İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.306
  • 223.503
  • 28.306
  • 223.503
# 29 Nis 2014 22:54:26
10 kuruşluk kul hakkı önemsiz mi?
Geçenlerde bir pazar sabahı yürüyüşe çıktım ve hanım kahvaltı için birkaç malzeme istediğinden yanıma 30 lira aldım. Dönüşte karşı mahalledeki marketten alışveriş yaptım, ödemeyi yaparken para yetmeyince ekmeği geri bıraktım. Hala 10 kuruş açıktaydı. “-Önemli değil.” dedi kasiyer hanım. İçimde tereddüt oluşsa da malzemeyi doldurdum poşetlere ve eve yürüdüm.
Vicdanım konuşmaya başladı. Bana her gün yaptığım, “Ya Rabbi haram rızıktan ve kul hakkından sana sığınırım.” Duamı hatırlattı. Birbirimizle tartıştık:
-Hani sen hassastın? Hani kul hakkına dikkat ediyordun. –Ama 10 kuruş küçük bir miktar. –İğne kadar kul hakkının ateş olacağını bilmiyor musun? Kendin yazmadın mı? –Ama kasiyer kız ‘önemli değil!’ dedi. –Buna hakkı mı var? Patron o mu? Helal edebilmeye yetkili mi? Sordunuz mu? Firmasına cebinden ödeyecek mi senin 10 kuruşunu?
Böylesi iç konuşmalar giderek uzaklaştı zihnimde, eve geldim. Balkonda tahtalardan yaptığım tekne saksımda yetişen yeşillikler de soframda. Kahvaltı hazır. Maşallah, ne güzel nimetler yaratmış Rabbim. Birden aklıma gelince seslendim. –Hanım, şu cevizleri de getirsene. –Ceviz mi? Kalmadı ki! –Yok canım, bugün aldım ya. –Bugün mü? Yanılıyor olmayasın. Poşetlerden ceviz çıkmadı ki. –Aldım canım! –Ya sen ciddi misin?
Kalktık cevizleri arıyoruz. Hanım faturayı görünce inandı. Ama ceviz yok. Düşündüm taşındım. Nasıl olmuşsa kasada unutmuş olmalıyım. Birden o 10 kuruşu hatırladım. –Git al öyleyse dedi hanım. –Ama şimdi bir daha oraya kadar nasıl yürüyeceğim. 10 kuruşu ihmal ettiğim için 15 liram gidiyor, gitsin. –Üşenme, git yazıktır diye üsteledi hanım. Düşündüm. Cevizi onlara bırakmak beni o kul hakkından kurtaracak mı? Ya cevizi başkası almışsa yanlışlıkla? Ya yolda düşürmüşsem? Sonunda o 10 kuruştan kurtulmak için kalkıp karşı mahalledeki markete gittim. Kasiyer kız beni görünce cevizi çıkardı dolabın altından. -Beyefendi arkanızdan koştum, bağırdım hatta. Ama duymadınız dedi. Gülümsedim. –Hamdolsun, Rabbim kulaklarımı kilitlemiş. Çok şükür ki duymamışım. Diye düşündüm. Cevizimi aldım ve beni iade ettiğim 10 kuruşumu temizlemek için o markete geri dönmeye mecbur bırakan Allaha şükrettim. Muhammed Bozdağ

Çevrimdışı s.kahya

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.773
  • 33.609
  • Müdür Yardımcısı
  • 8.773
  • 33.609
  • Müdür Yardımcısı
# 01 May 2014 08:04:17
       Rivâyete göre Yemenli cömert bir zâtın San’a yakınlarında üzüm, hurma ve ekin bahçesi vardı. Bu cömert kişi,  mahsûl toplama zamanında fakîrlere, garîblere ve zayıflara öşür payını fazlasıyla, bolca ayırır idi. O zât vefât edince, çocukları ihtirâsa kapılarak: “–Âilemiz hayli kalabalık, mal az. Fakirlere bir şey vermeyelim! Onlar gelip istemeden mahsûlleri toplayalım…” diyerek ahitleştiler.
        Allâh -celle celâlühû-, onların bu kötü niyetleri üzerine bahçelerini harâbe hâline getirip simsiyah kıldı. Koskoca bahçe, tanınmaz hâle gelmişti. Bu durumu gören cimri evlâdlar şaşırdılar: “–Acabâ yanlış bir yere mi geldik?” dediler.
        Oysa babalarının öşürü cömertçe dağıtıp muhtaçların duâsını alması, bahçeye ziyâdesiyle bereket veriyordu. Bütün fukarâ ve gurabâ, o bahçeden istifâde ediyordu. Lâkin oğullarının gözlerinde babalarının fakîrlere dağıttığı öşür büyüyor ve onu vermek istemiyorlardı. Onlar, Allâh’ın o bahçeye ve o tarlaya verdiği bereketin nereden geldiğinin farkında değillerdi. Çünkü gaflet, onların kalblerini kör etmişti. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hakk: “Gâfillerden olma!” (el-A’raf, 205) buyurmaktadır.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.306
  • 223.503
  • 28.306
  • 223.503
# 04 May 2014 18:06:45
Vaktiyle bir ateşperest, oğlunu evlendirmektedir.
Düğün günü çok koyun ve inek kesilir.
Et kokuları mahalleyi sarar.
Ancak evin bitişiğinde, Müslüman, dul bir kadın,
dört yetimiyle yaşamaktadır.
Hepsi de günlerdir açtırlar. Kadıncağız,
düğün evinin kapısını çalıp, ‘ateş’ ister.
Ancak maksadı başkadır.
“Belki yemek verirler” diye gitmiştir.
Adam, kadının niyetini anlasa da, bir şey vermez.
Kadıncağız, bir daha gidip ‘ateş’ ister. Yine eli boş
döner.
Üçüncüde yine öyle. Ama ne olur bilinmez, bu
defa acır kadına. Hallerini anlamak için dehlize
iner ve dayar kulağını bitişik evin duvarına ve
dinler.
Yetimcik, annesine yalvarıyor:
— Anneciğim, ne olur bir daha git.
Belki bu sefer bir şey verirler.
Kadın ağlamaklıdır:
- Üç defa gittim yavrum! Artık utanıyorum.
Adam bunu duyar. Kalbi sızlar. güzel bir ‘Sofra’
hazırlatıp, gönderir evlerine. Ve dehlize inip,
dinler yine. Yetimlerin en küçüğü dua ediyor:
- Ya Rabbi! O nasıl bize ikram ettiyse, sen de ona
ikram et! Onu imanla şereflendir!
Ardından;
- Âmiiiin! sesleri yükselir.
O anda, kalbi döner ateşperestin. Ve Şehâdet
getirip imanla şereflenir.
Nitekim Sadaka, belâyı önler. Ama dua, kaderi
değiştirir! buyurmuştur büyüklerimiz .

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.306
  • 223.503
  • 28.306
  • 223.503
# 05 May 2014 17:05:53
Yusuf ailesinin tek çocuğuydu... Annesi babası Onu en iyi şekilde yetiştirmeye gayret ediyorlardı... İmam-Hatip öğrencisiydi Yusuf...

Yusuf'un uzaktan uzağa sevdiği bir kız vardı... Sevgi... Sevgi sınıfın en ağırbaşlı kızıydı.. Başı hep önündeydi... Teneffüs aralarında evden getirdiği kitaplarını okurdu hep... Yusuf derste gizli gizli bakardı Ona... O ise Yusuf'a hiç karşılık vermezdi.. Görmezdi bile Yusuf'un Ona ilgisini... Oysa ki sınıfın değil okulun en yakışıklı çocuğuydu Yusuf... Kızlar onunla arkadaş olmak için can atardı.. Ama O dinine düşkün biri olduğundan zinaya düşme korkusundan uzak dururdu onlardan... Ama ne yaptı ise Sevgi'den uzak duramıyordu... Evet göz zinasıydı bu yaptığı.. Ama elinde değildi, nefsine yenik düşüyordu...

Birgün cesaretini toplayıp kıza açılmayı düşündü..

Arapça dersindelerdi.. Ders bitiminde Sevgi'ye duygularını açıklayacaktı Yusuf... Bir ara kitabının arasındaki bir kağıt gözüne ilişti... Bir hadis yazılıydı:

"Aşkını gizleyip iffetini muhafaza ederek sabredenin günahlarını ALLAH affedip cennetine koyar.." [İbn Asakir]

Nerden gelmişti ki bu kağıt.. Sanki biri Yusuf'un içini okumuştu.. Kafası karıştı... Hem arapça hem türkçe yazıyordu hadis.. Derinlere dalmıştı hadisi okuyunca.. Vazgeçti Sevgi'yle konuşmaktan...

Ertesi gün.. Yine arapça dersinde Yusuf nefsiyle mücadele halinde.. Söylemeli içindekileri.. Yine bir kağıt ilişti gözüne.. Yine bir hadis:

"Ümmetimin üstün olanları aşk belasına düşünce iffetini koruyanlardır.." [ Deylemi ]

Artık anlamıştı.. Birisi yazıp koyuyordu.. Ama kim..? O sırada öğretmenle gözgöze geldi.. Öğretmen gülümsedi... Yusuf başını önüne eğdi.. Öğretmen koymuş olmalıydı.. Defalarca Yusuf'un Sevgi'ye baktığına şahit olmuştu çünkü.. Hem yazı da öğretmenin yazısıydı.. Utandı Yusuf ve vazgeçti Sevgi'ye açılmaktan...

Bir hafta sonra...

Sınıf bir dedikodu ile çalkalanıyor.. "Sevgi'nin birlikte okula geldiği çocuğu gördünüz mü? Ne yere bakan yürek yakanmış.. Sevgilisi varmış".. Yusuf beyninden vurulmuşa dönmüştü... Anladı ki Sevgi'den Ona yar olmayacaktı.. Hayalleri suya düşmüştü.. Sevgi'den vazgeçmeliydi...

Ertesi gün kitabının arasındaki yine bir not buldu Yusuf.. Bu defa ayet yazılıydı...

"Onu işittiğiniz zaman, erkek ve kadın mü'minlerin, kendi vicdanlarında iyi zanda bulunup da "Bu apaçık iftiradır" demeleri gerekmez miydi..?" [ Nur, 12 ]

Yusuf'un beyninde şimşekler çakmıştı.. Ne demekti bu.. Sevgi geldi hemen aklına.. Ve dün konuşulanlar..!

Okul çıkışı yine aynı erkek Sevgi'yi kapıda bekliyordu... Yusuf ise onları seyrediyordu.. Sevgi tam gence doğru ilerlerken,

"Abi biraz bekler misin, kitabımı unuttum sınıfta.."

Abi mi..? Demek ki sevgilisi zannettikleri çocuk Sevgi'nin abisiydi... Ayet yankılandı Yusuf'un kulaklarında... Suizan yapıp da işlediği günaha tövbe etti içinden...

Sonraki günlerde Yusuf arasıra kitabının arasında hadis ve ayetler bulmuştu.. Öğretmenine minnettardı... Yanlışa düşmesini engelliyordu her defasında...

Bir ay sonra...

Sınıfta bir hüzün vardı, Babası Yusuf'u şehir dışında bir medreseye
yazdırmış, okuldan almıştı..Yusuf'un okulda geçirdiği son gündü.. Okuldan ayrıldığına değil Sevgi'yi bir daha göremeyecek olmasına üzülüyordu...
Henüz ilim öğrenmenin aşk'tan üstün olduğunu kavrayamamıştı.. Çünkü aşk iliklerine kadar işlemişti... Hatta babasına içten içe kızıyordu... Medreseye gitmek de istemiyordu... Herkesle vedalaşmış, Ayrılık zamanı gelmişti.. Kitaplarını çantasına koyarken yine bir not bulmuştu.. Ve bir ayetti bu:

"Sizin hayır bildiklerinizde şer, şer bildiklerinizde hayır vardır.. ALLAH bilir siz bilemezsiniz.." [ Bakara / 216 ]

Bu ayet kendine getirmişti Yusuf'u... Evet bunda da bir hayır vardı... Başını eğdi ve kimseye göstermediği gözyaşları içinde çıktı sınıftan...

Şehirdışındaki yatılı medrese hayatı başlamıştı Yusuf'un... Hocaları ona ilk günden edebinden ve saygısından dolayı hayran kalmıştı..

Herkes Ona geleceğin büyük bir hocası gözüyle bakıyordu... Yusuf'un içi buruktu.. Sevgi'den ayrılmak zor geliyordu Ona... Ama dayanmalıydı.. RABB'inin bir bildiği vardı elbet...

5 yıl sonra...

Hocası Yusuf'u yanına çağırmıştı..

-Yusuf! Sen şimdiye kadar gördüğüm en iyi talebemsin... Birkaç aya kadar aramızdan ayrılıp ilim hayatına atılacaksın.. Evlilik çağın geldi de geçiyor.. Bir abimizin kızı var.. Kur'an kursu hocalığı yapıyor.. Onu sana uygun gördük, ne dersin..?

Yusuf Sevgi'den başka kimseyi düşünmemişti evlilik için.. Ama o çoktan evlenmişti belki de.. Hem hocalarına karşı boynu kıldan inceydi:

-Siz nasıl uygun görürseniz efendim.. Anneme babama söyleyelim..

Anne babanın da rızası alınarak gidildi kız istemeye... Yusuf'un içi kan ağlıyordu.. Evleneceği kişiyi sevemezse Onun hakkına gireceğini düşünüyor ve kahroluyordu... Konuşma ve tanışma faslının ardından sıra kahve ikramına gelmişti... Odaya doğru güzeller güzeli bir kız geldi... Yusuf Sevgi'yi öylesine hayal etmişti ki, gelen kızı Sevgi gibi görüyordu...

Hayır, hayır..! Hayal değildi bu.. Sevgi'ydi...

-Bu nasıl bir tevafuk ALLAH'ım! dedi..

Demek Sevgi okulu bitirmiş, hoca olmuştu... Yerinde duramaz oldu Yusuf... Kendisine uzatılan kahveyi alırken elleri tir tir titriyordu.. Fincan tabağını kaldırınca küçük bir kağıt gördü altında.. Sevgi'nin gözüne baktı.. Sevgi ise hiç bakmadan "Al" dercesine başını salladı...
Kağıdı elinde sımsıkı tutuyordu.. Kahvesini bitirince lavaboya gitmek için izin istedi... Odadan çıkar çıkmaz.. Kağıdı açtı.. Okulda kitabının arasına koyulan yazının aynısı ile yazılmış bir hadis vardı:

"Birbirini sevenler için nikah kadar güzel şey görülmemiştir.." [ İbn Mace ]

Yusuf şaşkınlık üstüne şaşkınlık yaşıyordu... Meğer o notları yazan Sevgi'ydi.. Yusuf fark etmesin diye hep arapça dersinde ve öğretmenin yazısını taklid ederek yazıyordu... Yusuf hadis'i tekrar okudu "birbirini sevenler" diyordu.. Demek ki Sevgi de Onu seviyordu... Ve yıllar sonra kavuşma zamanları gelmişti...

Söz ve nişan'ın ardından düğün günü gelip çatmıştı.. Çok sade bir düğün programı hazırlamışlardı.. Yusuf heyecanından yerinde duramıyor, oradan oraya volta atıyordu..
Bir ara elini cebine attı Yusuf.. Ve yine bir hadis buldu:

"Evleniniz, çoğalınız.." [ Beyhaki ]

Sevgi'nin bu sürprizleri Yusuf'u Ona daha çok bağlıyordu.. Ve tekrar tekrar aşık oluyordu Yusuf...

Artık evlenmişlerdi..

Yusuf evin içinde kendisi için hazırlanmış ayet ve hadisleri bulmaya devam ediyordu.. Evlilikle, kadının kocası-erkeğin karısı üzerinde hakları ile, anne baba hakları ile ilgili ayet hadis yazıp bırakıyordu kenara köşeye..
Ve hep içinde bulundukları durum ile alakalı oluyordu bunlar...

3 ay sonra..

Yusuf talebelerinin yanından gelmişti... Ceketini çıkardı, askıya asacakken bir hadis ilişti yine gözüne:

"Evlat kokusu, cennet kokusudur.." [ Taberani ]

Bu demek oluyordu ki baba olacaktı.. ALLAAAAH diye bağırdı birden...
Sevgi başkaları gibi "Ben hamileyim" demektense, her zaman ki gibi hadisle bildirmişti bunu eşine... Hemen Sevgi'nin yanına koştu ve alnından öptü... Artık çocuğunun annesi olacaktı sevdiği kadın...

1 ay sonra...

Yusuf uyandığında başucunda bir not buldu yine... Bir hadis vardı:

"Lezzetleri yok eden, ağız tadını bozan, ümitleri kıran ölümü çok anın.." [ İbni Hibban ]

Neden yazmıştı ki bunu Sevgi..?

Yusuf'un dünya zevkine daldığını mı düşünüyordu acaba.. Mutfakta kahvaltı hazırlayan eşinin yanına gitti...
Nedenini sordu..

Başını eğdi Sevgi, üzgündü:

-Bu gece rüyamda senin öldüğünü gördüm, ben de bu hadisi yazmak istedim..

-Merak etme, seni geç buldum hemen öyle bırakıp gitmem, dedi Yusuf..

Eşini teselli için kurmuştu o cümleyi.. İçi ürpermişti aslında.. Şaka yapıp ortamı yumuşatmak istedi...

Bir hafta sonra...

Sevgi kurstaydı.. Yusuf ise kitap okuyordu evde... Birden kalbine bir sancı girdi... Nefesi daraldı... Kalp krizi geçiriyordu Yusuf...
Okuduğu kitabın arasındaki kağıdı eline almaya çalıştı.. Ve birkaç saniye içinde canını teslim etmişti meleğe...

Sevgi eve geldiğinde Yusuf'un cansız bedenini görünce düşüp bayıldı..
Kendine geldiğinde yaşlı gözlerle yanına gitti... Dokunamıyordu hayat arkadaşına.. Öldüğüne inanmak istemiyordu... O sırada elindeki kağıdı gördü Yusuf'un..
Bir hadis vardı ve altında da bir not:

"Çocuğa güzel bir ad koymak, evladın baba üzerindeki hakkıdır.." [ Beyhaki ]

Oğlum olursa Yusuf, kızım olursa Fatıma...

Anlaşılan o ki, Yusuf ölümle ilgili hadis'i okuduktan sonra ölümün kendisine yakın olduğunu düşünerek bu hadis'i yazmış, kitabının arasına hazır etmişti...

Artık Yusuf yoktu..

Sevgi anne babasının tüm ısrarlarına rağmen kayınvalidesi ve kayınbabasının yanında ayrılmadı.. Yusuf onların tek çocuğuydu...
Kendisi de onları terketse kimsesiz kalacaklar, acıları daha da artacaktı.. Hem onların torunlarını taşıyordu karnında...

6 ay sonra...

Yusuf'un oğlu dünyaya geldi... Tıpkı Yusuf gibi pek güzeldi... Dedesi onu kucağına aldı...
Ezanını okudu kulağına...

Yaşlı gözlerle ve titrek bir sesle fısıldadı kulağına :
Hoşgeldin oğlum...
Hoşgeldin torunum...
Hoşgeldin ikinci YUSUF'UM...
YUSUF'UM...

Çevrimdışı s.kahya

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.773
  • 33.609
  • Müdür Yardımcısı
  • 8.773
  • 33.609
  • Müdür Yardımcısı
# 06 May 2014 11:59:53
Yıl bir 1975. Öğle namazına yakın bir vakitte Hazret-i Pîr'in türbesi önüne nûr yüzlü, buğday tenli ve tıknaz boylu bir genç gelmişti. O an tesâdüfen Azîz Mahmûd Hüdâyî Câmii'nin imâmına rastladı ve:
"-Efendim! Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî'yi görmeye geldim! Kendisiyle nasıl görüşebilirim? Acabâ şu an burada mıdır?" diye sordu.
Böyle bir suâl karşısında şaşıran imâm Muharrem Efendi:
"-Oğlum! Evet Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!" dedi.
Hazret-i Pîr'in orada olduğunu duyan genç, sevinçle:
"-Lütten beni onunla görüştürünüz!" dedi.
Fakat buna bir mânâ veremeyen Muharrem Efendi, türbenin yanında olduklarından tekrar:
"-Oğlum! Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!" dedi.
Genç de, talebini tekrarladı:
"-O zaman benimle görüştür! Ben onunla görüşmek istiyorum!" dedi.
Muharrem Efendi, hâlâ gencin hâlinden bir şey anlamadığından mes'eleyi çözebilmek için:
"-Evlâdım! Sen Azîz Mahmûd Hüdâyî'yi tanıyor ve biliyor musun" diye sordu.
Yüzü gibi sînesi sâf olan delikanlı da, lafın böyle uzayıp gitmesine ve muhâtabının kendisini neden Mahmûd Hüdâyî ile görüştürmek istemediğine hayret ederek:
"-Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî'yi yakından tanıyorum. Beni buraya o dâvet etti. Biz onunla ziyâret husûsunda sözleşmiştik. Benim geleceğimden haberi var." dedi.

Sözün burasında Muharrem Efendi, mes'elenin farklı bir vechesi ve sırlı bir nüktesi mevcûd olduğunu nihâyet idrâk etti ve merakla sordu:
"-Evlâdım! Nasıl sözleştiniz?" Genç anlatmaya başladı:
"-Efendim ben 1974 Kıbrıs harekâtında paraşütle indirilen komando grubundandım. Biz, ordumuzun denizden, Rumlar'ın da Beşparmak dağlarından karşılıklı mücâdelelerini sürdürdükleri bir hengâmda paraşütlerle atladık. Ancak hava pek rüzgârlı olduğundan her birimiz bir tarafa savruluyorduk. Ben de düşman hatlarına düştüm. Ağaçlık bir mevkîde iki yandan gelen cehennemî bir ateş altında kaldım. Ne yapacağımı bilemez bir halde büyük bir şaşkınlık içindeyken karşıma uzun boylu, heybetli ve nûr yüzlü ihtiyar bir baba çıktı. Bana tatlı ve mütebessim bir çehre ile baktı ve:
"-Oğlum! Burası düşman hattıdır. Ne işin var burada? Niçin tek başına bu hatta girdin?" dedi.
Ben de:
"-Baba! Ben gelmedim, rüzgâr buraya düşürdü." dedim.
Nûr yüzlü ihtiyâr, hafifçe başını salladı:
"-Ben de harbe geldim. Sizden evvel gönderildim. Buraları çok iyi bilirim. Hangi birliktensin oğlum? Gel seni onların yanına götüreyim!" dedi.
Birlikte müthiş bir ateş topu altında yola koyulduk. O mübârek insan, gâyet sâkin bir yolda yürüyormuşçasına rahattı. Her hâli beni ayrı bir şaşkınlığa sevkediyordu. Bana ismimi, nereli olduğumu v.s. birçok suâller sordu. Ben de istediği cevapları verdikten sonra iyice merak edip kendisini sordum:
"-Baba! Ya sen kimsin?" O da:
"-Oğlum! Bana Azîz Mahmûd Hüdâyî derler." dedi.
Sonra:
"-Baba! Sen bana çok büyük bir iyilikte bulundun? Şâyet memlekete sağ-sâlim dönersem, bir vefâ borcu olarak seni ziyâret etmek isterim. Adresini verir misin?" dedim.
O güzel yüzlü mübârek insan, adres olarak sadece:
"-Oğlum! Üsküdar'a gelip kime sorsan beni sana gösterirler!" dedi.
Bu arada birliğime gelmiştik. Minnet, muhabbet ve hürmetle bu güzel insanın elini öptüm. Kendisiyle vedâlaştım. Sonra da kumandanımın yanına gittim.
Beni bir anda karşısında gören kumandanım, pek şaşırdı. Benim o ateş çemberinden nasıl olup da kurtularak birliğime ulaştığıma hayretle haykırdı:
"-Buraya nasıl gelebildin?" Ben de:
"-Beni, yaşlı, güzel bir baba getirdi." dedim.
Harb bittikten sonra memleketime döndüm. Ancak Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin bana yapmış olduğu iyilik hiçbir vakit aklımdan çıkmadığı için bir vefâ borcu olarak nihâyet ziyâretine niyetlenip Üsküdar'a geldim. Sorduğum kimseler:
"O mübârek bir zâttır" diyerek burayı târif ettiler." Bu arada sükût edip derin bir nefes alan genç, Muharrem Efendi'ye önceki talebini tekrarladı:
"-Efendim! İşte Azîz Mahmûd Hüdâyî ile böyle tanıştık. Artık himmet edin de beni kendisiyle görüştürün!" dedi.
Böylece mes'eleyi bütün yönleriyle öğrenen Muharrem Efendi, şâhid olduğu bu mânevî manzara karşısında pek duygulandı. Yalvarırcasına gözlerinin içine bakan delikanlıya bir müddet hiçbir şey diyemedi. Sonra da kendini toparlayıp içli bir sesle âdetâ kekeleyerek hulâsaten:
"-Evlâdım! Azîz Mahmûd Hüdâyî, hayatta olan bir kimse değil, 1543-1628 yılları arasında yaşamış bulunan büyük bir Allâh dostudur. Herhalde seni buraya Fâtiha okuman için çağırmış olmalıdır! İşte türbesi!" diyebildi.
Bu cevabı duyan vefâkâr ve imanlı genç, daha o an öğrendiği hakîkat üzerine son derece müteessir oldu. Kendisini görmek niyet ve hasretiyle geldiği ve hayatını borçlu olduğu büyük velînin sadece türbesiyle karşılaşmıştı. Harp sahasının o müthiş hengâmında yaşadığı mânevî tasarrufun daha yeni yeni farkına vardı ve bir çağlayan hâlinde hıçkırmaya başladı. Ellerini yüzüne kapadı; uzun bir müddet içli içli ağladı.
Hüdâyî mihrabının imâmı da, ağlıyordu...
Bu hâdise, Allâh'ın velî kullarına bahşettiği mânevî tasarrufu ne güzel sergiler. Bu tasarruf, Hazret-i Peygamber sallâllâhü aleyhi ve sellem'den zamanımıza kadar gelen evliyâullâhın mânevî yardımlarından bir misâldir.
Şunu unutmamak lâzımdır ki, fâil-i mutlak, Cenâb-ı Hakk'dır. Onun kullara yardımı, gerek melekler vâsıtasıyla, gerekse Allâh'ın velî kulları vâsıtasıyla günümüze kadar olagelmiştir.

***

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.306
  • 223.503
  • 28.306
  • 223.503
# 06 May 2014 16:46:23
-Babam bana şöyle anlattı:
-Salih Meri, cuma gecesi, cuma namazını kılmak üzere mescide gitmek için yola çıktı. Kabristana uğradı. Kendi kendine şöyle dedi:

-Tan yeri ağarıncaya kadar kalayım.

Kabristanın içine girdi. İki rekat namaz kıldı. Bir kabre dayandı. Gözlerine uyku geldi. Şöyle bir rüya gördü: Kabirde yatanlar kabirlerinden çıkmışlar, halka halka olup oturmuş, konuşuyorlar.

Bir de baktı ki,onlardan ayrı, kirli elbiseli bir genç, bir köşede, üzüntülü bir halde oturuyor. Onu yanlarına oturtmuyorlar. Oradakilerin hepsine tepsi tepsi, üzeri mendillerle örtülü hediyeler gelip dağıldı. Herkes kendi tabağını aldı; sonra kabrine girdi. En sonuna bu genç kaldı.

O da üzüntülü bir halde, kalktı; kabre girmek istedi. Hemen ona sordum:

-Hey Allah'ın kulu, sende gördüğüm bu üzüntü neden? Sonra gördüğüm bu hal nedir?

Bana şöyle dedi:

- Ey Salih Meri, sen o tepsileri gördün mü?

- Evet, gördüm, deyince şöyle anlattı:

- O tabaklar, hayattakilerin ölülerine hediyeleridir. Onların adına verdikleri sadaka, yaptıkları dua, cuma geceleri onlara gelir.

Daha sonra şöyle dedi:

- Ben, Sind'li biriyim. Anam hacca gitmek istedi; beraber yola çıktık. Basra’ya gelince öldüm. Bundan sonra anam evlendi. Kendisinin bir oğlu olduğunu ve öldüğünü kocasına anlatmadı. Dünyaya daldı. Ne bir işaretle ne de bir sözle beni andılar.

Ölümümden sonra beni hatırlayan kimse olmayınca üzülmek bana haktır.

Sordum:

-Senin ananın evi nerede?

Onun yerini bana anlattı.

Sabah oldu Namazımı kıldım. Sonra gittim. O kadının evini sordum, buldum.

Yanına gittim,izin istedim. Kendimi ona tanıttım, kapıdan:

-Ben Salih Meri'yim, dedim. İzin verdi, içeri girdim.

Şöyle dedim:

-Benim söyleyeceğim söz, senin söyleyeceğin söz hiç kimse tarafından duyulmamalıdır. Böyle istiyorum.

Ona yaklaştım, aramızda bir perde kaldı.

Şöyle sordum:

-Sana Allah'tan rahmet dilerim, çocuğun var mı?

-Yoktur.

Tekrar sordum:

-Daha önce bir çocuğun olmuş muydu?

Derin bir nefes aldı, sonra şöyle dedi:

-Benim bir genç oğlum vardı, öldü.

Bunun üzerine durumu ona anlattım. Ağlamaya başladı.

Sonra şöyle dedi:

-Ey Salih! O benim ciğerparem, kalbim idi. İçim onun yuvası olmuştu. Göğüslerimden ona süt içirdim. Kucağım onun sığınağı idi.

Daha sonra çıkardı bana bin dirhem verdi. Ve şöyle dedi:

-O sevdiğim göz nurum için bunları dağıt. Kalan ömrümde onu duadan unutmayacağım. Onun için sadaka vereceğim.

Gittim, o bin dirhemi dağıttım.

Ertesi cuma geldi. Cumaya gitmeyi istedim. Yine kabristana uğradım.İki rekat namaz kıldım, sonra bir kabre dayandım. Yine dalmışım. Baktım ki, bir cemaat yine çıkmış. Bu arada o genci gördüm. Üzerinde beyaz bir elbise vardı. Sevinçli ve mesrurdu.

-Ey Salih! Allah bizim için seni mükafatlandırsın. Gönderdiğiniz hediye bize geldi.

Ona dedim ki:

-Siz kabirdekiler cumayı bilir misiniz?

Şöyle anlattı:

-Evet biliriz. Havadaki kuşlar bile onu bilir. Cuma günü için birbirlerine şöyle derler:

-Bu faziletli gün için, selam,selam...

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.306
  • 223.503
  • 28.306
  • 223.503
# 07 May 2014 06:42:13
ÇOCUĞU KANDIRMA!

Medine'de bir anne sokağa kaçan çocuğunu eve getirebilmek için "Gel bak sana ne vereceğim?" demektedir. Olaya şahid olan Hz. Muhammed (asv) sorar:

"Çocuğa ne vereceksin?"

Anne "hurma vermek istediğini" söyleyince de uyarır:

"Dikkat et! Sana gelir ve ona bir şey vermeyecek olursan, senin için bir yalan günahı yazılır."

| İbrahim Refik, a.g.e., s.43 |

Çevrimdışı s.kahya

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.773
  • 33.609
  • Müdür Yardımcısı
  • 8.773
  • 33.609
  • Müdür Yardımcısı
# 08 May 2014 11:58:33
Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur:

“Öfke, her şerrin anahtarıdır.”[4]

Müʼmin, hayra anahtar, şerre kilit olmalıdır. İki uçlu bir bıçak gibi olan öfke ise, îmandan kaynaklandığında hayrın, nefisten kaynaklandığında şerrin anahtarı olur. Zira nefsânî öfkeler, aklı baştan gideren bir cinnet hâlidir ve ekseriyetle âkıbeti felâkettir. Müʼmin, öfkelenecekse, Allah rızâsı için, İslâm düşmanlarına ve günahlara öfkelenmelidir. Nefsinden doğan öfkesini ise, dâimâ dizginlemeye gayret etmelidir.

Hazret-i Ali -Radıyallâhu Anh-’ın Allah için cenk ettiği bir kâfiri tam öldürecekken, o kâfirin can havliyle yüzüne tükürmesi karşısında, onu öldürmekten vazgeçmesi hâdisesi, bu hususta en güzel misallerden biridir. Îmânın kazandıracağı ince anlayıştan henüz mahrum bulunduğu için, Hazret-i Aliʼnin bu esrârengiz davranışına bir türlü akıl erdiremeyen adam, ölmeyi-öldürmeyi unutup hayret ve dehşet içinde sorar:

“–Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun? Ne oldu ki, şiddetli bir hiddetten, târifsiz bir sükûna geçtin? Bir şimşek gibi çakmakta iken bir anda sâkin bir hava gibi duruluverdin. Bu ânî değişikliğin hikmeti nedir? Bu hâlin bana bir muammâ oldu.” der.

Hazret-i Ali -Radıyallâhu Anh- şu cevâbı verir:

“–Ben ancak Allah yolunda cihâd ederim. Allah düşmanlarının başını, yine O’nun rızâsı için vururum. Buna da aslâ nefsimi ortak etmem… Sen ise yüzüme tükürerek bana hakâret etmek, beni kızdırmak ve böylece nefsimi tahrik etmek istedin. Ben o an hiddete kapılsaydım, seni, nefsime tâbî olmak gibi, âdî bir sebeple öldürecektim. Hâlbuki ben, gururumu tatmin için değil, Allah rızâsı için gazâ ederim.”

İşte bu fazîlet karşısında o düşman kişi îmân ile şereflenir.

(Altınoluk Dergisi,2014 – Mayıs, Sayı: 339, Sayfa: 032)

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.306
  • 223.503
  • 28.306
  • 223.503
# 08 May 2014 17:49:33
> Peygamber efendimiz demiştir ki birisi öldüğünde
> akrabaları cenaze işleriyle meşgul iken,
> son derece güzel bir kişi gelir mevtanın başının
> yanında durur.
> Kefenlendiğinde kefen ile merhumun göğsü arasına
> girer. Definden sonra herkes evine döner.
> Münker ve Nekir adlı iki özel melek gelir, öleni
> kişisel mahremiyet içerisinde imanı hakkında
> sorgulayabilmek
> üzere göğsünde
> *duran güzel kişiyi ayırmaya çalışır.
> Güzel kişi der ki “O benim refakatim, O benim
> dostumdur, hiçbir şekilde Onu yalnız bırakmam.
> Eğer siz sorgulama için görevlendirildiyseniz,
> görevinizi yapınız. Onun cennete girmesini kabul
> ettirinceye kadar terk edemem.
> Sonra ölmüş arkadaşına döner der ki, “Ben, bazen
> yüksek sesle bazen de kısık sesle okuduğun Kur’anım.
> *Endişe etme, Münker ve Nekirin sorgusundan sonra
> üzüntü duymayacaksın.
> Sorgulama bitince güzel kişi Onun için Meleul Aladan
> (semadaki meleklerden) misk kokusuyla bezenmiş bir
döşek hazırlar.
Allahın Resulu (SAV) demiştir ki:

*Hesap gününde ne bir Peygamber, ne de bir
melek, Allahın indinde Kur’andan daha imtiyazlı bir
şefaatçi olamayacaktır.
*Lutfen bu hadisi herkesherkese gönderiniz,çünki
Resullah(SAV) demiştir ki:bir beyit dahi olsa benden olan
bir bilgiyi iletiniz.
Allahın lütfu hepimizin üzerine olsun
AMİN........

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.306
  • 223.503
  • 28.306
  • 223.503
# 09 May 2014 06:31:19
ÇOK ANLAMLI

İbretlik Bir Hadise... Delinin biri camiye girer, belli ki namaz
kılacak.
Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın
gözlerle etrafı süzer-dolanır..
... Bir oraya, bir buraya her köşeye
dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider.. Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla
tekrar gelir camiye ve tam namaza
başlamak üzere olan cemaatle birlikte
saf tutar..
Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir
namazını. Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar,
çıkardığı ses vs. derken, tabii cemaat de
rahatsız olmuştur bu durumdan..
Nihayet biter namaz, bitmesine ama her
kafadan bir ses çıkar..
Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile..
İmama kadar ulaşır sesler, hafiften
tartışmalar.. İmam aynı mahalleden, bilir az çok
garibin halini, şefkatle yaklaşır
meczubun yanına ve der ki: “Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında
odunlarla, sen ne yaptın?
Hem kendini hem de çevreni rahatsız
ettin bak, bir daha namaz kılmaya
yüksüz gel olur mu?” Bunu duyan meczub melül-mahzun,
ama manalı bir bakışla sorar “Âdetiniz böyle değil mi?” “Ne âdeti?!” der Hoca.. Cemaat da toplanmış, merak ve
şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra.. Der ki meczub bu kez: “Hocam ben namaz kılmak için girdim
camiye, şöyle kendime uygun bir yer
ararken içeridekilere baktım, gördüm ki
herkesin sırtında bir şeyler var.
Zannettim ki adet böyledir, ben de şu
odunları yüklendim geldim işte, neden kızıyorsun? Kızacaksan herkese kız, tek
bana değil! Hoca şaşırır: “Benim sırtımda da mı
var?” der.. “Evet” der meczub, “Hepinizin sırtı
yüklü!”.. Cemaatte ise hafiften “deli işte!”
manasına,bıyık altından gülüşmeler
başlamıştır.. Meczub bu kez öne atılır ve tek tek
cemaati işaret ederek, saf bir çocukça,
heyecanla bağırır: “Bak bunun sırtında mavi gözlü bir
çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı
vardı.. Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere
yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun
sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun,
bununkinde de yaşlı annesi vardı!..” Sonra iki elini yanlarına salar başını
sallar ve umutsuzca; “ Boş yok, boş yok hiç!..diye tekrarlar. O böyle söyleyince, herkes dehşet
içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne
bakar! Aynen doğrudur dedikleri çünkü;
Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur
namazda,
kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını,
biri onaracağı kapıyı,
diğeri lokantasında pişireceği yemeği.. Biri açtır aklında yiyeceği tavuk,
birinin sırtında sevdiği kadın,
diğerinde de bakıma muhtaç annesi
vardır. “Peki söyle bakalım bende ne vardı?”
der, bu kez endişeyle Hoca.. O da der ki:
“Zaten en çok da sana şaştım hoca!
Sırtında kocaman bir inek vardı! Meğerse efendim, hocanın ineği
hastaymış, “öldü mü ölecek mi?” diye
düşünürmüş namazda... “Harâbât ehlini hor görme sakın,
defineye mâlik viraneler var.”
Bildirince bildiren, yüreği olan görüyor
elbet..."

Çevrimdışı eslemnurum

  • Uzman Üye
  • *****
  • 10.560
  • 26.279
  • 10.560
  • 26.279
# 12 May 2014 21:52:14

Bir gün Hazret-i Mevlânâ Hazretleri’nin huzuruna birbirlerine dargın iki kişi getirirler. Mevlânâ hazretleri onlara bir an önce barışmalarını söyler ve şu örneği verir:

“Allah bazı insanları su gibi lâtif, mütevazi, daima aşağıya doğru akan ve yumuşak huylu yarattı. Bazılarını da toprak ve taş gibi sert mizaçlı yarattı.”

“Su toprağa karışır, meyvelerin büyümesini canlıların hayatlarını devam ettirmelerini sağlar. Böylece o sulardan ruhlara ve bedenlere gıda temin edilip menfaat sağlanır. Su toprağa gitmezse topraktan da sudan da lâyıkıyla istifade edilmez.”


“Bu arkadaşın toprak hükmünde olup, yerinden kalkmaz ve barışmazsa sen su gibi tevazu üzere ol ve onunla anlaş.”

“Herkes bilir ki, iki küs olan kimseden hangisi öbüründen önce davranırsa, Cennete ötekinden önce girecektir. Daha çok sevap kazanacaktır. Dolayısıyla bu barıştan her ikiniz de istifade etmiş olacaksınız.”

Biraz sonra her iki kişi de barıştılar.

Çevrimdışı s.kahya

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.773
  • 33.609
  • Müdür Yardımcısı
  • 8.773
  • 33.609
  • Müdür Yardımcısı
# 16 May 2014 18:07:05
Alıntı
Cehennem azabın ve sonsuz acıların olduğu yerdir. Tabi Cehennem kelimesi bile korkutmak için yeterli gelirken, günümüz insanlarının düştükleri çelişkili dünyevi hayatlar nedeniyle umursamaz bir hal almaktadır. Değerli kardeşlerim biz Müslümanlar inançlarımız gereği mükafatın bizlere Cennetle olacağını biliyor ve buna göre amel ediyoruz. Kötü amelin sonunda da Cehennemin olduğunu biliyoruz. Sizlere okumuş olduğum ve çok etkilendiğim bir Hadis-i Şerifi paylaşmak istiyorum. Cehennemi belki de en iyi tasvir eden Hadis-i Şeriflerden biridir. Cehennemi bırakın bir yere dibi ile ilgili olan bu öğüdün ne kadar ürküttüğünü bir düşünsenize. Bir taş atılıyor ve yuvarlanmaya başlayarak Cehennemin sonsuzluk çukuruna doğru sürüklenmeye başlıyor ve bu zaman olarak tam 70 yıl sürüyor.

İşte sizlere o Hadisi Şerif

 Ebu Hureyre’den ( ra ) rivayet edilmiştir:

” Rasûlüllah’la beraber idik, bir ses duyduk. ” İşittiğiniz sesin ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. ” Allah ve Resûlü bilir” dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu: ” BU, Yetmiş seneden beri Cehenneme atılmış bir taştır. Bugüne kadar durmadan yuvarlanıyordu. Nihayet Cehennemin dibine düştü. İşte şimdi onun sesini işitmiş bulunuyorsunuz.”

( Müslim Rivayet etmiştir )

Çevrimdışı fraktal33

  • Uzman Üye
  • *****
  • 3.349
  • 6.439
  • Matematik Öğretmeni
  • 3.349
  • 6.439
  • Matematik Öğretmeni
# 20 May 2014 12:57:15
Allah haramdan kaçanı korur

Ünlü hükümdar Timur'dan sonra yerine geçen oğullarından Şahruh (XV. y.yıl) babasının tersine bilime ve bilgine değer veren, dindar, halim, selim biriydi. Bilginlerle oturup kalkmaktan zevk alırdı. Şahruh'un çevresindeki bilgin kişilerden biri de Nimetullah Efendi idi. Aynı zamanda evliyadan olan Nimetullah Efendi'nin dilinden düşürmediği bir söz vardı: "Allah haramdan kaçanı korur" (Yani kişi haramdan kaçarsa Allah ona haram yedirmez, nasip etmez, demek istiyordu.)

    Bu sözü sık sık tekrar eder, bununla biraz da hükümdar ve adamlarını uyarmak amacı güderdi. Şahruh da bunun her zaman mümkün olmayacağını, insanın bazen bilmeden de harama el uzatabileceğini ileri sürerdi.

    Şahruh bir gün sarayında özellikle Nimetullah Efendi'yi ağırlamak üzere bir ziyafet düzenledi. Başta hükümdar ve Nimetullah Efendi olmak üzere davetliler sofraya oturdular. Baş yemek kehribar gibi kızarmış bir kuzu çevirmesiydi. Herkes gibi Nimetullah Efendi de iştahla yiyor, yedikçe "Allah haramdan kaçanı korur" sözünü tekrarlayıp duruyordu.

    Hükümdar ve adamları da bıyık altından gülüyorlardı. Nihayet yemek bitti. Şahruh Nimetullah Efendi'ye sordu:

    - Allah haramdan kaçanı her zaman ve her durumda korur mu?

    - Evet korur, haramdan kaçana Allah haram nasip etmez.

    - Ama hocam seni korumadı, sende bizimle birlikte haram yedin.

    - Hayır, ben haram yemedim haramı siz yediniz.

    - Boşuna iddia etme hocam, sofrada yediğimiz kuzuyu benim adamlarım çalmıştı, hırsızlık malıydı o...

    - Olabilir, size haramdı, ama bana helaldi. Hükümdar lahavle çekti:

    - Nasıl olur hocam, çalınmış bir kuzu bize haram, sana helal?

    Nimetullah Efendi sözünü bağladı:

    - Eğer inanmıyorsanız, kuzunun sahibini bulun sorun...

    Gerçekten hükümdarın adamları çaldıkları kuzunun sahibini buldular. Yaşlı bir kadındı kuzunun sahibi. Kuzuyu çaldıklarını, pişirip yediklerini itiraf ettiler ve parasını ödemek istediklerini söylediler. Kadın parasını almayı reddetti ve kendilerine beddua etti.

    - "Ben o kuzuyu parası için değil, bu havalide Nimetullah Efendi diye mübarek bir zat varmış, ona ikram etmek için yetiştiriyordum", diye açıklamada bulundu.

Çevrimdışı fraktal33

  • Uzman Üye
  • *****
  • 3.349
  • 6.439
  • Matematik Öğretmeni
  • 3.349
  • 6.439
  • Matematik Öğretmeni
# 21 May 2014 09:43:33
Hoşuma gitti paylaşayım dedim.

Uzun yıllar önce, uzaklardaki bir ülkede
'Bin aynalı dağ' denilen bir dağ vardı. Bu Dağın zirvesine
gerçekten de bin tane irili ufaklı ayna yerleştirilmişti.
Herkes zaman zaman bin aynalı dağa çıkıp,
ilginç öykülere şahit olmayı ve daha sonra
gördükleri hakkında arkadaşlarıyla konuşmayı isterdi.
Bir gün, bu ülkede yasayan küçük mutlu bir köpek,
bu dağı duydu ve oraya gitmeye karar verdi. Dağın eteğine ulaştı
ve sora da neşeyle yukarı tırmandı. Yorulmuştu, ama yeni şeyler
göreceği için keyiflenmiş ve yorgunluğunu çoktan unutmuştu.
Aynaların bulunduğu zirveye geldiğinde kulaklarını dikmiş, kuyruğunu
hızlı hızlı sallıyordu. Kocaman bir gülümseme gönderdi onlara.
Karşılığında bin tane kocaman sıcak ve dostane gülümseme aldı.
Mutluluğu kat kat artmıştı. Oradan bir türlü ayrılmak istemiyordu.
Türlü türlü sevinç ve dostluk hareketleri yapıyor,
yaptıklarının bin kat fazlasıyla karşılığını görüyordu.
Nihayet gün karadı ve oradan ayrılması gerektiğini anladı.
dağdan inerken kendi kendisine; "Burası harika bir yer!
Buraya sık sık geleceğim" diye düşünüyordu. Bu arada,
aynalı Dağın çıkışındaki anlamlı levhayı da okudu
ve mutluluğu bin kat daha arttı...

Ayni ülkede yaşayan başka küçük bir köpek daha vardı.
Ama ilki kadar mutlu değildi. Huysuz ve mutsuzdu.
O da o dağa gitmeye karar verdi. Dağın eteklerine kadar
gelip de yukarıya baktığında, şikayete başlamıştı bile.
Sızlana sızlana dağın tepesine kadar çıktı.
Yorgunluk ve kızgınlığa şimdi bir de korku eklenmişti.
Doğru ya, bu dağın tepesinde kendisini kim bilir hangi hırsızlar,
haydutlar bekliyordu! Aynaların olduğu alana yaklaşırken,
her an bir düşmanla karsılaşacakmış gibi başını öne eğmişti.
Kafasını kaldırıp da aynalara baktığında gözlerinde inanamadı.
Soğuk soğuk bakan bin tane köpek gözlerini onun üzerine dikmişti.
Güya onlardan korkmadığını onlara göstermek için hırlamaya,
dişlerini göstermeye başladı. Aynı anda korkunç görünümlü
bin köpek kendisine hırlayınca, korkudan ne yapacağını
bilemedi ve dağdan inerken kendi kendine; "Burası
korkunç bir yer! Buraya bir daha asla gelmeyeceğim." diyordu.
Huysuz köpek, o hızla ve korkuyla kaçarken,
aynalı dağ hakkında bilgi veren levhayı ve
üzerindeki yazıları görmemişti bile.

Levhada şöyle yazıyordu:
"Ey yolcular! Sakın aldanmayın, gördüğünüz görüntüler
sadece ve sadece sizin aynadaki yansımanızdır. Aynı şekilde;
hayatta başınıza gelen bütün olaylar size tutulmuş aynalardır.
Onlarda sadece kendinizi, kendi duygu ve düşüncelerinizi görürsünüz

seversen sevgi alırsın

nefret edersen nefret kazanırsın

küçük bir tebessümle kalplere huzur ve mutluluk verirken

suratınızı astığınızda bi o kadar huzursuzluk ve mutsuzluğu yaşar ve

yaşatırsınız.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.306
  • 223.503
  • 28.306
  • 223.503
# 29 May 2014 23:11:19
Matador Alvora Munera kariyerine son verdi.

Öyle ki, yarışın son mücadelesinde gücünü yitiren Alvora yıkılır. Boğanın ona yaklaştığını görünce korkulu sonun yaklaştığını hissetti. Lakin boğa ona hiç bir şey yapmadı. Yarıştan sonra matador açıklamasında şöyle diyor: "Boğa gözümün içine bakarak bağırdı, böyle sadece bağırdı. Sırtına oklar batırdığım hayvan bana zarar vermedi, istese beni orada öldürebilirdi fakat sadece gözlerime bakıp bağırdı. Her hayvanda olduğu gibi onun gözlerinde de masumluk vardı. Yüreğimde adaletin hıçkırarak ağladığını işittim. Belki de bağışlanırdım, lakin itiraf edemedim. Kendimi dünyanın en vahşi mahluğu gibi hissediyordum."

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK