İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı mesirmacun

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.406
  • 4.083
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 1.406
  • 4.083
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 12 Haz 2012 00:18:40
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Hz. Mevlânâ bir gün eve gelir, oğlunu üzgün görür. Sebebini sorar.
 Oğlu: "Hiç…" der.
 Hz. Mevlânâ dışarı çıkar.
 Kapıda asılı bir kurt postu vardır, onu alır üstüne giyer. Ellerini havaya doğru açıp ulamaya başlar.
 Oğlu babasının bu haline bakıp güler.
 Hz. Mevlânâ:
 "Evladım, gördün mü?" der.
 "Dünya dertleri de işte böyledir. Kurt, aslında korkutucu bir hayvandır. Ama sen o postun arkasında babanın olduğunu bildiğin için korkmadın ve güldün.
 İşte bütün dertlerin arkasında da RABB'inin olduğunu bil ve O'na güven." der...
 
| Hz Mevlana |


Sıkıntımın hayli fazla olduğu bir gece okudum yazınızı.İçimi rahatlattınız, teşekkür ederim.

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 12 Haz 2012 23:29:24
YAŞANMIŞ GERÇEK BİR OLAY..

Bir acelesi olduğunu, onu görür görmez anlamıştım. Sağanak halinde yağan yağmura aldırış bile etmiyor ve bükülmüş haline rağmen sağa sola koşuyordu. Yanına sokularak:

- Hayrola teyzeciğim, dedim. Bir derdiniz mi var?

Sıcak bir tebessümle:

- Buraların yabancısıyım evladım, dedi. Hastane tarafına gidecek bir araba arıyorum.

- Biraz beklerseniz aynı dolmuşa binebiliriz, dedim. Oraya geldiğimizde size haber veririm.

Teşekkür ederek yanıma yaklaştı ve küçük bir çocuk gibi şemsiyenin altına girdi. Nurlu yüzü yağmur damlacıklarıyla ıslanmış ve yanakları pembe pembe olmuştu.

- Torunlarımdan biri menenjit geçirdi, diye devam etti. Ziyaret saati bitmeden dolaşmak istemiştim."

- 20 dakikanız var, dedim. Hastaneye yakın ama, bu havada pek araba bulunmuyor.

Durağa herkesten önce geldiğimiz için, dolmuşa da rahatça bineceğimizi zannediyordum. Ancak araba yanaştığında, arkamızda duran 4-5 kişinin bir anda hücum ettiğini gördüm. İçeriye doluşan ve arkadaş olduğu anlaşılan adamlara:

- İlk önce biz gelmiştik, dedim. Sırayı bozmaya hakkınız var mı?

Ön koltukta oturanı:

- Hak istiyorsan Hakkari'ye gideceksin arkadaşım, dedi. Hem oradaki haklardan KDV'de alınmıyormuş.

Bu laf üzerine attıkları kahkahalarla bindikleri araba sarsılmış ve sinirlerim allak bullak olmuştu. Sakinleşmeye çalışarak:

- Ben biraz daha bekleyebilirim, dedim. Ama şu ihtiyar teyzenin hastaneye yetişmesi gerekiyor.

Bu defa şoför lafa karışıp:

- Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardeşim, dedi. Okuyup üfledi mi, hastaneye uçuverir.

Tekrar kopan kahkahalarla birlikte araba uzaklaşıp gitti. Yaşlı kadına baktım, tevekkülle susuyordu.

5-10 dakika sonra gelen bir başka dolmuşa onunla beraber bindim ve şoföre "teyzeyi hastanede indirmesini" söyledim. Yaşlı kadın, yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine rağmen şikayet etmiyordu. Üstelik trafik de, yarı yolda tıkanıp kalmıştı. Şoför:

- Yolun bu durumu, hayra alamet değil, dedi. Sebebini anlasam iyi olacak.

Arabayı çalışır vaziyette bırakıp ileri doğru yürüdü ve biraz sonra döndüğünde:

- Kısmete bak yahu, dedi. Bizden önce kalkan dolmuşa kamyon çarpmış. Heyecanla:

- Bir şey olmuş mu? diye atıldım. Yani yaralı falan var mı?

- Herhalde, diye cevap verdi. Dolmuşta bulunanları, teyzenin gideceği hastaneye kaldırmışlar.

Göz ucuyla yaşlı kadına baktım. Solgun dudaklarıyla bir şeyler mırıldanıyor ve sanki onlar için dua ediyordu. Şoför, koltuğuna yavaşça otururken:

- Kısmet işte, diye tekrarlayıp, duruyordu.Sen kalk koca bir kamyonla çarpış, hem de Türkiye'nin öbür ucundan gelen Hakkari plakalı bir kamyonla...

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 15 Haz 2012 22:20:52
İBRET ALACAĞIMIZ BİR HİKAYE

Yolda karşılaştığımızda ezan okunuyordu.

-Gel seni camiye götureyim dedim. Bugün cuma biliyorsun.
-Sende benim camiye gitmediğimi biliyorsun.dedi.
-Biliyorum ama sebebini gerçekten merak ediyorum.
-Ne bileyim,olmuyor işte. Hem pantolonumun ütüsü bozulup,dizleri cıkar diye endişe ediyorum.dedi.

Gayri ihtiyari gülmeye başladım.
-Herhalde şaka yapıyorsun. Bunun icin cami terk edilir mi?
-Ciddi söylüyorum. "Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin."dedi.
Gerçekten de öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiseleri; mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.

-Peki dedim. "Hayatında hiç camiye gitmedin mi?"
-Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim. Hem o yaşlarda dizlerimin aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum.

Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmisti. Daha sonra tokalaşıp ayrıldık. Onunla konuşmamızdan iki ay sonra; kendisinin camide olduğunu söylediler.Hemen gittim. Bahcedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve yine yeşiller vardı üzerinde .

Yavasca yanına yaklaştım ve Kısık bir sesle:
"Hani camiye gelmiyecektin ?" dedim

Hiç sesini çıkartmadı. Çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu...
Her canlı ölümü tadacaktır rabbim yar ve yardımcımız olsun doğru yoldan ayırmasın...

Çevrimdışı aslanx7

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.262
  • 6.613
  • Müdür Yardımcısı
  • 2.262
  • 6.613
  • Müdür Yardımcısı
# 16 Haz 2012 11:01:37

İnanmak .
 
San Francisco Körfezi'ndeki bir okulda okul müdürü 3 öğretmeni çağırıp şöyle demiş.

" Siz üç öğretmen sistemde en iyi ve en uzman kişilerden olduğunuz için 90 tane seçkin üstün öğrenciyi size vereceğiz. Bu öğrencilerin gelecek yıl da hızlarını korumalarını sağlamanızı ve çok şey öğrenmelerini bekliyoruz. "
 
Üç öğretmen, öğrenciler ve öğrencilerin anne -babaları bunun çok iyi bir fikir olduğunu düşünmüşler. O okul dönemi hepsinin hoşuna gitmiş ve çok başarılı çalışmalar yapmışlar.

Okul bittiği zaman öğrenciler bütün San Francisco Körfezi'ndeki diğer öğrencilere göre % 20-30 daha başarılı olmuşlar. Yıl sonu geldiğinde müdür, üç öğretmeni çağırmış ve onlara şöyle demiş.
 
"Bir itirafta bulunmak istiyorum. En zeki öğrencilerin 90'ı sizde değildi. Onlar ortalamanın biraz üstünde öğrencilerdi ve o 90 öğrenciyi sistemden tesadüfen seçtik."
 
Öğretmenler doğal olarak öğrencilerde görülen başarının kendi istisnai öğretme becerilerine bağlanması gerektiği sonucuna varmışlar. Müdür devam etmiş.
 
"Bir itirafım daha var demiş. Siz de en parlak öğretmenler değilsiniz. İsimlerinizi bir şapkanın içine doldurduğum kağıtların arasından rasgele seçtim."
 
Siz inandığınız için başarılı oldunuz . . .

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 20 Haz 2012 14:21:22
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine, ‘Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?’. ‘Bakın göstereyim… ‘ demiş ermiş.


Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine derken, tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş. Arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. Ermiş: ‘Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz. ‘ diye debir şart koşmuş. ‘Peki…’ demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o dane? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine ‘Şimdi…’ demiş ermiş. ‘Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.’ Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. ‘Buyrun’ deyince, her biri uzun boylukaşığını çorbaya daldırıp, karşısındaki arkadaşına uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

‘İşte…’ demiş ermiş: ‘Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür vedoymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim sevdiğini dostunu düşünür de doyurursa,o da sevdiği dostu tarafından doyurulacaktır.

ŞÜPHESİZ, HAYAT PAZARINDA DAİMA SEVGİYİ PAYLAŞANLAR KAZANÇTADIR..

Çevrimdışı zalim09

  • Bilge Üye
  • *****
  • 7.885
  • 16.332
  • Öğretmen Adayı
  • 7.885
  • 16.332
  • Öğretmen Adayı
# 20 Haz 2012 21:48:06

Bir gün padişah iki tane köle satın aldı. Kölelerden biri çok temiz yüzlü inci dişli biriydi, nefesi gül gibi kokuyordu. Diğeri oldukça çirkindi, dişleri çürümüş ağzı kokuyordu.
 
Padişah o güzel yüzlü köleye ihsanlarda bulunarak onu hamama gönderdi. Dişleri çürümüş ağzı kokan köleyi yanına çağırdı. Kendini çok beğendiğini fakat arkadaşının kendisi hakkında çok kötü şeyler söylediğini belirterek, onun da arkadaşının kötü huylarını söylemesini istedi. Fakat köle arkadaşına toz kondurmadı hep onu övücü sözler söyledi. Padişah ne yaptıysa bir türlü o köleye arkadaşı hakkında kötü bir söz söyletemedi.
 
Nihayet ikinci köle hamamdan geldi. Padişah onu da sınamak için huzuruna çağırdı. Onu övücü sözler söyledi.
 
"Sıhhatler olsun ne kadar zarif ve latif olmuşsun. Keşke öbür kölenin sayıp döktüğü kötü huyların da olmasa ne olurdu." dedi ve onu da diğer köle gibi denemek istedi.
 
Bunun üzerine köle kızdı, köpürdü ve arkadaşı hakkında kötü şeyler sayıp dökmeye başladı.
 
Biraz konuştuktan, arkadaşının kötülüklerinden bahsettikten sonra padişah onu susturdu:
 
- "Yeter artık ikinizin de özünü, aslını anladım, onun ağzı kokuyor, senin ise için kokmuş, bundan sonra sen o doğru sözlü ve güzel huylu kölenin emrindesin haydi git." dedi

Çevrimdışı DORUK17

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 569
  • 1.024
  • 569
  • 1.024
# 20 Haz 2012 21:51:15
kına basılmış boylu boyunca
ellerindeki derin yarıklara
güneş yanıkları yüzündeki
                          -gülümsemesi eksik
sabahın güneşten evvelki vaktinde
bakar ve kalkar
üzerinde giysisi yırtık pırtık
ölürüm ölürüm de dirilmem
kim görmüş
kim duymuş
sabanla öküzü bu traktör çağında
yılan sokmaları vız gelir be anam
acı duyduğum bir tek
sabah uykusu
henüz 11 inde bir çocuk
evcilik oyunu
annecilik provası

Çevrimdışı TAYLANSALİH

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.336
  • 3.247
  • Beden Eğitimi Öğrt.
  • 1.336
  • 3.247
  • Beden Eğitimi Öğrt.
# 21 Haz 2012 11:28:40
İBRETLİK OLAYLAR..
BİR NAMAZ ÖYKÜSÜ İşte bir namaz öyküsü... İbret alabilen herkes için... İbretimiz belki bir gün beratımız olur. ORTA YAŞLI ADAMIN iyi bir işi, iyi bir eşi mutlu bir hayatı vardır. Az kimsenin yaptığı ticaretle meşguliyetinden çok para kazanmakta, rahat günler geçirmektedir. Ev, araba, tatiller, seyahatler, uçuşanlar sevinçler... Gülen gündüzler. Derken dönen dünya ile beraber ibre değişmeye başlar... Ticarette rakipleri çoğalır, hanımı rahatsızlanır, çocuklar artan problemleriyle büyür. Mengene sıkmaya başlar, kolay olanlar zor işlere dönüşür. Daraldıkça daralmaya başlar günler. Yaşadıkları sanki günün gündüzüdür, geceye geçişi yaşayacaktır artık. Kazancı iyice azalır, oğlunun olumsuz harcamalarından evini satmak zorunda kalır. Alacaklar kapıya dayanır, hanımı vefat eder. Karanlık karanlık üstüne çökmekte, gece siyah bir gelin gibi onu sarmaktadır. Gündüz genişliğinde aklına gelmeyen gece darlığında gelir; dua etmek... Yapacağı başka bir şey kalmamıştır da... Dua etmesine eder, ama kendi aklınca kabul olmaz. Gizliden serzenişte bulunur. Bir gün oturduğu binanın altında esnaf komşusuna uğrar. Serzenişlerini dindar komşuya söyler: “Allah dualarımı kabul etmiyor!” O da durumu bildiği için biraz celalli konuşur: “Allah senin dualarına niye kabul etsin, Allah’ın emri namazı kılmıyorsun ki.” Adeta duvara vurmuş da ayılmış gibidir. Doğrudur, niye namazı kılmıyordur ki... Aslında dualarına cevap gelmiştir; komşunun söylemesiyle kader yol ve yön göstermiştir ona: namaz kılmak. Ya bu yolda yürüyecek kurtulacak veya iyice kaybolacaktır karanlıkta... Var olmayı tercih eder, o gün başlar namaza... Namazla birlikte kader ağlarını çözmeye başlar, beyaz iplikle siyah iplik birbirinden ayrılmaya, belirginleşmeye başlar. İşler yavaş yavaş iyiye dönmeye doğru gider. Öyle olur ki, bir müddet sonra sattığı evi bir şekilde geri alır. Hanımı geri gelmez ama, yaşam umutları iyice yeşerir dünyasında. Sevinç rüzgârları eskisi gibi esmez, fakat huzur bulutları gölgelendirerek gezer üzerinde... Seksene yaklaşan yaşıyla mahalle camimizin müdavimlerindendir şimdilerde... Karşı apartman komşumuzla namaz yollarında giderken ve dönerken hayata dair kısa konuşmalar yaparız. Sakin, ağırbaşlı haline pek yakışır ağaran saçları... Dünyasını kurtaran namaz inşaallah ahiretini de kurtarır... Demek ki dünya ve ahiret işleri kulluk miracı namazla düzeliyor. Kul olmanın ağırlığı ile secdeye giden başlar hafiflemiş kalple kalkıyor. Zorluğun ve kolaylığın Rabbi ona çıkış yollarını açıyor, ummadığı yerden rızıklandırıyor. Güç işler geç işlere dönüşüyor. Gücünün bittiği yerde yeni ümit çiçekleri birden bitiveriyor. Sebepler susuyor, Müsebbibü’l-esbab konuşuyor çünkü. O “Ol” deyiverdikten sonra olmayacak birşey var mı? İşlerimizde yamukluk varsa kulluğumuzu doğrultmalıyız. Nefis yamulmadıkça doğru yol bulunamaz. Gündüzde gece ellerimizle dua etmesini biliyorsak gece olmuş, gündüz olmuş fark etmez. Gündüzden sonra gecenin geleceğini iyi bellemezsek musibetler belimizi büktüğünde anlamamız geç olur. Geç işler güç işlere dönüşür. Geç kalmadan, gecenin karabasanı basmadan, gündüzün basmakalıp işleri ve zevklerinden ayrılabilmeliyiz... Ayrılmazsak gündüzden, şehirden, şehirlerden zaten ayrılacağız. İyisi mi talimini bitirmiş asker edasıyla terhis olalım dünya gecesinden, gamı kederi geride bırakarak doğalım sonsuzluk sabahında. Dünyada “En” işimiz namazı en iyi yaparsak gece-gündüz, gündüz-gece döner durur ubudiyet yapraklarını dökerek. Dökülenler sonsuzluk havuzunda toplanır biz sonlular için... İşte bir namaz öyküsü... İbret alabilen herkes için... İbretimiz belki bir gün beratımız olur. Selametle..

Çevrimdışı siraçisra

  • Bilge Üye
  • *****
  • 6.865
  • 30.396
  • Zihin Eng. Öğrt.
  • 6.865
  • 30.396
  • Zihin Eng. Öğrt.
# 22 Haz 2012 09:37:21
Fatih Sultan Mehmet, bir gün Kur’an okurken şu âyetin mânâsına takılmış:

”Ey iman edenler!

Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin.” (Nisa,136)

Fatih:

“Âyet, zaten iman edenlere sesleniyor. Ardından tekrar imanı emretmesi acaba neden?”diye düşünmüş.

Alimlerle sohbeti esnasında konuyu kendileriyle paylaşmış. “Ne düşünüyorsunuz?” diye sırmuş.
Âlimlerin arasından Akşemseddin, “Sultanım,” demiş. “Dışardan gelen seslere kulak verin, cevabınızı alın.”
Dışarıdan o sırada mehteranın kös sesleri geliyormuş.

Fatih, “Efendim, biraz açar mısınız?” demiş. Bunun üzerine Akşemseddin şöyle izah etmiş:
“Sultanım, mehteranın davullarından ‘düm, düm’ sesleri geliyor.

‘Düm’ kelimesi sizin de bildiğiniz gibi Arapça’da ‘devam et’ anlamına geliyor.

Âyetin de mânâsı bu olsa gerektir. Bu âyet,

‘Ey iman edenler! Allah’a, Peygambere, Kitaba olan imanınızda her daim devam edin!’ mesajı vermektedir.”

İnsanın elbisesi eskidiği gibi, imanı da eskiyebilir.

Elbise gibi, imanı da yenilemek gerekir.

Öte yandan, âyetin yorumunda şöyle bir incelik de düşünülebilir:

“Ey iman edenler! İmanınızı kontrol ediniz. ‘Allah’a inandım’ diyor, ama O’na itaat etmiyorsanız,

‘Peygambere inandım’ diyor, ama onun yolundan gitmiyorsanız,

‘Kitaba inandım’ diyor, ama Kitaba göre yaşamıyorsanız, gelin imanınızı kontrol edin.

Belki tam inanmadınız, inandığınızı sandınız.

Zira Allah’a iman, O’na itaati gerektirir.

Peygambere iman, O’nu rehber kabul etmeyi icap ettirir.

Kitaba iman, Kitaba göre bir hayatı netice vermelidir!

Çevrimdışı TAYLANSALİH

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.336
  • 3.247
  • Beden Eğitimi Öğrt.
  • 1.336
  • 3.247
  • Beden Eğitimi Öğrt.
# 22 Haz 2012 11:10:47
NNE SEVGİSİ
Bu hikaye 8 Mart 2012 tarihinde İbretlik Hikayeler kategorisine gönderilmiştir.
Yorum Yok

Bir annenin çocuğu olmuş tabiiki çocuğuna bakmak istemiş ve bir de ne görsün çocuğunun doğuştan kulakları yokmuş annesi çok üzülmüş çocuk okula başlamış arkadaşları onunla dalga geçiyormuş ama çocuk aldırmamaya çalışıyormuş daha sonra çocuğun evlenme yaşı gelmiş ama kulaksız birine kim varır ki ? Daha sonra kulak nakli aramaya başlamışlar biraz uzun sürmüş uygun nakli bulmak ama bulunmuş en sonunda.. ama kimin bağış ettiğini söylememişler çocuğun ameliyatı çok güzel geçmiş ve kulak nakli olmuş nakli kimin yaptığını merakla babasına sormuş babası bunu zamanının geldiğinde söyleceğini söylemiş .yılar sonra annesi ölmüş çocuğu annesinin kefeninin yanına getirmiş ve annesinin saçlarını kaldırmış annesinin [...]

Çevrimdışı siraçisra

  • Bilge Üye
  • *****
  • 6.865
  • 30.396
  • Zihin Eng. Öğrt.
  • 6.865
  • 30.396
  • Zihin Eng. Öğrt.
# 22 Haz 2012 17:22:56
Vaktiyle bir padişah bir saray yaptırmış Ve sarayın büyük salonunu da bir tezhiple süsletmek istemiş. Ülkeden bu işi ehil iki usta çağırtmış. Salonun orta yerine de bir perde çektirmiş ve onlara ikiniz birbirinizden habersiz en güzel süslemeleri yapacaksınız ancak yaptıklarınız birbirini tamamlar tarzda birbirine yakın olmalı demiş…
Ustalar başlamış çalışmaya.. Ustanın biri önce duvara güzel bir cila çekerek ince sanatını konuşturarak bildiği en güzel işlemeleri ile duvarı süslemeye başlamış.. Öbür ustada duvara devamlı cilalamış..Sadece cila atmış.. Vakit tamam olur padişah gelir bir bakar ki bir tarafta çok güzel nakış nakış işlemiş bir duvar diğer yanda cilalanmış ayna gibi bir duvar..
Padişah sormuş bu ne sanattır usta.. Usta cevaben padişahım benim sanatım perde aradan kalktığı zaman belli olacak, emir verin perdeyi kaldırsınlar demiş.. Padişah perdeyi kaldırtmış ve diğer ustanın türlü renklerle motiflerle tezhip ettiği duvar cilalanmış ayna gibi duvardan aksetmiş.. Müthiş bir görüntü ortaya çıkmış..
İşte bu kalp aynasını zikirle, Kur’anla, Salat ve selamla ibadetlerle cilalatıp parlatırsan ve de masiva perdesini aradan kaldırıp yönünü Hakk’a çevirirsen Cenabı Hakk’ın aşkı, feyzi, muhabbeti, o kalbe tecelli eder ve o kalpten bütün dünyaya yansır.
 

Çevrimdışı siraçisra

  • Bilge Üye
  • *****
  • 6.865
  • 30.396
  • Zihin Eng. Öğrt.
  • 6.865
  • 30.396
  • Zihin Eng. Öğrt.
# 24 Haz 2012 11:09:23
Sanma şahım / herkesi sen / sadıkane /yar olur
Herkesi sen / dost mu sandın / belki ol / ağyar olur
Sadıkane / belki ol / alemde / dildar olur
Yar olur / ağyar olur / dildar olur / serdar olur

”Yavuz Sultan Selim”

Dizelerin ilk kelimeleri yukarıdan aşağıya okunduğunda aynı dizeyi verir. Bu tarzda yazılan ilk beyit olduğu söylenmektedir. Divan edebiyatında bu özelliğe vezni aher denir. Yavuz Sultan Selim Han bu beyti Şah İsmail’e yazmıştır. Hikayesi şöyledir:

Yavuz şiire, edebiyata ve satranç oynamaya meraklı biridir. Aynı şekilde Şah İsmail’de de bu özellikler vardır. Sarayında ünlü şairleri barındırır ve çok iyi satranç oynar. Bunu bilen Yavuz Şahın şahın bu özelliğinden yararlanmak ister. Tebdili kıyafetle (gezgin bir abdal kılığında) şahın ülkesine gider. Hanlarda , Kervansaraylarda satranç oynayarak önüne geleni yener. Haber şaha ulaşır. Şah der ki çağırın birde benimle oynasın. Yavuz Şah’ı da yener. Şah sinirlenir ve Yavuz’a der ki: ” Sen edep nedir bilmez misin? Hiç şahlar mat edilir mi?” Elinin tersiyle Yavuza bir tokat atar( Bir rivayete göre ) . Şahın kızdığını anlayan Yavuz onu yücelten şiirler okumaya başlar. İşte şahın huzurundan ayrılırkende bu şiiri okur. Ancak Şah İsmail hala onun Yavuz Sultan Selim olduğunu anlamamıştır.
Yavuz yediği tokatın acısını unutmaz. Birkaç sene sonra Çaldıran’da Şah İsmail’i yener ve ona bir mektup gönderir. Mektupta o günkü tokadın acısını aldığını söyler ve ilave eder: ” Atacaksan tokadı böyle atacaksın. “

Çevrimdışı whoojer82

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 407
  • 1.004
  • 407
  • 1.004
# 24 Haz 2012 11:48:32
                                    İÇ SOĞUK
Bir gün altı insanın yolu bir yerde kesişti. Birbirlerini daha önceden tanımıyorlardı. İlk defa ve mecburen bir arada olmaları gerekiyordu. Tehlikeli bir yolculuğun hiç beklenmedik durağında durmuşlardı. Bindikleri araç arızalanmış, yolda kalmışlardı. Soğuk ve karanlıktı. Hepsi bir ateşin etrafında toplanmış, ısınmaya ve gecenin karanlığını dağıtmaya çalışıyorlardı. Biricik ateşleri sönmek üzereydi. Alevler cılızlaştıkça karanlık derinleşti. Yüzlerine çarpan sıcaklık hızla azalmaya başladı. Herkesi yalnızlaştıran ve çaresizleştiren karanlığı ve soğuğu daha derinden hissetmeye başladılar. Ateşe yeni odun atmak gerekiyordu. Odunları yok değildi. Her birinin elinde birer odun vardı. Halkanın en başında oturmakta olan kadın, elindeki odunu arkasına saklamıştı. Ateşin etrafındaki adamlardan birinin zenci olduğunu fark etmişti. Bir zenci için feda edecek bir şeyi yoktu. Kadının yanındaki adam tek tek herkesin yüzüne baktı. Kendi milletinden kimse yoktu, ateşe atacağı odun başkalarını ısıtacak olduğuna göre soğukta kalsa daha iyiydi. Elindeki odunu sıkıca kavrayıp tuttu. Hemen onun yanında zengince bir adam oturuyordu. Bir eli yağda bir eli balda yaşamıştı şimdiye dek. "Sıradan" insanların arasına sığınmak zorunda oluşuna lanetler okuyordu. Sahip olduğu malı mülkü aklına geldi; kimseyle bir şey paylaşmamıştı şimdiye dek. Hep kazanan olmuştu. Şimdi elindeki tek serveti odunu neden bu miskin insanlar için harcamalıydı ki? Ateşe atmadı elindekini. Onun yanındaki yoksul adam, ceketini bir hırsıza kaptırmıştı. Nefretle yanındaki iyi giyimli zengine baktı, emeğini sömürüp hakkını vermeyen bencil bir zengin için neden bir odunu feda etsindi ki? Zenci olan ise nefret duygularıyla doluydu tüm beyazlara karşı. Elindeki sopa kendini başkalarından koruyacak tek silahtı. Onu ateşe atıp yakamazdı. Halkanın sonundaki adam ise şimdiye kadar hiç karşılıksız vermemişti. Ancak bir şey aldığında vermeyi öğretmişti ona anne ve babası. Oyunun kuralı böyleydi. Ateşe atmadı elindeki odunu. *** Ertesi gün küllenmiş bir ateşin etrafında donarak ölmüş altı insan cesedi bulundu. Her birinin donmuş ellerinde sıkı sıkıya tutulmuş altı tane de ateşe atılmamış odun vardı. Kaskatıydı elleri: Bir başkası için vermeye yanaşmayan bencillikleri tutmuştu ellerini. Donmuştu yürekleri: İçlerine "senden eksilen aslında sana kalır!" gerçeğinin sımsıcak güneşi hiç doğmamıştı. Buza kesmişti gözleri: Kendilerinden başkasını görmeyi öğrenmemişlerdi hiç. Sıcağını kaybetmişti yüzleri: Kabuğunu kıramayan "ben"likleri "infak" meyvesine durmadan içine kapanıvermiş, çürümüştü. Görünüşe göre hepsi dışarıdaki soğuk yüzünden ölmüştü. Oysa, insanın ellerini vermekten geri tutan cimrilik daha soğuktu. İnsanı büyüklenmenin vadilerine savuran aldırışsızlık daha karanlıktı. Oysa "ben var ya, ben!" dedirten bencilliğin giderek yuvarlanan çığı en amansız ayazdı. Oysa başkalarını görmekten alıkoyan çıkarcılığın körlüğü en soğuk karanlıkları emziriyordu. Buzların hepsini eriten sımsıcak kelimeleri O [asm] çoktan dillendirmişti: "Vermeyene vereceksin!" Karanlıkları dağıtan heceler O'nun [asm] dudağından akıp gelmişti: "Gelmeyene gideceksin!" Ben'ciliğin katı duvarlarını yıkan, bencilliğin soğuk küllerini köz eyleyen sözler O'nun [asm] nefesinde alevlenmişti: "Kötülük edene iyilik edeceksin!" Dışarıdaki soğuk değil, içlerindeki soğukluk öldürmüştü onları. Dirilmeye hazırlananlar asıl "ateş"i O'nun dudağında gördüler.
         
                                                 Senai DEMİRCİ

Çevrimdışı siraçisra

  • Bilge Üye
  • *****
  • 6.865
  • 30.396
  • Zihin Eng. Öğrt.
  • 6.865
  • 30.396
  • Zihin Eng. Öğrt.
# 24 Haz 2012 17:23:40
Hoca vaazında;
 
“Bismillah diyerek yürürseniz, suyun üzerinden batmadan geçebilirsiniz.” der.
 
Bu söze inanan bir köylü, artık köprü yerine nehirden geçmektedir.
 
Bir gün hocayı evine davet eder. Kabul eden hocayla birlikte giderken, karşılarına nehir çıkar ve adam nehrin üzerinden yürüyerek geçer. Ama hoca suya girmeye cesaret edemez.
 
Şaşkın köylü:
“Hocam böyle dememiş miydiniz, gelsenize!”
diye seslenir.
 
Hoca şöyle cevap verir:
“Onu söyleyen dil bende; ama ona inanan kalp sende…!”

Çevrimdışı siraçisra

  • Bilge Üye
  • *****
  • 6.865
  • 30.396
  • Zihin Eng. Öğrt.
  • 6.865
  • 30.396
  • Zihin Eng. Öğrt.
# 25 Haz 2012 10:00:33
Bir zamanlar bir köylü bir medresenin kapısını çaldı. Kapılara bakan talebe gelip kapıyı açtığında köylü ona nefis bir salkım üzüm uzattı. “Bunlar benim bağımın en güzel üzümleri. Size hediye olarak getirdim.” “Teşekkür ederim” dedi talebe. “Onları hemen hocamıza götüreceğim. İkramınızdan çok memnun olacaktır.”
“Hayır, hayır” diye atıldı köylü. “Ben bunları sana getirdim.”
“Bana mı?” Talebenin yüzü kızardı. Böyle güzel bir hediyeyi hak ettiğini düşünmüyordu.
“Evet!” diye ısrar etti köylü. “Çünkü ne zaman bu kapıyı çalsam onu sen açıyorsun. Ne zaman ürünlerim kuraklıktan kırılsa, bana hergün sen yiyecek ekmek veriyorsun. İnşallah bu üzüm salkımı da sana güneş ışığı gibi ılık ve yağmur gibi güzel İlâhî rahmeti getirir. Çünkü, bak, ne güzel yaratılmışlar.”
Talebe o sabahı üzüm salkımını tefekkür ederek geçirdi. Üzümler sahiden de harika yaratılmışlardı. O yüzden salkımı hocasına ikram etmeye karar verdi. Çünkü kendilerine ilim ve hikmeti öğreten oydu.
Hoca, talebenin bu ikramıyla çok mutlu oldu. Ama sonra hemen medresedeki hasta talebesini hatırladı.
“Üzümleri ona hediye edeyim. Kimbilir belki onlarla sevinir ve daha çabuk şifa bulur.”
Düşündüğü gibi de yaptı. Ama üzümler hasta talebenin odasında da fazla kalmadı. Hasta talebe şöyle düşünmüştü:
“Medresenin aşçısı beni günlerce en iyi yemeklerle besledi. Eminim bu üzümleri o daha çok hak ediyordur.”
Aşçı ona öğle yemeğini getirdiğinde, üzüm salkımını ona hediye etti:
“Allah’ın yarattığı sebze ve meyve gibi harikalarla en yakın olan sensin ve dolayısıyla da bu İlâhî sanat eseriyle ne yapılacağını en iyi sen bilirsin.”
Aşçı üzümlerin güzelliğine hayran olmuştu. Bu üzümlerin güzelliğini ve harikalığını kimse kitaplardan sorumlu talebeden fazla takdir edemezdi. O, tefekkürüyle ve ince düşünüşüyle medresede şöhret kazanmış bir gençti.
Üzümleri görür görmez en küçük şeyde bile İlâhî sanat ve nakışların en yüksek derecede yansıyabileceğini derinden kavradı o talebe de. Yüreği bu sanatın ve güzelliğin Sahibine sevgiyle doldu. Tam bu sırada, medreseye ilk geldiğinde kendisine kapıyı açan talebeyi hatırladı. Şefkatiyle, tevazuuyla, sevecenliğiyle, sıcaklığıyla benzer duyguları yaşamasına vesile olmuştu o arkadaşı da.
Ve böylece daha akşam olmadan, çiftçinin medreseye getirdiği üzüm salkımı kapıya bakan talebeye geri dönmüştü bile.
İşte o zaman bu talebe bu üzümlerin gerçekten de kendi kısmeti olduğunu anladı. Ve bir şeyi daha anladı. Cömertlik dostluğun en parlak bir nişanıydı.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK