşır, sonunda bulamadan geri döner.Ustası, çırağın geldiğine sevinir, onu teselli eder ve şunları söyler.Nasip ise gelir Hint'ten Yemen'den nasip değil ise, ne gelir elden?Altı ay kadar sonra, bir gün kervancı dükkana gelir çırak, adamı hemen tanır. Ustasına da söyler. Kervancı der ki:-Oğul, bu semeri senden alıp gittim ama, aklıma takıldı, ustasının haberi olmadan çocuk bunu sattı ya ustası gelince kızar, darılırsa? diye üzüldüm. Alın semeri aynen geri veriyorum, bana yeni bir semer yapın. alıntı

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.271
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 25 Eki 2013 15:59:37
Olması Gerektiği Gibi..
  Muslihuddin adında bir çocuk var zamanın bir yerinde.. Devrinin ünlü eğitmenlerinden Sümbül Sinan Efendi'ye gidip gelmekte.. Sümbül Efendi'nin çok sayıda saygın öğrencisi arasında bir tıfıl oğlan bizim Muslihuddin. Gel zaman git zaman, Sümbül Efendi vefatına yakın öğrencilerine, yerine bırakacağı kişiyi seçmek istediğini söyler.

- "Eğer yaratıcı siz olsaydınız.. Ne yapardınız.."

Seçim sorusu.. Kimisi kötülükleri yok eder.. Kimisi fakirlikleri.. Kimisi yemyeşil yapar dünyayı. Kimisi herkesi Müslüman..
Muslihuddin başını bile kaldıramaz böylesi bir soruya muhatap kaldığı için.. Yavaşça, "Bu alem öyle güzel bir düzen içindedir ki, bir şey ilave etmek veya eksiltmek düşünülemez" der..

Halen de öyledir. Ve, halen de bizler, Sümbül Efendi'nin temiz nesilleri, iyi öğrencileri olarak bir şeyleri değiştirmek isteriz..

Belki bir iki kişi.. Bir iki tıfıl oğlan aramızdan.. Her şeyi olduğu gibi kabul eder.. Rıza gösterir de.. Her şeyi "merkezine" koyar da.. "Merkez Efendi" adını alır zaman içinde

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK