Anlamlı Yazılar

Çevrimdışı bilgidolu

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 827
  • 1.016
  • 827
  • 1.016
# 30 Tem 2013 00:23:13
Bir Kalbe Dokunmak
Bir elin hissediş hikâyesidir, bu satırlar…
Gözler ellere takılır önce… Hüzünlü yüzüyle karşılıklı bakışmadadır eller…
Anlar ki, orada yüzlerce kalp beklemektedir…Ve yumruk olur eller ağırlığıyla yükün, yere doğru eğilir.
Yapabileceği çok şey vardır ellerin ve hissetmesi gereken paha biçilmez duygular…
Bir kalbe dokunmak gereklidir şimdi… Boşuna değildir, hiçbir şey… Ve hiçbir şey kalplere giden yoldan daha anlamlı değildir. Yalnızca farkına varmak gerekir. Bir dokunuş, on parmağın ve de bir yüreğin yapabileceği şeylerdir.
Ve bir eldir, şimdi yollarda olan… Bir kalbe dokunmaktır sevincinin adı…
Tek isteği, sonu olan kâinatı aşmaktır, ulaşmaktır sonsuzluğa… Ve bunu bilir ki, kalpleri hissederek yapacaktır.
Bir tabela vardır yolun başında, “Dokunmak nedir?” yazılıdır.
Ve dokunmak, kalplere giden yolda anlatılacaktır.
Muhtaç olan her kalbe uzanmaktır, dokunmak…
El olmaktır, yüreklere serpilen sevinç tohumlarını taşıyan…
Bir yetimin saçını okşamaktır.
Bir tas çorbansa içtiğin şu dünyada, onu da paylaşmaktır.
Ve dokunmak, yardım eli olmaktır…
Tebessümünse tek servetin, onu da cömertçe sunmaktır…
Dokunmak…
Keşfetmektir, sevgiye aç olan kalpleri…
Dokunmak…
Aç olan karınların, ekmek kokulu sevgisidir.
Bayramlarda beklenen bir parça etin rüyasıdır dokunmak…
Kulluğun en anlamlı hikâyesidir.
Ve bir lütuf değil, vazifedir dokunmak…
Sonsuzluğa açılan sevap kapısıdır.
Allah’a olan merdivenindeki adımındır, dokunmak..
Sonra şükrün sırası gelir… Ve son söz, duâlarla söylenir. Dokunmayı nasip eden Yaratana, vesîle olan her şey için hamd gereklidir… Kolay yoldan âhiret azığı, belki de buna denilmektedir. Ve hiç durmaksızın, el olmanın kıymeti bilinmelidir.
 Ve dokunmak, sevaplarla dolu bir hikâyeyi cennette dinlemektir…

fatma aladağ

Çevrimdışı bilgidolu

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 827
  • 1.016
  • 827
  • 1.016
# 30 Tem 2013 00:24:44

Bir tabela vardır yolun başında, “Dokunmak nedir?” yazılıdır.
Ve dokunmak, kalplere giden yolda anlatılacaktır.
Muhtaç olan her kalbe uzanmaktır, dokunmak…
El olmaktır, yüreklere serpilen sevinç tohumlarını taşıyan…
Bir yetimin saçını okşamaktır.
Bir tas çorbansa içtiğin şu dünyada, onu da paylaşmaktır.
Ve dokunmak, yardım eli olmaktır…
Tebessümünse tek servetin, onu da cömertçe sunmaktır…
Dokunmak…
Keşfetmektir, sevgiye aç olan kalpleri…
Dokunmak…
Aç olan karınların, ekmek kokulu sevgisidir.
Bayramlarda beklenen bir parça etin rüyasıdır dokunmak…
Kulluğun en anlamlı hikâyesidir.
Ve bir lütuf değil, vazifedir dokunmak…
Sonsuzluğa açılan sevap kapısıdır.
Allah’a olan merdivenindeki adımındır, dokunmak..

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.304
  • 223.479
  • 28.304
  • 223.479
# 30 Tem 2013 04:32:51
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Bir Kalbe Dokunmak
Bir elin hissediş hikâyesidir, bu satırlar…
Gözler ellere takılır önce… Hüzünlü yüzüyle karşılıklı bakışmadadır eller…
Anlar ki, orada yüzlerce kalp beklemektedir…Ve yumruk olur eller ağırlığıyla yükün, yere doğru eğilir.
Yapabileceği çok şey vardır ellerin ve hissetmesi gereken paha biçilmez duygular…
Bir kalbe dokunmak gereklidir şimdi… Boşuna değildir, hiçbir şey… Ve hiçbir şey kalplere giden yoldan daha anlamlı değildir. Yalnızca farkına varmak gerekir. Bir dokunuş, on parmağın ve de bir yüreğin yapabileceği şeylerdir.
Ve bir eldir, şimdi yollarda olan… Bir kalbe dokunmaktır sevincinin adı…
Tek isteği, sonu olan kâinatı aşmaktır, ulaşmaktır sonsuzluğa… Ve bunu bilir ki, kalpleri hissederek yapacaktır.
Bir tabela vardır yolun başında, “Dokunmak nedir?” yazılıdır.
Ve dokunmak, kalplere giden yolda anlatılacaktır.
Muhtaç olan her kalbe uzanmaktır, dokunmak…
El olmaktır, yüreklere serpilen sevinç tohumlarını taşıyan…
Bir yetimin saçını okşamaktır.
Bir tas çorbansa içtiğin şu dünyada, onu da paylaşmaktır.
Ve dokunmak, yardım eli olmaktır…
Tebessümünse tek servetin, onu da cömertçe sunmaktır…
Dokunmak…
Keşfetmektir, sevgiye aç olan kalpleri…
Dokunmak…
Aç olan karınların, ekmek kokulu sevgisidir.
Bayramlarda beklenen bir parça etin rüyasıdır dokunmak…
Kulluğun en anlamlı hikâyesidir.
Ve bir lütuf değil, vazifedir dokunmak…
Sonsuzluğa açılan sevap kapısıdır.
Allah’a olan merdivenindeki adımındır, dokunmak..
Sonra şükrün sırası gelir… Ve son söz, duâlarla söylenir. Dokunmayı nasip eden Yaratana, vesîle olan her şey için hamd gereklidir… Kolay yoldan âhiret azığı, belki de buna denilmektedir. Ve hiç durmaksızın, el olmanın kıymeti bilinmelidir.
 Ve dokunmak, sevaplarla dolu bir hikâyeyi cennette dinlemektir…

fatma aladağ

Harika bir yorum.
Paylaştığınız için Allah razı olsun.

Çevrimdışı bilgidolu

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 827
  • 1.016
  • 827
  • 1.016
# 30 Tem 2013 19:55:52
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Harika bir yorum.
Paylaştığınız için Allah razı olsun.

değilmi öğretmenim.bende çok beğendim paylaşayım istedim.beğenmenize de sevindim ayrıca..sizden de Allah razı olsun..sevgiler saygılar..

Çevrimdışı dalgakıran

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 265
  • 182
  • 265
  • 182
# 31 Tem 2013 00:02:47
İnsan gelgeç gönüllü, bir dalda durmayan bir yaratıktır.. Belkide satranç oyuncuları gibi amaca ulaşmayı değil, amaca giden yolu sever..

YERALTINDAN NOTLAR - Dostoyevski.

Çevrimdışı köşk65

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 767
  • 5.644
  • 767
  • 5.644
# 31 Tem 2013 00:05:26
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Öyle büyük şeylerde gözüm yok hiç,
küçük mutluluklar diliyorum; küçücük......
Bir çocuk saflığında gülüşler,
Islanmış çimenlerin kokusu,
Çimenlerdeki çıplak ayaklar,
Bahçedeki gül ağacı,mis kokulu çiçekler,
Gıcırdayan salıncak,
Çocukken oynadığımız oyunlar tadında sımsıkı sarılışlar,
Ruhumuza dokunan şarkılar,
Akordu bozulmayan bir yaşam bestesi,
Maskelerden arınmış yüzler,
Sımsıcak kahkahalar,
Çatılmayan kaşlar,
Gün doğumları,
Hepsi bu...!
Beni alıp bir yerlere götürdünüz öğretmenim)):

Çevrimdışı KARDELEN33M

  • Aktif Üye
  • **
  • 9
  • 77
  • 9
  • 77
# 31 Tem 2013 00:21:28
Serüven, ilkokulun bahçesinde yürürken kendisinden biraz daha irice bir çocuk geldi ve bilerek ona çarptı. Serüven ne olduğunu anlayamazken, bu sefer çocuk 'önüne baksana' diyerek Serüven'i itti.

Serüven:

"Sen ne diyorsun, hem kendin gelip çarpıyorsun, hem de ağzını bozuyorsun." dedi.

Öbür çocuk bir kere daha Serüven'i itti ve Serüven sendeleyerek yere düştü.

Çocuk, Serüven'in yere düşmüş bedeninin üstüne atlayıp vurmaya başladı. Serüven ilk başta sersemlik geçirse de, o da çocuğa vurmaya başladı. Boğuşma uzun sürmedi. Karşısındaki çocuk iri, ama koftu. Serüven çocuğu yüzüstü yatırdı; sağ kolunu arkaya çevirdi ve pes ettirdi. Çocuk "pes, pes..." diye Serüven'in durması için yalvarıyordu.

Serüven, durdu ve içinden:

"Ben ne yapıyorum, bu çocuğu dövdüm, yendim, elime ne geçti?" dedi.

Çocuğun üstünden kalktı ve arkadaşlarının, "Bravo, amma dövdün, çok iyi çaktın." gibi sözlerinin arasında sınıfa doğru yürüdü.

Derste sürekli olarak, niçin kavga ettiklerini düşündü. Kavga konusunun da, kavganın da çok anlamsız olduğunu anladı. O sıra ilkokul çocuğu olarak sürekli uzaylıları düşünüyordu. "Uzaylılar şimdi beni izlemiş olsalardı, ne gülerlerdi kim bilir."

"İnsanoğlu kısacık bir zamanda parlıyor, kızıyor ve kavga ediyor. Halbuki koca evrende bizim kavga konularımız ve kavgalarımız ne kadar küçük ve değersiz."

Serüven, daha sonraki yıllarda kendisini kızdırsalar da, hatta elle dürtükleseler de kavga etmeyi bıraktı. Bir daha hiçbir kavganın, dövüşün içine girmedi. Ne kendisi saldırdı birisine, ne de bir saldırıya cevap verdi.

Peki, birisi saldırınca ne yapıyordu dersiniz?

Öyle ya kendini savunması gerekmez mi, dayak yer sonra... Evet, kendini savunuyordu. Ama yine de fiziksel yolla savunmayı bırakmıştı. Ya bir sözle ya da karşısındakinin gücünü kullanarak kendini savunuyordu. Hani şu Uzakdoğu dövüş sanatlarının bir kısmı 'aikido' gibi, rakibinin gücünden yararlanır ya onun gibi...

Bazen de rakibini şoka sokan şeyler yapıyordu. Örneğin, lisedeyken yumruk atan bir çocuğa 'öldün sen' diye öyle bir haykırmıştı ki, çocuk dört nala kaçmıştı. O sözü söyledikten sonra yapacağı hiçbir şey yoktu; sadece ısıracak köpek gibi havlamıştı o kadar...

Bir seferinde kendisine ara sokağın birinde bıçak çekip parasını isteyen bir soyguncuya, "Bıçağın çok güzel, nereden aldın?" demişti.

Adam dumura uğrayıp nereden aldığını söylemişti. Serüven devam etmişti: "Bak hep böyle bir bıçağım olsun istedim; kaça aldıysan o bıçak için iki katını verebilirim." Adam birdenbire hırsız kimliğinden kopup, tüccar kimliğine bürünmüş ve pazarlığa başlamışlardı.

Serüven, konuşurken bağırmayı, sesini yükseltmeyi de bırakmıştı üniversiteye geldiğinde.

Çünkü sorunları akıl yoluyla çözemeyen insanlar, kaba kuvvetin ilk aşaması olan bağırmayı tercih ediyorlardı. Serüven için çok zor olsa da, insanlara kızdığında yüksek sesle bağırarak aynı kelimeleri söylemeyi bırakmıştı. Ne zaman bağırması gerekse, bağırmak yerine fısıltıyla söyleyeceğini söylemeye başladı.

Bir süre sonra, içinden kızdığı şeylere bağırmak yerine espriyle cevap vermeye başladı.

Örneğin, bir meslektaşı, "Sen akılsızın birisin." demişti bir gün. Serüven de, "Ne kadar iyi niyetlisin, herkesi kendin gibi biliyorsun." diye cevap vermişti. Çevresindekiler çok gülmüştü bu cevaba... Ama

Serüven ilerleyen zamanlarda bundan da vazgeçti. İlerleyen dönemde, "Sen akılsızın birisin" diyen birine, "Bunu tespit edebildiğin için çok akıllı olmalısın." demişti. Adam bu sözün üstüne ne diyeceğini şaşırmış, sırtını dönüp gitmişti.

Serüven, sorunları parayla çözmekle, kaba kuvvet kullanarak çözmenin aynı anlama geldiğini düşünüyordu artık.

Sorunları çözmenin en iyi ve en ekonomik yolu, yaratıcılıkla, akıl kullanarak çözmekti... Serüven'e göre bunun başlangıç noktası ise önce zor da olsa eski alışkanlıkları terk etmek...

Çevrimdışı KARDELEN33M

  • Aktif Üye
  • **
  • 9
  • 77
  • 9
  • 77
# 31 Tem 2013 00:29:24
Hindistan’da filleri yetiştirmek için, onları küçücükken kalın bir zincirle bir kazığa bağlarlarmış.

Tabi bu yavru filin bu zinciri koparabilmesi, kırabilmesi ya da kazığı söküp atabilmesi mümkün değildir.

Küçük fil önceleri bundan kurtulmak için tüm gücüyle uğraşır, defalarca dener ama sonucu değiştiremez, özgürlüğüne kavuşamaz.

Yıllar geçer, fil kocaman olur...

Bağlı olduğu kazığın ve zincirin onlarca katına gücü yetebilir artık.
Ama fil asla böyle bir girişimde bulunmaz.

O özgür olamayacağına inanmıştır, artık kırılamayan şey, filin zinciri değil inancıdır.

Buna psikolojide “Öğrenilmiş Çaresizlik” deniyor!!!



Çevrimdışı bilgidolu

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 827
  • 1.016
  • 827
  • 1.016
# 31 Tem 2013 01:17:55
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Serüven, ilkokulun bahçesinde yürürken kendisinden biraz daha irice bir çocuk geldi ve bilerek ona çarptı. Serüven ne olduğunu anlayamazken, bu sefer çocuk 'önüne baksana' diyerek Serüven'i itti.

Serüven:

"Sen ne diyorsun, hem kendin gelip çarpıyorsun, hem de ağzını bozuyorsun." dedi.

Öbür çocuk bir kere daha Serüven'i itti ve Serüven sendeleyerek yere düştü.

Çocuk, Serüven'in yere düşmüş bedeninin üstüne atlayıp vurmaya başladı. Serüven ilk başta sersemlik geçirse de, o da çocuğa vurmaya başladı. Boğuşma uzun sürmedi. Karşısındaki çocuk iri, ama koftu. Serüven çocuğu yüzüstü yatırdı; sağ kolunu arkaya çevirdi ve pes ettirdi. Çocuk "pes, pes..." diye Serüven'in durması için yalvarıyordu.

Serüven, durdu ve içinden:

"Ben ne yapıyorum, bu çocuğu dövdüm, yendim, elime ne geçti?" dedi.

Çocuğun üstünden kalktı ve arkadaşlarının, "Bravo, amma dövdün, çok iyi çaktın." gibi sözlerinin arasında sınıfa doğru yürüdü.

Derste sürekli olarak, niçin kavga ettiklerini düşündü. Kavga konusunun da, kavganın da çok anlamsız olduğunu anladı. O sıra ilkokul çocuğu olarak sürekli uzaylıları düşünüyordu. "Uzaylılar şimdi beni izlemiş olsalardı, ne gülerlerdi kim bilir."

"İnsanoğlu kısacık bir zamanda parlıyor, kızıyor ve kavga ediyor. Halbuki koca evrende bizim kavga konularımız ve kavgalarımız ne kadar küçük ve değersiz."

Serüven, daha sonraki yıllarda kendisini kızdırsalar da, hatta elle dürtükleseler de kavga etmeyi bıraktı. Bir daha hiçbir kavganın, dövüşün içine girmedi. Ne kendisi saldırdı birisine, ne de bir saldırıya cevap verdi.

Peki, birisi saldırınca ne yapıyordu dersiniz?

Öyle ya kendini savunması gerekmez mi, dayak yer sonra... Evet, kendini savunuyordu. Ama yine de fiziksel yolla savunmayı bırakmıştı. Ya bir sözle ya da karşısındakinin gücünü kullanarak kendini savunuyordu. Hani şu Uzakdoğu dövüş sanatlarının bir kısmı 'aikido' gibi, rakibinin gücünden yararlanır ya onun gibi...

Bazen de rakibini şoka sokan şeyler yapıyordu. Örneğin, lisedeyken yumruk atan bir çocuğa 'öldün sen' diye öyle bir haykırmıştı ki, çocuk dört nala kaçmıştı. O sözü söyledikten sonra yapacağı hiçbir şey yoktu; sadece ısıracak köpek gibi havlamıştı o kadar...

Bir seferinde kendisine ara sokağın birinde bıçak çekip parasını isteyen bir soyguncuya, "Bıçağın çok güzel, nereden aldın?" demişti.

Adam dumura uğrayıp nereden aldığını söylemişti. Serüven devam etmişti: "Bak hep böyle bir bıçağım olsun istedim; kaça aldıysan o bıçak için iki katını verebilirim." Adam birdenbire hırsız kimliğinden kopup, tüccar kimliğine bürünmüş ve pazarlığa başlamışlardı.

Serüven, konuşurken bağırmayı, sesini yükseltmeyi de bırakmıştı üniversiteye geldiğinde.

Çünkü sorunları akıl yoluyla çözemeyen insanlar, kaba kuvvetin ilk aşaması olan bağırmayı tercih ediyorlardı. Serüven için çok zor olsa da, insanlara kızdığında yüksek sesle bağırarak aynı kelimeleri söylemeyi bırakmıştı. Ne zaman bağırması gerekse, bağırmak yerine fısıltıyla söyleyeceğini söylemeye başladı.

Bir süre sonra, içinden kızdığı şeylere bağırmak yerine espriyle cevap vermeye başladı.

Örneğin, bir meslektaşı, "Sen akılsızın birisin." demişti bir gün. Serüven de, "Ne kadar iyi niyetlisin, herkesi kendin gibi biliyorsun." diye cevap vermişti. Çevresindekiler çok gülmüştü bu cevaba... Ama

Serüven ilerleyen zamanlarda bundan da vazgeçti. İlerleyen dönemde, "Sen akılsızın birisin" diyen birine, "Bunu tespit edebildiğin için çok akıllı olmalısın." demişti. Adam bu sözün üstüne ne diyeceğini şaşırmış, sırtını dönüp gitmişti.

Serüven, sorunları parayla çözmekle, kaba kuvvet kullanarak çözmenin aynı anlama geldiğini düşünüyordu artık.

Sorunları çözmenin en iyi ve en ekonomik yolu, yaratıcılıkla, akıl kullanarak çözmekti... Serüven'e göre bunun başlangıç noktası ise önce zor da olsa eski alışkanlıkları terk etmek...



"İnsanoğlu kısacık bir zamanda parlıyor, kızıyor ve kavga ediyor. Halbuki koca evrende bizim kavga konularımız ve kavgalarımız ne kadar küçük ve değersiz."
 
.Ah alışkanlıklar..hayatımızın büyük bir bölümünü kaplamış durumda.alışkanlıklarla yaşıyoruz..farkında olmadan alışıyoruz..değişim şart bunun içinde en önce farkındalık şart diye düşünüyorum..teşekkürler paylaşım için.çok güzeldi.zevkle okudum..

Çevrimdışı KARDELEN33M

  • Aktif Üye
  • **
  • 9
  • 77
  • 9
  • 77
# 31 Tem 2013 01:39:21
 İnsanoğlu kısacık bir zamanda parlıyor, kızıyor ve kavga ediyor. Halbuki koca evrende bizim kavga konularımız ve kavgalarımız ne kadar küçük ve değersiz."
 
.Ah alışkanlıklar..hayatımızın büyük bir bölümünü kaplamış durumda.alışkanlıklarla yaşıyoruz..farkında olmadan alışıyoruz..değişim şart bunun içinde en önce farkındalık şart diye düşünüyorum..teşekkürler paylaşım için.çok güzeldi.zevkle okudum..

Asıl ben teşekkür ederim Bilgidolu Hocam,evet  evet farkındalık ve değişim ŞART!!!Bu sokaklarda yeniyim ama böylesi anlamlı paylaşımların arasında var olmak asıl en güzeli...

Çevrimdışı bilgidolu

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 827
  • 1.016
  • 827
  • 1.016
# 31 Tem 2013 01:52:42
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
İnsanoğlu kısacık bir zamanda parlıyor, kızıyor ve kavga ediyor. Halbuki koca evrende bizim kavga konularımız ve kavgalarımız ne kadar küçük ve değersiz."
 
.Ah alışkanlıklar..hayatımızın büyük bir bölümünü kaplamış durumda.alışkanlıklarla yaşıyoruz..farkında olmadan alışıyoruz..değişim şart bunun içinde en önce farkındalık şart diye düşünüyorum..teşekkürler paylaşım için.çok güzeldi.zevkle okudum..

Asıl ben teşekkür ederim Bilgidolu Hocam,evet  evet farkındalık ve değişim ŞART!!!Bu sokaklarda yeniyim ama böylesi anlamlı paylaşımların arasında var olmak asıl en güzeli...

hoşgeldiniz sefalar getirdiniz hocam..yeni ve anlamlı bir başlangıç oldu:) ne güzel...güzelliğe bir güellikte siz kattınız paylaşımınızla varlığınızla sağolun varolun..

Çevrimdışı köşk65

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 767
  • 5.644
  • 767
  • 5.644
# 31 Tem 2013 23:11:32
"Umursamaz değilim ben, bunu sakın unutma.
Sadece sen, umurumda olmayı beceremiyorsun aslında."

- Yılmaz Erdoğan

Çevrimdışı eyup40

  • Bilge Üye
  • *****
  • 7.991
  • 20.654
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 7.991
  • 20.654
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 27 Ağu 2013 17:16:28
DOĞAN CÜCELOĞLU'NDAN BÜTÜN ANNE BABALARIN VE ÖĞRETMENLERİN OKUMASI GEREKEN BİR HİKAYE

Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti.

O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, "Bir insanın ana vatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır."Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, "Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır." Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.
Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. "Oğlum bugün ödevini yaptın mı?" Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da
*sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, "cık" sesini çıkarıyordu.* Kızıyordum, söyleniyordum, "Niye yapmıyorsun ödevini!" diyordum.
Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. "Ben ne biçim babayım," diye kendime sordum. Seminer için geldiğim*
İstanbul'dan çalışma yerim olan Kayseri'ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!*
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam.
Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?*
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, "Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış!
Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz."

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim.
Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve "Hayır!" anlamına gelen "cıkk" dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım.

Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti.

"Ne büyük tehlike!" diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, "Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın," demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim!
Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!*
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye.
Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler.
Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. "Çok mu kötü hocam?" diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. "Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?"

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım.
İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. "O kadar mı kötü?" diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım.
Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum.Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
"Gel seni yeniden kucaklayayım!" dedim. Kucaklaştık.
"Çocuklar Gülsün diye!" yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur.
Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler.
Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.
Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

Çevrimdışı aslı_80

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.080
  • 12.050
  • Öğrenci Velisi
  • 2.080
  • 12.050
  • Öğrenci Velisi
# 28 Ağu 2013 13:51:32
"Bize arkadaşlıktan bahset.

Ve o cevap verdi:

“Arkadaşınız, cevap bulan gereksinimlerinizdir.
...O, sevgiyle ektiğiniz ve şükranla biçtiğiniz tarlanızdır.

O sizin sofranız ve ocakbaşınızdır.
Çünkü ona açlığınızla gelir ve onda huzuru ararsınız.

Arkadaşınız sizinle içinden geldiği gibi konuştuğunda,
ne ‘hayır’ demek zor gelir, ne de ‘evet’ demekten çekinirsiniz.

Ve o sessiz kaldığında,
kalbiniz onun kalbini dinlemek için sessizleşir.
Çünkü arkadaşlıkta, kelimeler susunca,
tüm düşünceler, tüm arzular ve beklentiler,
gürültüsüz bir sevinç içinde doğar ve paylaşılırlar.

Arkadaşınızdan ayrıldığınızda ise yas tutmazsınız;
Çünkü onun en sevdiğiniz yanı, yokluğunda
daha bir berraklık kazanır, tıpkı bir dağın,
dağcıya, ovadan daha net görünmesi gibi…

Ve arkadaşlığınızda, ruhsal derinlik
kazanmaktan başka bir amaç gütmeyin.

Çünkü, salt kendi gizemini açığa vurmak peşinde
olan sevgi, sevgi değil, savrulmuş bir ağdır
ve sadece yararsız olan yakalanır.

Ve arkadaşınıza, kendinizi olduğunuz gibi sunun.
Eğer dalgalarınızın cezrini bilecekse,
meddini de bilmesine izin verin.

Çünkü salt zaman öldürmek için bir arkadaş
aramanızın anlamı olabilir mi?
Onu, zamanı yaşatmak için arayın.

Çünkü o gereksiniminizi karşılamak içindir,
boşluğunuzu doldurmak için değil.

Ve arkadaşlığın hoşluğunda,
kahkahalar, paylaşılan hazlar olsun.
Çünkü küçük şeylerin şebneminde,
yürek sabahını bulur ve tazelenir.”

Halil Cibran.

Çevrimdışı EyLuL-

  • B Grubu
  • 138
  • 808
  • Fen ve Tekn. Öğrt.
  • 138
  • 808
  • Fen ve Tekn. Öğrt.
# 13 Eki 2013 13:35:32
Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.
 
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi…
Ağladım.
 
Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.
 
Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla…
Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim.
 
İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu…
Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.
 
Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi…
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.
 
İnsanın tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu…
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.
 
Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.
 
Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini…
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.
 
Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra…
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana…
 
Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi…
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi…
 
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta…
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğini aydım.
 
Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.
 
Namusun önemini öğrendim evde…
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemekolduğunu öğrendim.
 
Gerçeği öğrendim bir gün…
Ve gerçeğin acı olduğunu…
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.
 
Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.
Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya…
Kalp durur…
Akıl unutur…
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur.
 
(Hz. Mevlana)
 

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK