İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.329
  • 223.725
  • 28.329
  • 223.725
# 01 Şub 2016 09:02:11
Behlül Dânâ hazretleri bir gün kumlarla, çer çöple ev-köşk yapıyormuş..
Harun Reşid yanından geçerken sormuş:
- Ya Behlül ne yapıyorsun?
- Cennette evler-köşkler yapıyor satıyorum.
- Peki kaça satıyorsun?
- Bir altına.
Harun Reşid, bizim kardeşe yine bir şeyler oluyor, diyerek gitmiş...
Ertesi günü Harun Reşid’in hanımı da görmüş, o da sormuş:
- Behlül ne yapıyorsun?
- Cennet için ev yapıp satıyorum.
- Peki kaça satıyorsun?
- Bir altına.
- Peki al bir altını.
Akşam Harun Reşid rüyasında Cennette bir köşk görmüş, güzel mi güzel, çok beğenmiş,
Demiş ki bu köşk kimin?
- Hanımınızın, demişler...
Ertesi gün gördüğü rüyanın tesiriyle Behlül Dânâ hazretlerini aramış.
Bakmış aynı yerinde yine kumlardan, çer çöpten evler-köşkler yapıyor.
Harun Reşid yine sormuş:
- Ne yapıyorsun?
- Cennette ev-köşk yapıyorum.
- Peki kaç para?
- Bin altın.
- Dün bir altın diyordun, bugün bin altına çıkarmışsın.
Bunun sebebi ne?
- Hanımınız dün görmeden bir altına aldı.
Ama sen gördükten sonra istiyorsun.
Onun için bin altın bile az..!!

Çevrimdışı eessrraa

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 5.906
  • 46.126
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.906
  • 46.126
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 01 Şub 2016 10:35:50


Size hızmet edenleri hep hatırlayın..

Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk pastaneye girdi.
Garson kız hemen koştu.. Çocuk sordu: "Çukulatalı pasta kaç para?.." "50 cent!.."
Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. Bir daha sordu: "Peki dondurma ne kadar.." "35 cent" dedi garson kız
sabırsızlıkla.. Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu.
Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki.. Çocuk parasını bir daha saydı ve
"Bir dondurma alabilir miyim lütfen" dedi. Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve
oteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi. Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde,
gözleri doldu birden. Masayı sanki akan yaşlar temizleyecekti. Boş dondurma tabağının yanında çocuğun
bıraktığı 15 cent duruyordu..

Çevrimdışı Gül Rengi

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.942
  • 47.514
  • 2.942
  • 47.514
# 01 Şub 2016 11:03:08
 Süleyman Peygamber'in zamanıydı. Bir adam, koşa koşa onun sarayının kapılarına dayandı. Yüzü kederden sararmış, dudakları korkudan mosmor kesilmişti. Hz. Süleyman ona sordu:
''Sana ne oldu?''
Adam dedi:
''Ey sultan, Azraili gördüm.Bana öyle bir öfke ile baktı ki...''
''Peki'' dedi,Hz. Süleyman.''Benden ne istiyorsun?''
''Rüzgara emret,beni buradan alıp Hindistan'a götürsün.Belki canımı ondan kurtarabilirim.''
Hz. Süleyman emretti,rüzgar adamı alıp, denizleri aşarak Hindistan'ın ortalarında bir yere götürdü.
Ertesi gün bir meclis kurulmuştu.Azrail de oradaydı.
 
Hz.Süleyman ona sordu:
''O adamcağızı,vatanından ve ailesinden;mal ve mülkünden ayrı düşürmek için mi yüzüne öyle öfke ile baktın?''
 
Azrail cevap verdi:
''Ben öfke ile bakmadım ki...Ben onu yolumun üzerinde gördüce şaşırdım da baktım.Çünkü Allah bana, 'Onun canını bugün Hindistan'da al!''diye emretmişti.Oysa kırk kanadı bile olsa,aynı gün buradan Hindistan'a gitmesi mümkün değildi o adamın.
Ben bu yüzden çok şaşırdım ve ona hayretle baktım...''
Kimden kaçıyoruz kendinden mi?Bu hayali bir şey...Kimden kapıp kurtarıyoruz Allah'tan mı? Ne boş hayal. Dünya Allah'tan gafil olmaktır.  Dünya, para, pul, kadın, giyim, kuşam, dünyevi ticaret değildir, sadece bunu bil.
Bu dünya zindandır, biz de zindandaki mahpuslarız, zindanı del, kendini kurtar.
İlahi takdirden ve kazadan kaçmamız mümkün değildir..
                                                                 Mesneviden..

Çevrimdışı kurthan

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 10.655
  • 72.851
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 10.655
  • 72.851
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 01 Şub 2016 19:23:25
BİR BİLGEYE SORMUŞLAR:

"Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?

"Terzimi severim," diye cevap vermiş.

Soruyu soranlar şaşırmışlar:

"Aman üstad, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor?

O da nereden çıktı? Neden terzi?"

Bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş:

"Dostlarım, evet ben terzimi severim. Çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. Ama ötekiler öyle değildir. Bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler. :)

Çevrimdışı sınıfçı20

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 01 Şub 2016 22:22:13
Rivayet edilir ki, Hz. Musa (a.s) Tur Dağına giderken bir adamın şöyle bir dileğine muhatap oldu:

- "Ya Musa, Rabbimden üç dileğim var, O'na söyle bu duamı kabul etsin. Birincisi, benim gözlerim görmüyor, açılmasını istiyorum. İkincisi, çocuğum olmuyor, bir oğlan evladı istiyorum. üçüncüsü, fakirim, fakirlikten çok çektim; hiç olmazsa doğacak oğlum fakir olmasın, onun zengin olmasını istiyorum."

Hz.Musa (a.s.) Tur'da bu kulun üç dileğini nakledince:

Allah:

- "üç dileğini birden kabul etmem; tek şey istesin,kabul edeceğim" diye buyrulmuş.

Hz.Musa (a.s.) bu cevabı aktarınca düşünceye dalan adam üç yerine tek bir dilekte bulunmuş:

- "Ya Rab,oğlumun altın tasla su içtiğini gözlerimle görmeyi diliyorum."

Ve bu akıllı adamın duası kabul edildi!

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.329
  • 223.725
  • 28.329
  • 223.725
# 01 Şub 2016 23:30:13
Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır.
İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder.
Doktor çağrılır. Doktor muayene eder,ağrı kesiciler verir, gider. Lakin Osman Efendinin başağrısı artarak sürer.
Üstüne üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya başlar.
Başka doktorlar çağrılır…Osman Efendi Uşak’ın ileri gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaat eder.

Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz. Ev halkı birbirine karışır,baş ağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendiyi İstanbul’a götürmeye karar verirler.

İstanbul’da en iyi doktorlar seferber olur.
Röntgenler, beyin tomografileri çekilir, testler yapılır…
Görünüşe bakılırsa Osman Efendi turp gibidir.
Oysa dayanması gittikçe zorlaşan baş ağrısı ve
gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir.
Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran
Osman Efendi bu defa da apar topar yurtdışına götürülür.
O devirde Amerika değil İsviçre moda, Zürih’e gidilir.
Haftalarca hastanede kalınır,
onlarca profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.

Sonuç olarak:
Osman Efendiye teşhis konulamaz.
Artık yerinden kalkamayan
Osman Efendiye ağrı kesici iğneler verilir,
ülkesine dönüp “dinlenmesi”,
daha doğrusu son günlerini evinde geçirmesi tavsiye edilir.

Osman Efendi bitkin, aile perişan. “Kader”denilir, Uşak’a dönülür.
Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar.
Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye,
Osman Efendinin eski berberi “Berber Mehmet” çağrılır.
Berber yataktan kalkamayan Osman Efendiyi tıraş ederken,
adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler.
Berber Mehmet bir an düşünür. “Beyim?” der,
“Sakın sizin burnunuzda kıl dönmüş olmasın”
Bir bakar, “Hah işte der.“Kıl dönmüş.”
Osman Efendinin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın
çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker.
Ev halkı Osman Efendinin köyü ayağa kaldıran
çığlığıyla odaya koşar.
Berber Mehmet, Osman Efendinin elinden zor alınır ve
cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir.
Osman Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır,
kolonyalar koklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır.

Ertesi sabah Osman Efendi aylardır ilk defa rahat bir
uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir.
Baş ağrısından ise eser kalmamıştır.
Dönen kılın sinire yürüyüp gittikçe uzayarak dayanılmaz
ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder.
Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir.
Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet’i çağırtır ve ona bir servet bağışlar.

BURNUNDAN KIL ALDIRTMAYANLARIN
BAŞI ÇOK AĞRIYABİLİR .

Çevrimdışı eessrraa

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 5.906
  • 46.126
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.906
  • 46.126
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 01 Şub 2016 23:47:24
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır.
İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder.
Doktor çağrılır. Doktor muayene eder,ağrı kesiciler verir, gider. Lakin Osman Efendinin başağrısı artarak sürer.
Üstüne üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya başlar.
Başka doktorlar çağrılır…Osman Efendi Uşak’ın ileri gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaat eder.

Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz. Ev halkı birbirine karışır,baş ağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendiyi İstanbul’a götürmeye karar verirler.

İstanbul’da en iyi doktorlar seferber olur.
Röntgenler, beyin tomografileri çekilir, testler yapılır…
Görünüşe bakılırsa Osman Efendi turp gibidir.
Oysa dayanması gittikçe zorlaşan baş ağrısı ve
gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir.
Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran
Osman Efendi bu defa da apar topar yurtdışına götürülür.
O devirde Amerika değil İsviçre moda, Zürih’e gidilir.
Haftalarca hastanede kalınır,
onlarca profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.

Sonuç olarak:
Osman Efendiye teşhis konulamaz.
Artık yerinden kalkamayan
Osman Efendiye ağrı kesici iğneler verilir,
ülkesine dönüp “dinlenmesi”,
daha doğrusu son günlerini evinde geçirmesi tavsiye edilir.

Osman Efendi bitkin, aile perişan. “Kader”denilir, Uşak’a dönülür.
Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar.
Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye,
Osman Efendinin eski berberi “Berber Mehmet” çağrılır.
Berber yataktan kalkamayan Osman Efendiyi tıraş ederken,
adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler.
Berber Mehmet bir an düşünür. “Beyim?” der,
“Sakın sizin burnunuzda kıl dönmüş olmasın”
Bir bakar, “Hah işte der.“Kıl dönmüş.”
Osman Efendinin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın
çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker.
Ev halkı Osman Efendinin köyü ayağa kaldıran
çığlığıyla odaya koşar.
Berber Mehmet, Osman Efendinin elinden zor alınır ve
cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir.
Osman Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır,
kolonyalar koklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır.

Ertesi sabah Osman Efendi aylardır ilk defa rahat bir
uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir.
Baş ağrısından ise eser kalmamıştır.
Dönen kılın sinire yürüyüp gittikçe uzayarak dayanılmaz
ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder.
Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir.
Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet’i çağırtır ve ona bir servet bağışlar.

BURNUNDAN KIL ALDIRTMAYANLARIN
BAŞI ÇOK AĞRIYABİLİR .


++
hayat bu; herkesi dinlemeyi bilmeli, herkesi dinleyebilmeli..

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.329
  • 223.725
  • 28.329
  • 223.725
# 02 Şub 2016 10:41:58
NAMAZA BAŞLAMAYIN, NAMAZ KILIN !
-------------------------
- Ne yaparsam yapayım bir türlü namaza başlayamıyorum.
- Namaza başlama namaz kıl.
- O ne demek şimdi ya, aynı şey işte.
- Namaza başlayayım dediğinde her gün 5 vakit kılacağım diye düşünerek namaz ibadetini gözünde büyütüyor, işini zorlaştırıyorsun.
- İyi de namaz günde 5 vakit kılınıyor.
- Günde 5 vakit namaz farz ama vakti gelince farz.
- Nasıl yani.
- Şimdi saat kaç?
- Saat 2
- Tamam şu an sana öğlen namazı farz. İkindi, akşam ve yatsı farz değil.
- Nasıl farz değil abicim.
- Farz değil çünkü, daha o vakitler girmemiş.
- Ne yapayım peki?
- Sen namaza başlama öğlen namazını kıl.
- Ne dedin sen şimdi, hiçbir şey anlamadım.
- Yani namaza başlayacağım diye düşünme. Öğlen namazını kılacağım diye düşün. Ne zaman ki ikindi ezanı okunur, o zaman ikindiyi düşünürsün.
- Harbiden ya. Dediğin gibi öyle her gün her gün, hem de 5 defa bir ömür boyu namaz kılacağım aklıma gelince namazı bitmez bir ibadet gibi düşünüyor, daha namaza başlamadan namazdan usanıyorum.
- Her namazı vakti girince düşün. Sen şimdi öğleni kıl. İkindiye senedin yok sonuçta. Kılmaya ömrün yetmeyebilir. Belki kılarsın belki kılamazsın.
- Bak hiç böyle düşünmemiştim.
- Ayrıca her gün ekmek yiyor, su içiyor, havayı teneffüs ediyorsun ama hiç usanmıyorsun. Neden usanmıyorsun. Çünkü bunları ihtiyaç olarak görüyor, hatta bunlardan lezzet alıyorsun.
- Aynen öle abicim.
- Ekmek, hava ve su nasıl bedenin gıdası ise namaz da ruhun gıdasıdır. Ruhumuzu gıdasız bırakırsak ruhumuzda onarılması zor yaralar açarız.
- Doğru diyorsun da yine de namaz zor be abi. Namaz kılacağım zaman bir üşenme, bir tembellik çöküyor üzerime.
- Çalıştığın yerde patronunun her dediğini üşenmeden, usanmadan, tembellik etmeden yapıyorsun ama değil mi?
- Evet ama yapmazsam maaş falan alamam, hatta işten bile kovulabilirim.
- Peki namaz kıldığın zaman alacağın ücret sana az mı geliyor ki; üşeniyor, usanıyor, tembellik ediyor, alacağın 3-5 kuruş maaşı cennete tercih ediyorsun.
-Ya öyle değil tabi, ama işte hayat koşulları, dünya koşturmacası, geçim sıkıntısı derken namazlar kalıyor.
-Heee demek ki senin tüm üşenmelerin, tembelliğin dünya meşguliyetinden, geçim kaygısından kaynaklanıyor. Yani dünya meşguliyetlerine dalıp namazı terk ediyorsun. E o zaman şunu sorarım sana. Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?
-İyide abicim o dünya meşguliyetleri dediğin şeyler lüzumsuz işler değil ki. Para kazanıyorum sonuçta. Yaşamak için para lazım. Para kazanırken de namaza vakit ayıramıyorum.
-100 kuruş gündelikle çalışırken bir adam gelip sana; “Gel 10 dakika şurayı kaz, 100 lira değerinde bir pırlanta bulacaksın” dese sen o adama “Yok gelemem. Gelirsem 10 kuruşluk gündeliğim kesilir, maaşım azalır der misin?
-Yok abicim manyak mıyım ben, dermiyim hiç öle bişey. Koşarak gider çalışırım.
-Heh işte namazı terk edip dünya işlerine koyulman da aynı bunun gibidir. Aslında kazanıyorum derken kaybediyorsundur.
-Nasıl yani hiçbir şey anlamadım.
-Anlamazsın tabi, çünkü işine gelmiyor. Başka bir örnek vereyim sana.
-İyi tamam ver hadi.
-Senin elinde altından yapılmış bir çekiç olsa ve sen bu çekiçle taş yontup para kazansan; bu işten kar ettiğini söyleyemezsin. Çünkü taşa her vuruşunda 5 kuruş kazanmaya bedel belki 500 lira zarar edersin.
-Yani ?
-Yanisi şu ki. İnsan ebedi saadetten başka neyi kazanırsa kazansın zarar, hatta iflas eder.
-Ya iyi güzel söylüyorsun da çalışmak da ibadettir sonuçta.
-Yani sen namaz kılmakla, çalışmayı mukayese ediyorsun ve senin için çalışmak daha ağır basıyor. Sana göre bunların ikisi de ibadet ve bu iki ibadetten çalışmayı yerine getiriyor, namazı terk ediyorsun.
-Yani, evet şey, ıııım hayır.. :S: ?!?:S??!!:S :S?!!!??:S
-Kafan karıştı dimi. Bir kere çalışmanın ibadet sayılabilmesi için senin dinimizin farz kıldığı ibadetleri yerine getirmen lazım. Sen farzları yerine getirmeden çalıştığın takdirde ibadet etmiş olmazsın.
-Namaz kılmadığın takdirde çalışman ibadet hükmünde değildir diyosun yani.
-Evet aynen öyle diyorum.
-Ya abicim çok derin mevzulara girdik. Daha yaşım genç ilerde dört dörtlük yaparım inşallah.
- Kendini kandırma. Üstad böyle düşünenler için şöyle der : “Bil ki dün senin elinden çıktı. Yarına ise sahip değilsin, çünkü elinde senet yok. Öyle ise hakiki ömrünü bulunduğun gün bil, en az günün bir saatini yedek bir para gibi hakiki istikbal için ahiret sandığı olan bir mescide, bir seccadeye at.”
-Vay be çok güzel söylemiş üstad. En başta bunu söyleseydin de meseleyi bu kadar uzatmasaydın. Ben vakit geçmeden öğleni kılayım. Ömrüm yeterse de ikindiyi kılarım.
Yazar: Mustafa Eren Akçağlar

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 02 Şub 2016 11:43:01
CEP TELEFONU OLMAK İSTERDİM.

Karı ve koca bir akşam yemeklerini bitirdikten sonra, yorgun argın oturma odasına geçerler. Kadın ilkokul öğretmenidir. Öğrencilerine verdiği ‘ne olmak istersiniz’ başlıklı kompozisyon ödevini notlandırmak için masaya geçer. Kocası da eline cep telefonunu alıp, koltuğuna yerleşir. Nihayet yorgun bir günün ardından dinlenebilecektir.

Kadın, tüm kompozisyonları notlandırıp işinin bittiğini düşünürken, kenarda kalmış bir ödevin gözünden kaçtığını fark eder ve not vermek için okumaya başlar.

Kağıtta yazansa şudur:
'Benim dileğim, akıllı bir telefona dönüşmektir. Dileğim bu çünkü annem ve babam telefonlarını gerçekten çok seviyorlar.
Annem ve babam sadece telefonlarına dikkat gösterirler, hatta bazen de beni unuttukları olur.

Annem ve babam işten yorgun döndüklerinde, vakitlerini telefonlarıyla geçirirler, benle değil. Önemli bir işle meşgul olsalar dahi, eğer telefonları çalarsa, anında yanıt verirler. Ama aynısını benim için yapmazlar, ağlasam bile…

Annem ve babam cep telefonlarında oyun oynarlar, benimle değil. Telefonda konuşurken, heyecanla yanlarına gidip bir şey paylaşmak istesem, hemen beni susturup, yanlarından gönderirler. Bu yüzden cep telefonu olmaktır, dileğim. Çünkü belki de ancak o zaman beni telefonları kadar severler.’

Kadın göz yaşları içerisinde kompozisyonu okur. Kocası sorunun ne olduğunu sorar, kadın ödevi kocasına verir. Adam hızlıca okuduktan sonra hangi mutsuz öğrencisinin bu kompozisyonu yazdığını sorar.

Ancak ondan sonra kadın, bu fazladan ödevin nereden çıktığını anlar. Çünkü o fark etmeden araya konmuştur. “Kompozisyonu yazan öğrencilerimden biri değil” diye cevap verir kadın. “Onu yazan oğlumuzmuş”

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.329
  • 223.725
  • 28.329
  • 223.725
# 03 Şub 2016 00:22:57
Abbas bin Ubâde (r.a.)

Hicret’ten önceydi... Peygamberimiz, İslamiyet’i yayması ve oradaki Müslümanlara öğretmesi için sahabilerden Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) Medine’ye göndermişti. Hz. Mus’ab iyi konuşan, meselesini insanları kırmadan rahatça anlatabi­len bir kabiliyete sahipti. Zaten Re­sû­lul­lah onu bunun için böyle mühim bir va­zifeye göndermişti. Gerçekten de Hz. Mus’ab bu vazifeyi en güzel şekilde ifa et­ti. Peygamberliğin 13. yılında 73’ü erkek 2’si kadın 75 kişiyle Akabe’ye geldi. Peygamberimizle buluştu. İşte Peygamberimize biat etmek üzere gelen bu 75 kişiden biri de Abbas bin Ubâde idi (r.a.). Hz. Abbas’ın çok tesirli hitabeti vardı. Burada çok güzel bir ko­nuşma yaptı: “Siz Re­sû­lul­lah’a, Araplarla ve Arap olmayanlarla savaşmak üzere söz vere­ceksiniz.

Birçok tehlikeye maruz kalacaksınız. Bu işte ölmek var, mal kaygısı ve dağılmak tehlikesi var. Bu tehlikeleri göze alıyorsanız biat ediniz. Eğer bir tehlikeyle karşılaştığınızda Re­sû­lul­lah’ı düşman eline bırakacaksanız şimdiden bu işten vazgeçiniz. Söz verip de bunu yerine getirmeyecek olursanız, vallahi, bu hem dünyada hem de ahirette yüz karasıdır! Eğer her türlü tehlikeye karşı onu koruyacaksanız, bu, dünyada da ahirette de hayırlıdır.” Bu konuşma üzerine Akabe Biatı’na gelenler hep bir ağızdan: “Onu korumak uğrunda her türlü tehlikeye razıyız!” diye bağırdılar. Sonra da teker teker Re­sû­lul­lah’a biat ettiler. Bu durum Re­sû­lul­lah’ı çok memnun etti. Akabe’de biat işi devam ederken müşrikler bunu haber aldılar. Peygamberi­miz, Medineli Müslümanlara: “Hemen konak yerlerinize dönünüz.” buyurdu. Hz. Abbas bin Ubâde bütün samimiyetiyle: “Yâ Re­sû­lal­lah, Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki, eğer arzu ederseniz yarın sabah Mina’daki halka hücum eder, onları kılıçtan geçiririz!” diye bir teklifte bulundu. Fakat Peygam­berimiz (a.s.m.): “Henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı.” buyurarak buna müsaade etmedi. Hz. Abbas, Akabe Biatı’ndan sonra Mekke’ye yerleşti. Peygamberimize yakın olmak istiyordu. Oysa o sırada müşrikler, Müslümanlara karşı giriştikleri işken­ce ve tazyi­ki artırmışlardı. Fakat Hz. Abbas’ın Re­sû­lul­lah ile beraber olmak uğ­runa göze alama­ya­cağı tehlike yoktu. Nitekim Mekke’de bulunduğu müddetçe birçok sıkıntıyla karşılaş­tı. Hicret emri çıkınca da Medine’ye hicret etti.

Böy­lece hem Muhacir, hem de Ensar olma şerefini kazandı. Müslümanlar arasında “Ensar’ın muhaciri” diye isimlendirilirdi. Peygamberimiz onunla Muhacirîn ileri gelenlerinden Osman bin Ma’zun (r.a.) arasında kardeşlik tahsis etti. Abbas (r.a.) mazereti dolayısıyla Bedir Savaşı’na katılamadı. Fakat bunun ıstırabını yaşadı. Peygamberimizin Uhud Savaşı için hazırladığı orduya ilk işti­rak edenlerdendi. Okçuların Re­sû­lul­lah’ın emrine muhalefet etmeleri sebebiyle bozguna uğrandığı bir sırada sebat edenlerden birisi de Hz. Abbas’tı. Abbas (r.a.) bir yandan düşmana kılıç sallıyor, bir yandan da: “Ey Müslümanlar toplu­luğu! Sizin uğradığınız bu musibet, Peygamberinize isyanınızın neticesidir. O si­ze, sabır ve sebat ederseniz yardıma nail olacağınızı vaat etmişti. Eğer biz Re­sû­lul­lah’ı koruyanların arasında bulunmaz da ona bir zarar gelecek olursa, artık Rabb’imiz katında ileri sürebileceğimiz hiçbir mazeret yoktur.” diye bağırıyor­du. Hz. Abbas, konuşmasını tamamladıktan sonra kılıncının kınını kırdı. Zırhı­nı ve miğferini çıkardı. Ve müşriklerin arasında kaldı. Birçok yara almasına rağmen müşrikler Re­sû­lul­lah’a bir zarar verirler endişesiyle ayakta durmaya, düşmana kılıç sallamaya çalışıyordu. Nihayet kuvveti tükendi. Son nefesine ka­dar Re­sû­lul­lah’ı korumanın saadeti içerisinde şehadet mertebesine erdi.

Allah ondan razı olsun![1]

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.329
  • 223.725
  • 28.329
  • 223.725
# 03 Şub 2016 19:18:03
Evladının kalbine peygamber sevgisinin nasıl
yerleştiğini gören ve bundan etkilenerek
İslam’a sımsıkı sarılan
bir annenin, bizzat yaşadığı hatırasını kendi
ağzından dinleyelim.
Kızım Ayten on iki yaşındaydı. Bazı okul
çıkışlarında samimi olduğu iki arkadaşına ders
çalışmaya gidiyordu.
Bana pek söylemezdi, fakat biliyordum. Aileleri
dindardı. Bizimki de onlardan etkilenmişti;
namaz kılıyor,
wolkmende ilahiler dinliyor, Peygamber
Efendimizin hayatına dair kitaplar okuyordu.
Çoğu kez elinde okuduğu
kitaplarla uyuyakalıyordu. Öğrendiği bilgileri
davranışlarına yansıyor, zaman zaman bir
köşede buğulu gözlerle
salâvatlar okuyordu. Bunlar beni memnun
edecek yerde endişelendiriyordu. İtiraf edeyim
ki, o yaşta sevinçle
başörtü takan, sonra heyecanla namaz kılan
kızımı gördükçe rahatsız oluyordum. Otuz dört
yaşında olmama
rağmen kıldığım namazların sayısı maalesef
on’u geçmemişti. Belki de suçluluk
duygusundan olacak, kızıma
her fırsatta kızıyor, dini konulara yönelmemesi
için baskılar yapıyordum.
Bir gün kızım eve dönme saati epey geçtiği
halde hâlâ gelmemişti. Cep telefonu da
kapalıydı. Pencereden
pencereye koşuyorum. “Allahım, neredeyse
çıldıracağım.” Oysa Ayten, benim ne kadar
evhamlı olduğumu
bilir, geçikmemeye gayret ederdi. Aklıma her
türlü olumsuzluk geliyordu. Sonunda eşimle
birlikte karakola
gitmeye karar vermiştik ki, kapı çalındı.
Yürüdüm mü, uçtum mu bilmiyorum.
Sinirlerim ayaklanmış endişem
yerini öfkeye bırakmıştı. Sanki az önce başına
bir şey geldi diye daralan ben değilmişim gibi
ceza vermeye
hazırlanıyordum.
Bu duygular içinde kapıyı açtım.
Ayten elinde çok güzel, kırmızı bir gülle
boynunu hafif bükmüş öylece duruyordu.
Kızacağımı düşünerek o
günkü harçlığıyla kırmızı bir gül almıştı. Ben
daha bir şey demeden mahçup bir sesle
konuştu:
“Anneciğim biliyorum geciktim ve sizi merak
ettirdim. Ne desen haklısın. Bu gülü senin için
aldım, sıradan bir
çiçek gözüyle bakma olur mu anneciğim, o
peygamber efendimizin kokusunu taşıyormuş.
Bu gün öğrendim.
Lütfen anneciğim, gül kokulu peygamberimizin
hatırına beni bağışla.”
Ağzıma kadar öfke dolan ben ne diyeceğimi
şaşırdım. “Peygamber hatırı için” diyordu
yavrum. Gözlerindeki
sevgi, sözlerinden süzülen samimiyet adeta
içimi yaktı. Benim otuz dört yaşında
kavrayamadığım sevgiyi o,
on iki yaşında çoktan yüreğinin en mutena
köşesine yerleştirmişti. Bir tuhaf oldum, akan
sular durdu sanki.
Bütün sinirim sabun köpüğü gibi eridi gitti.
Tek kelime etmeden ağlayarak kızıma
sarıldım. O da ağlıyordu.
Gülü salonumuzun en güzel köşesine koyduk.
Ayten, gülü bir sevgiliye bakar gibi izlerken
tatlı bir sesle
salâvat okuyordu. Vakit geç olmuştu. Uyumak
için odalarımıza çekildik.
Gecenin bir yarısı kızımın sesiyle fırladık
yatağımızdan. Odamızın kapısına vuruyor,
heyecanla bağırıyordu:
“Anneciğim ne olur kalkın, peygamberimizin
kokusu var salonda. Belki de bizi ziyarete
geldi lütfen gelin!”
Kocam bana, ben ona uyku sersemliğiyle ne
olduğunu anlamaya çalışarak kalktık. Acaba
Ayten gündüz
yaşadıklarından etkilenip rüya mı görmüştü?
Salona girdiğimizde gülün bulunduğu köşeden
o güne kadar
koklamadığım ve size tarif edemeyeceğim son
derece güzel bir koku yayılıyordu. Güle
yaklaştıkça kokunun
arttığını fark ediyorduk. Tek kelimeyle
şaşkındık. Hele kocam adeta kendinden
geçmiş, olduğu yere
çöküvermişti. Kızımın Peygamberimize olan
büyük sevgisini o zaman çok daha iyi
anladım. Ona müdahale
ettiğim için öyle pişman olmuştum ki
anlatamam. Bütün zerrelerimden gelen derin
bir nedametle tövbe ettim.
O gece sabaha kadar emsalsiz kokunun
doldurduğu salonda üçümüz gözyaşları içinde
namaz kıldık, salâvat
getirdik. Kızımın Peygamberimize olan derin
sevgisi o gece bize gerçek anlamda Müslüman
kimliğimizi
buldurmuştu. Şimdi bu kimliğimize layık
olmak için gayret ediyoruz. Rabbim herkese bu duyguyu yaşatsın…”

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 03 Şub 2016 22:21:10
HAKİMİN ÜÇ KUSURU
Hazret-i Ömer, hilafeti zamanında Hımıs ileri gelenlerine bir mektup yazıp, çevredeki fakirlerin kendisine bildirilmesini isteyerek yardım edeceğini bildirdi.Hımıs'lılar Şam ve civarında bulunan fakirlerin bir listesini Halife Hazret-i Ömer'e arzettiler. Hazret-i Ömer gelen listeyi açıp baktığında listenin başında kadı olarak tayin ettiği Sa'd bin Amir'in ismini görüp listeyi getirenlere hakiminin mali durumunu sordu.Onlar, (Hakimimiz hakikaten gayet fakirdir. Elinde avucunda olanı fakir fukaraya dağıtıyor, rüşvet olacağı korkusundan, bizim de en küçük bir hediyemizi bile kabul etmiyor) dediler.Hazret-i Ömer sordu: - Allah'tan bu kadar korkan hakiminizin hoşunuza gitmeyen tarafları da var mı?Evet diyerek kusurlarını şöyle sıraladılar: 1- Vazifesine sabah namazından sonra başlaması gerekirken kuşluk vakti başlıyor. 2- Evine çekilir aramıza girmez. 3- Haftada bir gün, evinden dışarı bile çıkmaz. Kapısı arkasından kilitlidir.Hazret-i Ömer, onlara bir kısım erzak ve giyecek vererek gönderdi. Hakim Sa'd bin Amir'i de bunların sebebini öğrenmek üzere huzuruna davet etti.Hakim, Hazret-i Ömer'in huzuruna gelince durumu anlattı:Birinci kusurum; ailem hasta olduğundan evin bütün işlerini bizzat kendim görüyorum ve bu sebepten vazifemin başına ancak kuşluk vakti gelebiliyorum.İkincisi ise; akşam olunca gün boyu yaptığım işlerin muhasebesini yapıyor acaba yaptığım işlerde bir kusurum var mı diye onu tetkik ediyorum.Üçüncüsü; sırtımdakinden başka giyecek elbisem yoktur. Haftada bir gün giydiğim çamaşırlarımı yıkıyor temizlik işleri ile meşgul oluyorum. Hatta evimde bile üzerime alacak bir elbisem olmadığından yıkadığım çamaşırlarım kuruyuncaya kadar hiçbir kimseyi görüşmeye bile kabul edemiyorum.Sa'd bin Amir'in bu izahatı karşısında Hazret-i Ömer çok memnun oldu ve ondan sonra Sad'ı hatırladıkça, (Ah Sa'd ah, Allah korkusu seni ne kadar yüceltmiş) der onunla iftihar ederdi.

Çevrimdışı sınıfçı20

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 04 Şub 2016 01:31:48
Neme lâzım be Sultânım!"

Kanuni Sultan Süleyman, en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin akıbetini hayal eder, günün birinde ‘Osmanoğulları da inişe geçer çökmeye yüz tutar mı’ diye derin derin düşünmeye başlar... Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi’ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahya Efendi’ye gönderir...
- Sen İlahi sırlara vakıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün olurda izmihlale uğrar mı?” şeklinde mektubunu gönderir. Güzel bir hatla yazılmış mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı bir bakıma çok kısa bir bakıma içinden çıkılmaz bir hal alır:
- Neme lazım be Sultan’ım!
Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bir mana veremez. Yahya efendi gibi bir zatın böylesine basit bir cevapla işi geçiştireceğini pek düşünmez. Söylenmeye başlar: “Acaba bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta?” Nihayet kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergahına gelir. Sitem dolu sorusunu tekrar sorar:
- Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!
- Sultan’ım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim.
- İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece ‘neme lazım be Sultan’ım’ demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi bir anlam çıkarıyorum.
- Sultan’ım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şayi olsa, işitenler de ‘neme lazım’ deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa. Fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir...
Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder, sonra da kendisini böyle ikaz eden bir âlime memleketinin sahip olduğu için Allah’a şükreder.

Çevrimdışı sınıfçı20

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 05 Şub 2016 00:27:45
Peygamberimizin ashabından Amir’in¸ Rafi adında bir oğlu vardı. Rafi ¸ küçük ve yaramaz bir çocuktu.Rafi bir gün¸ Medineli Müslümanlardan birinin hurma ağaçlarını taşladı. Bahçe sahibi onu yakalayıp Peygamberimize
götürdü ve:
- Bu çocuk¸ hurmalarımı taşlayarak bahçeme zarar veriyor¸ diye şikayette bulundu.
Sevgili Peygamberimiz¸ Rafi ’yi yanına çağırdı. Saçını ve yanaklarını okşadı. Sonra¸ yumuşak ve gönül alıcı bir sesle sordu:
– Yavrucuğum! Bu adamcağızın hurmalarını niçin taşladın?
Rafi ¸ çok utanmıştı. Ezile büzüle cevap verdi:
- Acıkmıştım; karnımı doyurmak için taşladım¸ dedi.


Peygamberimiz çocuğa hiç kızmadı. Yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi. Rafi ’yi kucakladı ve ona şöyle dedi:
- Yavrucuğum! Bir daha ağaçları taşlama. Altına düşen meyveleri al¸ ye. Yüce Allah seni doyurur.

Sevgili Peygamberimizin yumuşak ve sevecen davranışı küçük Rafi ’yi çok etkilemişti. Rafi ¸ o günden sonra hiç yaramazlık yapmadı.
Çocuklara tebessümle¸ şefkatle ve hoşgörüyle yaklaşmayı ve onları bu temel metodlarla eğitmeyi bize Sevgili Peygamberimiz öğütlemektedir.

Çevrimdışı kurthan

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 10.655
  • 72.851
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 10.655
  • 72.851
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 05 Şub 2016 00:30:41
Mevlana bir gün eve gelir,
oğlunu üzgün görür. Sebebini sorar.
Oğlu: Hiç… der.
Mevlana dışarı çıkar.
Kapıda asılı bir kurt postu vardır, onu alır üstüne giyer.
Ellerini havaya doğru açıp ulumaya başlar.
Oğlu babasının bu haline bakıp güler.
Mevlana:
Evladım, gördün mü? der.
Dünya dertleri de işte böyledir.
Kurt, aslında korkutucu bir hayvandır.
Ama sen o postun arkasında babanın olduğunu
bildiğin için korkmadın ve güldün.
İşte bütün dertlerin arkasında da

Rabbinin olduğunu bil ve ona güven…

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK