İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 13 Kas 2012 18:04:16
DERS ALINACAK HARİKA BİR HİKAYE MUTLAKA OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM ARKADAŞLAR..!!!

TEK AYAKKABI...

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle.. Adam ona
bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti.Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:
- Küçükk!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!.
Çocuk, ona dönerek:
- Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.
- Bence önemli değil!. diye, atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı.
Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:
- Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.
Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:
- Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?
- Çok basit!. dedi, adam. Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükafat görecekler...
Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işaret ederek:
- Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin?
Çocuk, başını yanlara sallayıp:
- Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!.
-İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder. Çocuk biraz düşünüp:
- Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?
- Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım.
Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:
- Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.
- İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır.
- Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!.
Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek
- Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.
- Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?
- Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi, adam. Antika eşyalardan haberin yok her halde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30- 40 lira eder.
Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları, üzerinden atabilmiş
değildi.Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:
- Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..
Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu.
Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
- Babam haklıymış!. dedi. 'Sakat olduğum için, üzülmeme hiç gerek yok!'
demişti.
* Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur,
* Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur,
* Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur
* Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir


Şanı yüce olan suretlerinize ve mallarınıza bakmaz,ancak kalplerinize ve amellerinize bakar...

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 17.412
  • 177.324
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 28 Kas 2012 22:25:48
YOLDAKİ ENGEL
Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurur ve kendisi de pencereye oturup, “Bakalım neler olacak?” diye seyreder. Ülkenin tüccarları, kervancıları, saray görevlileri birer birer kayanın etrafından dolaşıp saraya girerler. Pek çoğu da; “Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyor.” diye kralı yüksek sesle tenkit ederler.
Bir gün, sırtındaki küfe ile saraya meyve ve sebze getirmekte olan bir köylü çıkagelir. Kayanın yanına gelince, sırtındaki küfeyi yere indirir ve iki eli ile kayaya sarılır ve ıkına sıkına itmeye başlar. Sonunda kan ter içinde kalır, ama kayayı da yolun kenarına çeker. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereyken, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu görür. Keseyi açar. İçi altınla doludur. Bir de kralın notu vardır içinde:
“Bu altınlar, kayayı yoldan çeken kişiye aittir.”

Çevrimdışı hercaihoca

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.388
  • 6.328
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.388
  • 6.328
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 30 Kas 2012 00:55:55
 Öğretmen olmak..........

    Yıllar önce Mrs Thompson adında bir ilkokul öğretmeni vardı. Okulların açıldığı gün, 5 inci sınıf talebelerinin önünde , onlara gerçek olmayan birşey söyledi. Pekçok öğretmenin yaptığı gibi, öğrencilerine baktı ve onların hepsini, birbirinden ayırmaksızın çok sevdiğini söyledi.

    Fakat tabi bu pek mümkün değildi çünkü ön sırada büzülmüş oturan Teddy Stoddard adında çelimsiz bir öğrencisi vardı. Mrs. Thompson onu geçen yıl görmüş, arkadaşlarıyla iyi geçinmediğini, üstünün başının darmadağınık ve pis olduğunu farketmişti. Teddy'nin rahatsız edici olduğunu düşünüyordu. Öyle ki onun sınav kağıdına kalın bir kalemle kocaman çarpılar koyup üstüne de en düşük notu yazmak onun için zevk olmaya başlamıştı.

    Mrs. Thompson'un öğretmenlik yaptığı okulda, öğrencilerin geçmişindeki başarı kayıtlarını incelemek zorunluydu ancak o Teddy'nin kayıtlarını incelemeyi en sona bırakmıştı. Sıra nihayet Teddy'nin kayıtlarını incelemeye geldiğinde ise büyük bir şaşkınlık geçirdi.

    Teddy'nin birinci sınıftaki öğretmeni onun için :

    "Teddy çok parlak ve güleryüzlü bir çocuktur. Ödevlerini büyük bir titizlikle yapar ve davranışları çok olumludur. Sınıfta olması büyük mutluluk" diye yazmıştı.

    İkinci sınıf öğretmeni:

    "Teddy sınıf arkadaşları tarafından çok sevilen mükemmel bir öğrencidir. Ancak annesi ölümcül bir hastalığın pençesinde olduğu için sorunlar yaşıyor ve evdeki yaşamı mücadeleyle geçiyor olmalı" diyordu.

    Üçüncü sınıf öğretmeni ise:

    "Annesinin ölümü onu çok etkiledi. Elinden geleni yapmaya çalışıyor ancak babası oldukça ilgisiz, gereken yapılmazsa ev yaşamı yakında derslerini etkileyebilir." yazıyordu.

    Dördüncü sınıf öğretmeninin yazdıkları:

    "Teddy içine kapandı ve okula karşı oldukça ilgisiz. Fazla arkadaşı yok, bazen sınıfta uyukluyor." şeklindeydi.

    Mrs. Thompson artık durumu anlamış ve çocuğa karşı davranışlarından ötürü utanç duymaya başlamıştı. Noel geldiğinde , sınıftaki diğer çocuklar, ona çok güzel kurdeleler ve parlak kağıtlarla paket edilmiş hediyeler getirdiğinde bu utancı daha da artmıştı. Teddy'nin elinde kesekağıdına gelişigüzel sarılmış bir hediye paketi vardı.

    Diğer hediyelerin yanında Teddy'nin paketini açmak Mrs. Thompson için çok zor oldu. Paketten taklit elmas taşlarının bir kısmı dökülmüş olan eski bir bilezikle neredeyse dibine inmiş bir parfüm şişesi çıkınca öğrencilerin bazıları gülmeye başladılar. Fakat o çocukları hemen susturduktan sonra bileziği, ne kadar güzel olduğunu söyleyerek, koluna taktı ve bileğine birkaç damla parfüm damlattı.

    Teddy Stoddard o gün dersler bittikten sonra yanına gelerek:

    "Mrs. Thompson, bugün aynen annem gibi kokuyordunuz" dedi.

    Çocuğun bu sözlerinden çok etkilenen Mrs. Thompson bütün çocuklar evlerine gittikten sonra oturduğu yerde yarım saat kadar ağladı. Bundan sonra çocuklara okumayı, yazmayı ve matematiği öğreten biri olmak yerine gerçek bir öğretmen olmaya karar verdi.

    O günden sonra Teddy'ye özel ilgi göstermeye başladı. Onunla meşgul oldukça Teddy'nin zihnine bir canlılık gelmeye başladı. Onu yüreklendirdikçe ondan daha olumlu tepkiler alıyordu. Sene sonunda Teddy sınıftaki en parlak bir kaç öğrenciden biri olmuştu ve bırakın onu diğerlerinden az sevmeyi, en "gözde" talebeleri arasına girmişti.

    Bir yıl sonra kapısının altında Teddy'den gelen ve kendisinin hala onun hayatındaki en iyi öğretmeni olduğunu belirten bir not buldu. Teddy'den ikinci mesajı alması 6 yıl sonraydı. Orta öğrenimini üçüncülükle bitirdiğini, onun hala hayatında sahip olduğu en iyi öğretmeni olduğunu bildiriyordu.

    4 yıl sonra ondan bir mektup daha aldı. Bu mektupta zaman zaman güçlüklerle karşılaştıysa da bunlarla başa çıkabildiğini, üniversiteden yüksek iftiharla mezun olduğunu ve onun hala hayatta sahip olduğu en iyi ve en çok sevdiği öğretmeni olduğunu vurguluyordu.

    Aradan 4 yıl daha geçti, bir mektup daha geldi Teddy'den. Eğitiminde yeni bir aşama daha kaydetmişti. Onun hala en sevdiği ve en iyi öğretmeni olduğunu yineliyordu ama bu kez adı biraz uzamıştı, mektup Dr. Theodore F. Stoddard olarak imzalanmıştı.

    Öykü burada da bitmiyor. O yıl ilkbaharda Teddy'den bir mektup daha geldi. Mektubunda "hayatının kızı"yla karşılaştığını ve onunla evleneceğini bildiriyordu. Birkaç yıl önce babasını da kaybettiğinden bahsederek düğünde öğretmeninin damadın annesi için ayrılan yerde oturmayı kabul edip etmeyeceğini soruyordu. Mrs. Thompson elbette bu teklifi kabul etti. Ve düğüne giderken Teddy'e annesiyle kutladıkları son Noel'i hatırlatan parfümünü sürdü, koluna da yine onun yıllarca önce hediye ettiği taşları dökülmüş taklit bileziği taktı.

    Karşılaştıklarında kucaklaştılar, Dr. Stoddard sevgili öğretmeninin kulağına eğilerek:

    " Size çok teşekkür ediyorum Mrs. Thompson, bana inandığınız için, kendimi önemli hissetmemi ve birşeyleri değiştirebileceğimi gösterdiğiniz için size minnettarım." diye fısıldadı.

    Mrs Thompson gözyaşları arasında yine fısıldayarak cevap verdi:

    "Teddy, sen durumu bütünüyle yanlış anlamışsın. Aslında fark yaratabileceğimi bana öğreten sensin. Seninle karşılaşana kadar ben öğretmenliğin nasıl birşey olduğunu gerçekten bilmiyordum...


Alıntıdır....

Çevrimdışı bombom12

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 384
  • 1.126
  • 384
  • 1.126
# 30 Kas 2012 01:23:39
çok güzel bir başlık açılmış. inşaallah okudukça ibretlik olaylardan ders alabiliriz....

Çevrimdışı zalim09

  • Bilge Üye
  • *****
  • 7.885
  • 16.332
  • Öğretmen Adayı
  • 7.885
  • 16.332
  • Öğretmen Adayı
# 05 Ara 2012 07:50:59
İnşirâh, İnşirâh, İnşirâh!.. Hâra düştüm, dilime kan değdi, yüreğime od. Dâra düştüm Ey Rab, bana bir inşirah. Ah-u efgânımı bir dinleyiver, bu gece çok karanlık, katran karası olmuş göğsümü bir açıver. Daraldım.. Bir bakıver..
 
Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?(inşirah)
 
Genişlettin ey yar! Dünyadan bunaldığım her vakit, yağmur yağmur yüreğime, damla damla gözlerime düştün. Semalarda yerim yok bilirim, arşlardan ta ki gönlüme düştün. Yaralar bedenimde yol çizerken adeta, tuz değil, sen gönlüme tılsım sürdün. Dünya zemininde ayaklarım kayarken bir bilinmezliğe, tut n olursun bırakma bilmediğim alemlere Gece ve ben iki biçâre yine kapındayım. Soluklanmak istiyorum Ya Rab! Gece yeminli konuşmuyor benimle. Gece küskün bana, yalnız bıraktım onu gelirim diye. Gitmedim ona Ya Rab! Geceler bensiz geçti, seccadeler eşsiz, yıldızlar yoldaşsız kaydı. Geceye söz verdim gelirim diye, gitmedim. İhanetim var ona..Gece yeminli..Ben sana bugün yalnız geldim. Terkedilmiş sevdaların mekanından geliyorum. Yıllanmış sevgilerin koynundan. Ayrılıklardan geliyorum. Yalnızlıktan Gönlümü n tenhasından geliyorum. Gecenin günahlarımı örtmeyen mahremiyetinden geliyorum. Dünyanın arkamdan yırttığı gömleğimle. Kimsenin duymadığı ama kulağımı çınlatan aff sesleriyle geliyorum. Ademin utangaç bakışlarıyla, Nuhun terk-i diyarıyla bir Yunus affı edasıyla geliyorum. Daraldım Ya Rab! ;kabul ümidinin ferahlığıyla geliyorum. Yüreğim üşüyor artık, mahşeri bir yalnızlıkla geliyorum. Aç Ya Rab nolursun aç göğsümü tekrar bir köz değdir. İçimin vahalarından kurtar beni. İnşirah, inşirah, inşirah, ayet ayet genişlet beni...AMİN.
 
alıntıdır.

Çevrimdışı zalim09

  • Bilge Üye
  • *****
  • 7.885
  • 16.332
  • Öğretmen Adayı
  • 7.885
  • 16.332
  • Öğretmen Adayı
# 05 Ara 2012 22:44:09
(Namazı özürsüz kılmayan kimseye Allahü teâlâ onbeş sıkıntı verir. Bunlardan Altısı dünyada üçü ölüm zamanında üçü kabirde üçü kabirden kalkarkendir.
 
Dünyada olan altı azap:

 
Dünyada çekeceği azaplar:
 
1- Namaz kılmayanın ömründe bereket olmaz.
 2- Allahü teâlânın sevdiği kimselerin güzelliği sevimliliği kendine kalmaz.
 3- Hiçbir iyiliğine sevap verilmez.
 4- Duâları kabûl olmaz.
 5- Onu kimse sevmez.
 6- Müslümanların birbirlerine yaptıkları iyi duâlarının buna fâidesi olmaz
 
Ölürken çekeceği azaplar:
 1- Zelîl kötü çirkin can verir.
 2- Aç olarak ölür.
 3- Çok su içse de susuzluk acısı ile ölür.
 
Mezarda çekeceği acılar:
 1- Kabir onu sıkar. Kemikleri birbirine geçer.
 2- Kabri Cehennem ateşi ile doldurulur. Gece gündüz onu yakar. Cehennem ateşi dünya ateşine benzemez.
 3- Allahü teâlâ kabrine çok büyük yılan gönderir. Dünya yılanlarına benzemez. Hergün her namaz vaktinde onu ***. Bir an bırakmaz.
 
Kıyâmette çekeceği azaplar:
 1- Cehenneme sürükleyen azap melekleri yanından ayrılmaz.
 2- Allahü teâlâ onu kızgın olarak karşılar.
 3- Hesâbı çok çetin olup Cehenneme atılır.)
 Namaz kılmayanın ömründe bereket olmaz. Ömründe hayır ve menfaat görmez. Ömrü çeşitli hastalıklarla sıkıntılarla geçer. Ma'nevî huzûru olmaz. Sahip olduğu dünyalıklar onu rûhî sıkıntıdan kurtaramaz
 ÇOK GEÇ OLMADAN KILIN NAMAZI
 NAMAZ BORCUN VARSA ÇOK GEÇ OLMADAN ÖDE BORCUNU!

alıntı

Çevrimdışı bombom12

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 384
  • 1.126
  • 384
  • 1.126
# 07 Ara 2012 20:09:36
Yolda karşılaştığımızda ezan okunuyordu.
 -Gel seni camiye götüreyim,dedim.Bugün Cuma biliyorsun.
 -Sen de benim camiye gitmediğimi biliyorsun,dedi
 -Biliyorum ama,sebebini gerçekten merak ediyorum.
 -Ne bileyim olmuyor işte,dedi.Hem pantolonumun ütüsü bozulup,dizleri çıkar diye endişe ediyorum.
 Gayri ihtiyari gülmeye başladım.
 -Herhalde şaka yapıyorsun,dedim.Bunun için cami terkedilir mi?
 -Ciddi söylüyorum,dedi.Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin.
 Gerçekten öyleydi.Giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.
 -Peki,dedim.Hayatında hiç camiye gitmedin mi?
 -Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim,dedi.Hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum.Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum.
 Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti.Daha sonra el sıkışıp ayrıldık.
 Onunla konuşmamızdan 2 ay sonra,kendisinin camide olduğunu söylediler.Hemen gittim.Bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve üzerinde yine yeşiller vardı.
 Yavaşca yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:
 -Hani,dedim.Camiye gelmeyecektin?
 
Hiç sesini çıkarmadı.Çünkü musalla taşının üzerinde,yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu.
 

Çevrimdışı bombom12

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 384
  • 1.126
  • 384
  • 1.126
# 10 Ara 2012 01:21:15
 Müthiş bir hikaye. Okumanızı tavsiye ederim.

                      İMTİHAN DÜNYASI

    İki melek yeryüzünü dolaşmaya çıkmışlar. Tabii insan kılığında... Akşam olmuş. Kentin en zengin semtinde lüks bir villanın kapısını Tanrı misafiri olarak çalmışlar.
Ev sahipleri somurtarak buyur etmiş onları. Yemek falan teklif etmemişler.
Sicacık misafir odaları yerine buz gibi ve nemli bodruma iki şilte atıp "Geceyi burada geçirebilirsiniz" demişler. Silteleri betona sererken yaşlı melek duvarda bir çatlak görmüs. Elini uzatmış söyle bir sürmüş yarığa. Duvar eskisinden sağlam olmuş.
Genç melek "Niye yaptın bunu" diye sormuş merakla... "Her şey her zaman göründügü gibi değildir" demiş yaşlı melek yavaşça. Ertesi akşam melekler bir köy evinde çok fakir ama çok iyiliksever bir aileye misafir olmuşlar.
Her şeyleri bir tanecik inekleri imiş. Onun sütünü satıp geçınıyorlarmıs. Ev sahipleri mütevazı sofralarına almış onları. Allah ne verdiyse beraber yemişler. yatma zamanı gelince kadın "Siz uzun yoldan geliyorsunuz yorgun olmalısınız" demis.

"Bizim yatakta siz yatın bir rahat uyuyun. Biz şu divanda idare ederiz" Güneş doğarken uyanan melekler zavalli adamla karışını iki gözü iki çeşme ağlar bulmuşlar. Hayatta ki tek servetleri inekleri bahçede ölü yatıyormus. Genç melek öfkeden deliye dönmüs. Bunun nasıl yaparsın. Bu kadar iyi insanların yegane servetinin ölmesine nasıl izin verirsin.

Önceki gece gittiğimiz villada her şey vardı ama kötü ev sahipleri bize hıç bir şey vermediler. Sen onların bodrumlarını tamir ettin. Bu fakir insanlar bizimle her şeylerini paylaştılar. Şen ineklerinin ölmesine göz yumdun? Her şey her zaman göründügü gibi değildir evlat. demiş yaşlı melek gene.

Nasıl yani?... diye daha da öfkeyle sormuş genç melek. Her şey her zaman göründügü gibi değildir evlat. demiş yaşlı melek bir daha... Ve anlatmış... İlk gittiğimiz zengin evinin o duvar çatlağının içinde yıllar önce saklanmış bir hazine vardı. Ev sahipleri zenginlikleri ile çok mağrur ama hıç paylaşmayı sevmeyen insanlar oldukları için bu defineyi bulmayı hakketmemişlerdi.
Çatlağı kapayıp onları bu hazineden mahrum ettim. Dün gece fakir köylünün yatağında yatarken ölüm meleği adamın karışını almaya geldi.. Kadının hayatının bağışlanmasına karşılık ona ineği verdim. Her şey her zaman göründügü gibi değildir.
İşler bazen istendiği gibi gitmez göründügünde aslında olan budur. Eğer inançli işen her iste bir hayır olduğunu düsünürsün. O hayrin ne olduğunu da bir süre sonra anlarsın.

Çevrimdışı hercaihoca

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.388
  • 6.328
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.388
  • 6.328
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 15 Ara 2012 20:57:28
HİROŞİMA ve ÇANAKKALE

Dönemin Başbakanı Sayın Turgut Özal zamanında... gerçekleşmiş bir olay şöyle anlatılır: Japon eğitim uzmanları gelmiş ve ülkemizin eğitim sistemini incelemiş, Sayın Özal'ın bürokratlarının da hazır bulunduğu bir ortamda raporlarını sunmuş ve sonuç olarak şunu söylemişlerdi:
“Sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok!”

Turgut Özal'ın “Nasıl?” sorusu üzerine şunu anlatmışlardı:
“Biz Japonya'da okula başlayacak çocuklarımıza milli ruh şoklaması yaparız. Onları önce toplu halde hızlı trenlere bindirir, dev fabrikalarımızı, teknoloji merkezlerimizi gezdirir ülkemizin gücünü gösteririz. Sonra da bu yavrularımızı alır Hiroşima ve Nagazaki'ye götürür, orada atom bombası atılan ve yıllardır ot dahi bitmeyen alanları gösterir deriz ki: Eğer siz çalışmaz, bilinçlenmez ve az önce gördüğünüz teknolojiye sahip olmak için çalışmazsanız sonunuz böyle olur.”

Bürokratlardan biri atılır: “Ama bizim Hiroşima'mız yok ki!”

Japon uzmanın cevabı tokat gibidir:
“Sizin Çanakkale'niz on Hiroşima eder!

Çevrimdışı bombom12

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 384
  • 1.126
  • 384
  • 1.126
# 17 Ara 2012 20:37:11

      Abdullah b. Mübarek Hazretleri bir vakit savaşa katılmıştı. Savaşta karşısına çok zorlu bir düşman askeri çıkmıştı. Bu düşman askeri ile uzun bir mücadeleye girişir. Birebir bu savaş o kadar sürer ki, vakit namazı girmiş ve geçmek üzeredir. İbnü’l–Mübarek Hazretleri düşmanına der ki:

– Şu kadar zamandır çarpışıyoruz, birbirimize üstünlük sağlayamadık, benim namaz vaktim girdi ve de geçmek üzeredir. İzin ver, ben namazımı kılayım, sonra çarpışmaya devam edelim.” Düşmanı bu öneriyi kabul eder ve İbnü’l–Mübarek Hazretleri namaza durur. Namazı bitip çarpışmaya başlayacakları sırada bu sefer de düşmandan bir öneri gelir:

– Sen ibadetini yaptın, bana da müsaade et, ben de putlarıma gerekli tazimde bulunayım.” Düşman göğsünde sakladığı küçük bir putu çıkarıp yere koyar, karşısına geçip kıyam eder. Sonra da karşısına geçip oturur. İbnü’l–Mübarek Hazretleri düşmanının puta tazim ettiğini görünce içinden der ki: “İşte düşmanı tam öldürecek zaman.” Yerinden kalkar ve elinde kılıç, düşmanın başına dikilir. Tam kılıcı indireceği zaman:

“Ahdinde dur, şüphe yok ki verilen sözün sorumluluğu vardır.” (İsra, 17/34) diye bir ses duyar. Bu sesi duyması ile birlikte ağlamaya başlar. Düşman, başını kaldırıp baktığında, İbnü’l–Mübarek’in elinde kılıçla ağladığını görür. Düşman sorar:

– Ne yapıyorsun? Sana ne oldu?” İbnü’l–Mübarek düşündüklerini anlattıktan sonra şöyle dedi ki:

– Senin yüzünden bizi azarladılar.” Düşman bu durumdan çok duygulanmıştır. Der ki:

– Düşmanı için dostunu azarlayan böyle bir Allah’a baş kaldırmak ve karşı gelmek doğru bir hareket değildir.” Ardından çarpışmayı bırakarak Müslüman olur ve mü’minlerin safına geçer

       

Çevrimdışı frkn-0417

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 11
  • 150
  • Matematik Öğretmeni
  • 11
  • 150
  • Matematik Öğretmeni
# 17 Ara 2012 21:05:24
Çin'de bir adam, her gün omzuna koyduğu sopanın iki ucuna astığı büyükçe kovalarla, çalıştığı eve su taşırmış. Adamın su taşıdığı kovalardan biri çatlakmış. Sağlam kova içine doldurulan suyun tamamını eve ulaştırabilirken, çatlak kova yalnıca doldurulan suyun yarısını ulaştırabilirmiş. Bu durum aylarca devam etmiş. Adam her seferinde eve bir buçuk kova su taşıyabilmiş.
Kovalardan ise sağlam olanı görevini hakkıyla yerine getirmenin gururunu yaşarken, çatlak olan kova görevini yerine getiremediği için sürekli boynu bükük durmaktaymış.
Bir gün artık dayanamamış çatlak olan kova... Ve adama:
- Senden özür dilemek istiyorum! demiş.
"Neden?" diye sormuş adam. Kova:
- Aylardır gövdemde bulunan çatlak sebebiyle, görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Sen ise benim bu kusurumdan dolayı emeğinin tam karşılığını alamıyorsun.
Adam "Lütfen kendini suçlama!" demiş, "Lütfen eve dönerken yolun kenarındaki çiçeklere bir bakın!".
Kova yol boyunca, yol kenarındaki güzel çiçekleri izlemiş... Sonra da çiçeklerin sadece yolun bir kenarında olduğunu farketmiş... Eve varıldığında ise yine eksik getirdiği sudan dolayı üzülmekteymiş...
Eve vardıklarında adam:
- Gördün mü? demiş kovaya... Yolda sadece senin tarafında çiçekler vardı. Ben senin kusurunu bilmekteyim, o yol kenarındaki çiçekleri de ben ektim. Senin kusurundur o güzel çiçeklere hayat veren... Ben de o çiçeklerle her gün patronumun sofrasını süslemekteyim. Senin kusurun olmasaydı o güzel çiçekler yetişmezdi, patronum da evinde böyle bir güzelliği yaşayamazdı.

Çevrimdışı hercaihoca

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.388
  • 6.328
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.388
  • 6.328
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 17 Ara 2012 22:12:52
BAHİS

Rus soylularından iki zengin delikanlı bahse tutuşurlar. Bunlardan biri yirmi yıl kapalı bir yerde, yalnız kalabilirse, bahsi kaybeden ona büyük bir para verecektir. Yirmi yıl tek başına kalmaya dayanamayıp çıkan ise, bahsi kaybedecek ve o diğer arkadaşına büyük parayı ödeyecek. Kapalı kalanın her İstediği kendisine verilecek. Kapısında da bir nöbetçi bulunacak.

Soylu delikanlılardan biri, tek penceresi, tek kapısı olan bir yere kapatılıyor. Kapıda nöbetçi bekliyor. Delikanlı bir süre sonra kitap istiyor. Ve gün geçtikçe kitap isteğini arttırıyor. Ve içeride ha babam okuyor. Öylece yıllar geçiyor. Bu arada, öteki delikanlı kumarcılığı ve uçarı yaşantısı yüzünden zenginliğini yitirmiş, sıfırı tüketmiştir. Bütün umudu, kapalıdaki arkadaşının, tek başına yaşamaya dayanamayıp kapalı olduğu yerden çıkması ve onun da bahsi kazanıp paraya konması. Kapalıdaki arkadaşını kaçmaya kışkırtmak için de türlü çareler düşünür. Nöbetçiye görmezden gelmesini söyler. Kapıyı açık bıraktırır, ama ne yaptıysa boşuna. Arkadaşı içeride okuyordur ha bire.

Yirminci yılın son gecesi, artık son çare, arkadaşını öldürecek ve buna bir intihar süsü verecek. Hani yalnızlığa dayanamayıp, canına kıymış gibi. Böylece bahsi kazanıp parayı alacak. O niyetle, sabah, gün doğmadan önce arkadaşının kapalı olduğu yere girer. Ama içerde yok. Pencere de açık! Tamam, demek kaçmış. Parayı alacak öyleyse. Ne o? Masanın üzerinde arkadaşının kaçmadan önce kendisine yazıp bıraktığı bir mektup:

"Tek başına burada yirmi yılı doldurmama bir saat kala buradan ayrılarak, seni bana para ödemekten kurtarıyorum. Çünkü yirmi yıldır okuduğum kitaplarla öyle zenginleştim ki, bana vereceğin büyük paranın gözümde hiç değeri kalmadı. Sana teşekkür ederim."

Anton Çehov

Çevrimdışı bombom12

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 384
  • 1.126
  • 384
  • 1.126
# 18 Ara 2012 22:16:39
 
    Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur.

'Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?' Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. 'O zaman' der öğretmen. 'Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin' öğrenciler bunu da yaparlar.

Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz! Öğrenciler, bu işten pek bir şey anlamamışlardır.
Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: 'Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.' Bazı öğrenciler torbalarına üçer beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine 'Peki şimdi ne olacak?' der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: 'Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde, hep yanınızda olacaklar.'

Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: 'Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.' 'Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem yorulduk?'

Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: 'Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.

Çevrimdışı nice

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 173
  • 344
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 173
  • 344
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 19 Ara 2012 00:18:19
Vaktiyle Birbirini Çok Seven İki Kardeş Varmış.


Büyüğü Halil.
...
Küçüğü ise İbrahim...

Halil, evli çocuklu.

İbrahim ise bekârmış...

Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin...

Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş.

Bununla geçinip giderlermiş...

Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı.

İkiye ayırmışlar.

İş kalmış taşımaya.

Halil, bir teklif yapmış :

İbrahim kardeşim; Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle.

Peki, abi demiş İbrahim...

Ve Halil gitmiş çuval getirmeye... .

O gidince, düşünmüş İbrahim:

Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine

Böyle demiş ve

Kendi payından bir miktar atmış onunkine...

Az sonra Halil çıkagelmiş.

Haydi İbrahim. De miş, önce sen doldur da taşı ambara.

Peki abi.

İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola.

O gidince, Halil düşünür bu defa:

Der ki:

Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var.

Ama kardeşim bekâr.

O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.

Böyle düşünerek,

Kendi payından atar onunkine birkaç kürek.

Velhasıl, biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine.

Bu, böyle sürüp gider.

Ama birbirlerinden habersizdirler.

Nihayet akşam olur.

Karanlık basar.

Görürler ki, bitmiyor buğdaylar.

Hatta azalmıyor bile.

Hak teala bu hali çok beğenir.

Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki...

Günlerce taşır iki kardeş, bitiremezler.

Şaşarlar bu işe...

Aksine çoğalır buğdayları.

Dolar taşar ambarları.

Bugün "Bereket" denilince, bu kardeşler akla gelir.
Bu bereketin adı: Halil İbrahim bereketidir .

Çevrimdışı bombom12

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 384
  • 1.126
  • 384
  • 1.126
# 21 Ara 2012 20:52:01
MİSAFİRE İKRAMIN DEĞERİ

Eskilerden biri akşam yemeğini sarayda yemek üzere halifenin davetlisiydi. Hızlı hızlı saraya doğru giderken önüne biri çıktı. Önüne çıkan adama kim olduğunu sordu. Adam:
- Ben yolcuyum. Buranın yabancısıyım. Aç ve yorgunum, dedi. O da:
- Ben halifenin davetlisiyim. Gel beraber gidelim, dediyse de misafir:
- Benim halife ile ne işim olacak. Senin bana vereceğin bir tas çorban varsa ver, yoksa bırak, deyince fazla ilgilenmeyip saraya doğru yöneldi.

Davetten sonra dönüşte baktı ki, adam bir kenara kıvrılmış uyuyor. Uyandırmak istemedi ve "Sabah uyanacağı vakitte gelir ve karnını doyururum" diye düşündü, evine gitti, yattı ve uyudu.

O gece bir rüya gördü. Kendisi bir çöldeydi. Yüzünden ışıklar saçılan büyük bir kalabalık ve o kalabalığın önünde de daha nurlu bir zat bulunuyordu. Bunların kimler olduğunu sordu. Kendisine:

- Bunlar 124 bin Peygamberdir. En önde olan da son Peygamber Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.) dır, dediler.

Hemen Peygamberimiz'in elini öpmek istediyse de, Peygamberimiz elini vermedi. Ve buyurdu ki:

- Biz, sevdiklerimizden bir tas çorbayı esirgeyenlere elimizi vermeyiz.

Uyanır uyanmaz hemen akşamki yabancıyı bulmak için koştu. O, henüz kalkmış ve yola koyulmuştu. Geri çevirmeye uğraştı ve "Ne olur bir tas çorbamı iç" diye yalvardı. Yabancı adam ısrarlara rağmen kabul etmedi ve şöyle dedi.

- Senin bir tas çorba vermen için illâ da 124 bin Peygamberi seferber mi etmek lâzım? O güçte olmayanlar ne yapacaklar?

Bundan sonra o zat rastladığı hiç bir misafire yemek ikram etmeden göndermezdi. Hatta kendisine misafir olup yemeğini yemesi için yalvarırdı.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK