İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı kafu

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 575
  • 1.937
  • 575
  • 1.937
# 20 Şub 2016 23:26:42
:'(

Çevrimdışı eessrraa

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 5.906
  • 46.126
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.906
  • 46.126
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 21 Şub 2016 08:57:14
     Bir çiftçinin eşeği birgün bir hendeğe düşmüştü. Çiftçi onu oradan kurtarabilmek için ne yapması gerektiğini kara kara düşünürken, hayvancağız da sürekli acı çekiyor ve inliyordu.
      Sonunda çiftçi kararını verdi:
"Bu eşek çok acı çekiyor ve üstelik de çok yaşlı" dedi. "Onu kurtarmak için saatlerce ter dökmeye değmez. Nasıl olsa ölecek... Ben şimdi, üstüne kürek kürek toprak atarım, hem eşeğimi gömmüş olurum, hem de tehlike oluşturan bu hendeği kapatmış olurum..."
     Sonra da komşularına, küreklerini alıp, kendisine yardım için gelmelerini söyledi. Tüm mahalle halkı, dibinde eşeğin can çekişmekte olduğu hendeğe kürek kürek toprak atmaya başladı.
       Üzerine sürekli olarak toprak atıldığını gören eşek, yürek parçalarcasına bir sesle bağırmaya başladı ve fakat bir süre sonra sesi duyulmaz oldu.
      Çiftçi, eşeğin öldüğünü ve üzerinin toprakla kapanmış olduğunu sanarak hendeğin kenarına gitti, aşağı baktı.
      Ve gördükleri karşısında bir anda dondu kaldı.
     Eşek, kürek dolusu her toprak atılışından sonra silkiniyor, sırtındaki toprağı aşağı fırlatıyor ve sonra da öc alırcasına bir hırsla yerdeki toprağı ayaklarıyla eziyordu. Hendeğin çevresindeki tüm mahalle halkının her toprak atışında ise, sırtından silkeleyip ezdiği toprağın üzerinde biraz daha, biraz daha yükseliyordu.
       Attıkları her kürek dolusu toprağı ezen eşeğin, çukurluğu önemli ölçüde kapatılan hendeğin ağzına kadar geldiğini ve şimdi de o kocaman gözleriyle kendileriyle baktığının ayırdına vardılar.
     Eşek tüm gücünü toparlayarak bir atılım yaptı ve hızla sıçrayarak hendekten çıkmayı başardı.


" Yaşamımızda, pek uzağımızda olmayan kişiler bile üzerimize çamur atabilirler. Bir omuz silkmesiyle bu çamurları üzerimizden atabilir ve onları, ayaklarımız altında ezebiliriz.
Bu davranışımız bizi, daha da yükseltecektir... "
   " Karşılaştığımız her sorun, yukarı çıkabilmemiz için önümüze gelmiş bir basamaktır. En umutsuz anlarımızdan bile, en derin hendeklerden bile ancak, onlar karşısında teslim olmayarak, onlara karşı direnerek kurtulabiliriz..."

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.328
  • 223.721
  • 28.328
  • 223.721
# 21 Şub 2016 09:26:54
Köyünde onu herkes öldü bilmektedir.
Çanakkale’den Havran’daki köyüne kadar 145 kilometreyi 13 günde yayan yürür.
Geldiğinde evine giremez. Çünkü 9 yılda belki karısı, yeniden evlenmiş olabilir. Akşamdan geldiği evini sabaha kadar göz hapsine alır. Sabah koyunları çıkarmak için gelen bir akrabası ile karşılaşır.
“-Sen kimsin?
-Ben Seyidim.
-Biz seni öldü biliyoruz.
-İşte sağ döndüm. Benim hanım evli mi?
-Hayır evli değil. Bir çocuğun var içeride, çocuğu korkutursun. Bağırarak git, haberi olsun.”
Kapıdan eşinin ismini seslenir. 8 yaşında bir kız çocuğu kapıya gelir. “Anne” diyor, “kapıda sakallı biri var korktum.” Annesi geliyor kapıya bakıyor ki, adamı. “Korkma kızım o senin baban.”
Ve 9 yıl sonra kızıyla böyle tanışıyor.
O kız, sonradan nine olduğunda torunlarına, “Baba deyip de bir müddet kucağına oturamazdım” der.
***
Kocaseyit namı, Seyit Ali Çabuk tam adı.
Çanakkale’de 276 kiloluk top mermisini tek başına sırtlayıp İngiliz zırhlısını vuran kahraman.
1889'da Balıkesir'in Havran ilçesine bağlı bir orman köyü olan Manastır köyünde doğan Seyit Ali, Yörük çocuğudur.
Mavi gözlü ve ufak tefektir.
Gariban Anadolu köylüsü.
Keçi güder arada kaçak odun kömürü yapar satar.
1909’da askere gider.
1912’de Balkan Savaşı’na katılır.
1914’te Birinci Dünya Savaşı başlayınca Çanakkale cephesinde topçu eri olarak bulundu.
18 Mart1915'te Müttefik donanması Çanakkale Boğazı'nı geçmek için saldırıya geçti. Bu sırada Seyit Ali, Rumeli Mecidiye Tabyası'nda görevlidir.
(Savaşın en kritik anlarından birinde Queen Elizabeth zırhlısından atılan bir top mermisi Mecidiye Tabyası'na isabet eder. Mecidiye Tabyası'nın pozisyonu çok kritiktir. Boğazdan geçen düşman savaş gemilerini vurmak üzere oradadır. Ve hedef alınan tabyada geriye sadece iki er ve tabya komutanı kalmıştır. Bu erlerden bir tanesi Seyit Ali Çabuk'tur.
Seyit, 276 kiloluk bir mermiyi, mataforası yani vinci bozuk olan topçu bataryasına tek başına sırtlayarak yerleştirmeyi başarır.
Ve Ocean gemisini dümen sisteminden vurmayı başarır. Ocean daha sonra sürüklenir ve Nusrat’ın döşediği mayınlardan birine çarparak batar.
Bu başarısından ötürü onbaşı rütbesine yükseltilmiş bir de ödül olarak çift tayın verilmiş.
O da bir hafta sonra kursağından geçmeyince istememiş.
Seyit Ali, 1909'da gittiği askerden, 1918'de onbaşı olarak döner.
1915’teki zaferden sonra 3 yıl daha Çanakkale’de askerliğe devam eder.
1918’de terhis olur.
BİR TEK ATATÜRK HATIRLAR
Kocaseyit, harpten döndükten sonra burada köyünde kimseye savaş ile ilgili bir şey anlatmaz. 9 yılda yaşadıklarını kendine saklar. Kolay değil, yaşanan olaylar, büyük travmalar yaratmıştır muhtemelen. 1929’da Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bir açılış için Havran'a gelir. Açılıştan sonra Havran Nahiye Müdürü’ne der ki, “Burada bir Seyit Onbaşı olacaktı onu görmem lazım.”
Ancak Havran Nahiye Müdürü, Seyit Onbaşı’nın hangi köyde olduğunu bilmez. “Buluruz tabii Paşam” deyip, Edremit askerlik şubesinden Seyit’i sordurur.
Manastır köyünde bulunur.
Şubeden 2 jandarma görevlendirilip salınır. Sabah çıkan jandarmalar akşamüstü köye gelir. Kocaseyit, dağa kömüre gitmiştir.
Jandarmalar evinin önünde akşama dek bekler.Akşam geç saatte evine gelen Seyit, jandarmayı görünce, kaçak kömür için geldiklerini sanır. Ama bozuntuya vermez. Askerlere “suçum ne ki” diye sorar.
“Hayır, suçun yok biz seni bekliyoruz. Seni Paşa çağırıyor.” Seyit, sevinir.
Gece yarısı vardıklarında nahiye müdürü, Seyit’i perişan vaziyette görünce, önce onu bir güzel yıkatır, berberde saç sakal traşı yaptırır. Sabah da elbisesini verir.
Atatürk’ün yanına çıktığında, biraz sohbetten sonra Paşa ‘ne istersen, iste sen büyük kahramanlık yaptın’ der. Maaş bağlatılmasını teklif eder.
Seyit Ali, “Hayır paşam" demiş, "biz görevimizi yaptık maaş için değil” der. Tek bir isteği olur Atatürk’ten, “Ben dağda kaçak odunla kömür imal ediyorum. Havran ve Edremit'te gece kaçak satıyorum. Senin emrinle o dağdaki ormancılar baltamı almasa. Rahat çalışsam, maaş da istemem”
Atatürk, nahiye müdürüne talimat verir, Seyit’e dokunulmasın diye.
Ancak iki yıl sonra yeni gelen nahiye müdürü bu emri uygulamaz, Seyit’e pek rahat verilmez.
Seyit Ali Onbaşı, bir süre daha dağda odun kömürü yapar.Yaşlanmaya başlayınca zorlanır, Havran’da bir fabrikada hamallığa başlar.
Seyit Ali Çabuk, 1939'da 50 yaşındayken, zatürreye yakalanır ve yaşamını yitirir.
Köyündeki mezara gömülür.
Kocaseyit'in köyü, hala yoksul...
Yüze yakın torununun yaşadığı Kocaseyit Köyü (köyün adı sonradan Çamlık, 1990’da da Kocaseyit olmuştur), büyük oranda elektriksiz ve susuz.

Kocaseyit’in öyküsü, bir yerde Türkiye’nin tüm kahramanlarının öyküsüdür.

Çevrimdışı Gülirem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 5.123
  • 17.811
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 5.123
  • 17.811
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 22 Şub 2016 22:09:56
 Vietnam'da "Zaiyat" vermek istemeyen bir Amerikan generali "temizlik" harekâtında alması gereken bir köyü taş taş üstünde kalmayana kadar bombalatır.

 Özel birlikler köyü sarar ve tek tek evleri arayıp "temiz" raporunu verip, "alındı" listesine bir yenisini ekleyip tam köyden ayrılırken, arkalarından tek bir el ateş edilir.

 Yine inanılmaz bir bombardıman başlar. Mantar gibi yükselen alev topları, makinalıların sinir bozucu sesi ve arkasından korkunç bir ölüm sessizliği.

 Yine özel timler her bir deliği ararlar ve döküntülerin arasında bir deri bir kemik Vietnamlı bir çocuğu elinde bir tüfekle bulurlar. Çocuğu doğrudan generalin önüne getirirler.

 General çocuğu görünce çok etkilenir. Kimseleri görmeden bombalar yağdırmaya benzemez karşılıklı ilişki. Generalin sağ gözü takmadır. Üstelik de hayli belirgin bir protez.

 Çocuğa dönüp:

 - Bak sana bir şans vereceğim. Hangi gözümün gerçek olduğunu bil, seni kurşuna dizilmekten kurtarayım.

 Çocuk bir an generalin yüzüne bakar ve

 - Sağ gözün gerçek !

 General şaşırır.

 - Nasıl olur, sağ gözüm takma, niye böyle dedin ki ?

 Çocuk:

 - O daha insanca bakıyordu, der.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.328
  • 223.721
  • 28.328
  • 223.721
# 22 Şub 2016 22:57:41
Bir akbaba çaylağa;
'' Uzakları görmede benden üstün hiçbir kuş yoktur!'' dedi..
Çaylak kendisine şöyle cevap verdi;
'' Bunu söylemek yetmez, ispat etmen gerekir.Gel bakalım,
Şu ovanın içinde ne görüyorsun söyle!''
Akbaba bir günlük yol tutan bir yükseklikten aşağıya bakarak çaylağa;
'' Ovanın ortasında taa şu noktada, bir buğday tanesi görüyorum..'' dedi..
Çaylak;
'' Hadi inip bakalım..'' dedi...
Aşağıya doğru hızla süzülmeye başladılar,
Akbaba hemen tanenin yanına indi,
Lakin ayağına bir tuzağın ipi düğümleniverdi...
Akbabanın tuzağa yakalandığını gören çaylak dedi ki;
'' Sen düşmanın tuzağını göremedikten sonra,
Uzağı görmüşsün ne fayda..!!''
Kıyısı görünmeyen bir suda, yüzücünün gururu işe yaramaz.
Sa’dî Şirâzi, Bostan

Çevrimdışı sınıfçı20

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 23 Şub 2016 00:17:27
Çoban Ve Aşkı

Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini:
- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki “sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine” dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim…
İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.
- Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.
İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyar, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.
Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:
- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih, kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?
- Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir.
İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tesbih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihi aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah…
Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:
- Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah’a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah…”
Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam, karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardına anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı… Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar.
Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.
Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah…
Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri.
Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:
- Hünkârım, gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.
Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:
- Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden… Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar.
Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tesbihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle;
- Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik.
Yavaşça başını çevirdi aşık, sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar… Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.
- Efendim, diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz…
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavuşacak, murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:
Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum.
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:
- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?
Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:
- A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim…

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.462
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.462
  • Müdür Yardımcısı
# 23 Şub 2016 00:21:08

   
Hastalıkta şifa vardır
Anadolu Velilerinden Narlı Dede’nin "rahmetullahi aleyh" huzuruna, bir gün sevdiklerinden biri geldi.

Ancak fena halde hastaydı adamcağız.
Güçlükle duruyordu ayakta.

Büyük Veli onu böyle görünce sordu:
- Hastasınız galiba.
- Evet hocam, biraz rahatsızım.

- Hastalıkta şifa vardır, buyurdu.

Ve açıkladı:
- Bak kardeşim, hasta olan insanın kalbi kırık olur. Hasta olduğu için günah işlemek içinden gelmez. Hatta o gücü bulamaz kendisinde. Dünya zevklerinden el çeker. Hem sonra hastalık, insana ölümü hatırlatır. Tövbe eder günahlarına, buyurdu.

Ve ekledi:
- İşte bütün bunlar, kalbin şifasıdır. Kalb, ölümü ve ahireti düşündükçe zindeleşir. Günah işledikçe de hasta olur. Şimdi anladın mı hikmetini?

- Evet efendim, çok iyi anladım. Hastalıkta şifa vardır.

Kul hakkı çok çetindir

Bir gün de bir genç geldi ve;
- Efendim, bana “Kul hakkı”ndan bahseder misiniz, diye ricada bulundu.

Mübarek zat;
- Evladım, kul hakkı çok çetindir, ondan çok sakın! buyurdu.

Genç sordu:
- Kul hakkı neden zordur efendim?
- Çünkü Allah affetmiyor kul hakkını.

- Peki ne yapmak lazım efendim?
- Helalaşmak lazım. Dünyada iken helallaşmaktan başka çaresi yoktur.

Sordu yine:
- En mühim kul hakları hangileridir hocam?
- Üç kimsenin hakkına riayet et evladım. Anne-baba, üstad ve işveren.

- En mühimi hangisi efendim?

- Hoca hakkı başta gelir evladım. Çünkü insana hem dünya hem de ahiret saadetini kazandıran, hocasıdır.

Ve ilave etti:
- İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olamaz.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.328
  • 223.721
  • 28.328
  • 223.721
# 23 Şub 2016 14:50:44
PAYLAŞILMAYAN BEBEK.
İki kadın bir çocuk üzerinde kavga etmişler çözülemeyen bu olay akıllı bir padişaha danışılmış . ''Padişah, kadınları ve çocuğu alın gelin'' demiş.
Kadınlara tek tek sormuş 1 yaşında olan henüz konuşamayan kız çocuğu için her ikisi de bebek benim iddasında bulununca padişah '' Pekala demiş bunu ben ikinize de vereceğim bana bir kılıç verin bebeği ikiye kesip her bir parçasını bir kadına vereceğim'' Bunu duyan kadınlardan biri '' Aman yapmayın bebek onun olsun ben vazgeçtim'' demiş. Bunu duyan padişah bebeğin gerçek annesinin vazgeçen olduğunu anlayarak bebeği ona teslim etmiş. Mirza TAZEGÜL
TUTKU (Mesneviden bir Hikaye)
Vaktiyle ülkenin yönetimini üstlenmiş olan Hükümdar, yanında has adamları olduğu halde ava çıkmıştı. Seyisin seçtiği en çevik ve en güzel ata binmiş, yanına burnu her türlü kokuya duyarlı av köpekleri almış, av mevsiminde ormanda av kolluyordu. Bir orman köyünden geçerken çok güzel bir kız gördü, hükümdar gönlünü bu kıza kaptırdı.
Adamlarına: ’’Kabul ederse derhal bizimle gelsin’’ diye emretti.
Kız babasının da rızasını alarak Hükümdarın heyetine katıldı. Av bitince saraya döndüler. Hükümdar kızı eş edindi ve tutkuyla bağlandı kıza. İnsan bu hep aynı kararda durmuyordu. Bir müddet sonra kız hastalandı, şiddetli bir ateşle yataklara düştü. Ülkede ne kadar ün yapmış doktor varsa çağrıldı.
Hükümdar: ‘’ Benim sağlığım önemli değil, şimdi sizi canımın canı için çağırdım. O hasta. Her kim onun iyileşmesini sağlarsa, hazinemin kapısı ona sonuna kadar açılacaktır ’’dedi.
Hekimler aralarında bir heyet seçerek derhal işe koyuldular. Hastayı defalarca muayene ettiler. Doğru teşhis koyabilmek için çabaladılar. Hekimbaşı, merak içinde bekleyen hükümdara: Sultanım siz merak etmeyin onu tedavi edeceğiz elimizde çeşitli ilaçlar var.’’ Dedi.
Aradan günler geçti, kız bir türlü iyileşmedi, günden güne eriyip gitti, sararıp soldu. Hükümdar doktorların çaresizliğini görünce, iki rekat namaz kılarak duada bulundu, donra uyuya kaldı.
Hükümdarın düşüne ak saçlı bir ihtiyar girdi rüyasında ona dedi ki ‘’Müjdeler olsun ey hükümdar! Dileğin kabul edildi. Yarın sarayına biri gelecek, onu hemen kabul et ve hastanı göster.’’
Hükümdar sevinçle uyandı. Sabahı pencereden gözledi. Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte biri çıktı geldi. Adam kadını muayene etti. ‘’Hükümdarım hekimleriniz doğru tedavi uygulamamış şimdi ben yalnız görüşmek istiyorum hastayla ‘’dedi.
Oda boşalınca adam kadını muayene etti. Memleketini, hayatını, ailesini sordu. Bütün sırlarını öğrendi. Hekim kızla konuşurken kolundan nabzını tuttu. Sohbet esnasında hangi isim söylenirken nabzının yükseleceğine baktı. O isim üzerinde durarak daha ayrıntılı bilgiler sordu kıza. Kadın Samarkent ve altında söz edince nabzı olağanüstü yükseliyordu.
Hekim hükümdara giderek senin hasta Semaerkent li bir kuyumcuya aşık’’ dedi.’’ Buna gönül hastalığı denir. Sevgilisine kavuşmazsa kesin ölür, artık sen bilirsin.’’ Diyerek sözünü bitirdi.
Hükümdar gönül hastalığının önü alınmazsa ölümcül olabileceğinin farkındaydı. Derhal adamlarına emir verdi kızı alıp Semarkante götürüp kuyucuyla evlendirmelerini söyledi.(Mevleviden)
Sevgi bazen kendi cananından geçmektir sevdiğinin canı için.

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 23 Şub 2016 21:04:07
Deli Şerif akıllı divanelerden...
Hem deli olduğunu bilir, hem de ne yüzden delirdiğini. Bu iki noktayı da, bazı delilerde görüldüğü gibi, takat getirilmez bir mantık gücüyle izah eder.
Suları berrak deniz gibi, yosunlu gözlerini yüzünüze dikerken hemen yere düşürür ve mırıldanır:
- Beni kader meselesi deli etti!
Köyün biraz ilerisindeki yamaçta hiçbir işe yaramaz, taş ocağı gibi mağramsı bir yer vardır. O, buraya çekilir ve saatlerce, günlerce, kalır. Diz kapaklarından aşağıya ve göbeğinden yukarıya yarı çıplak haliyle, taş gibi donmuş, bu kovukta bekler. Ne yapar, ne düşünür, ne yer, ne içer, kimse bilmez. Konuşmasıyla beraber yiyeceğini ve giyeceğini onun kadar "asgari"ye indirmiş bir insan, bu dünyada var mıdır, yine bilinmez.
Kendi haline bırakılmış olmasından başka bir şuur ve dikkât belirtmeyen kıvırcık bir sakal, suları berrak deniz dibi, yosunlu gözler, dudaklarında kendisinden başka kimseye karşı olmayan zehirli bir istihza çizgisi...
Deli Şerif, renkte ve çizgide bundan ibarettir.
Arada bir, köyün biricik kahvehanesinde, köy mescidinin avlusunda, köy mezarlığında göründüğü olur, kahvehanede önüne sürdükleri çayı dakikalarca karıştırır, sanki çayın rengini eritmek ister, sonra yudum yudum bir saatte içer. Mescidin avlusunda çeşmeden aldığı abdest, sırayla 10 kişiyi savacak kadar yavaştır. Mezarlıkta, bir taşın karşısında, dokunaklı bir vaaz dinleyen bir mü'min gibi hareketsizdir. O hangi İşde olursa olsun besbellidir ki, bir şey düşünmekte, hep onu düşünmekte, derinliğine bir fikre batmış ve ondan bir daha çıkamayacak hale gelmiş bulunmakta...
Ona ait bilgileri, ne köy kahvehanesinin sahibi, sert ve asabi babasından, ne hayâl-i fener gibi kendisini oda oda sürükleyen annesinden, ne de başka bir kimseden alabilmek mümkün...
Bereket ki, köy öğretmeni beyin cebindeki not defteri Deli Şerife ait kayıtlarla dolu...
Deli Şerifin aziz dostu Öğretmen Bey, sevdiği muharririn hikmetlerini ve hususî hayatını kaydeden saffetli bir okuyucu gibi defterini deli Şerife bağlamıştır.
Defterin küçük yapraklarını çevirelim:.
"- Bu fikirleri nasıl kovayım? Gölgenin üstüne toprak atmakla onu kapatabilir misin? Son attığın toprağın üstüne çıkmaz mı gölge?"
Bir başka yaprak:
"- Deli Şerif, köyün ilkokulunu bitirdikten sonra İstanbul'a gitmiş... Orada bir hastahaneye girmiş, bir taraftan da sağlık memuru olmak için kurs görmüş ve staj yapmış...
Bu hastahanede kan kanserinden yatan bir kızı sevmiş...
Sık sık kan verilen bu kıza, kendi kanını, birkaç hafta içinde yarısından fazlasıyla aktarmış...
Hastanın yatağı başında sabaha kadar geçen günler...
Kız ölmüş...
Ölürken ona söylediği bir söz: Kader böyleymiş!...
O da, köyüne, babasının yanına dönmüş...
Tez zamanda şehirli kılık ve edasından bugünkü haline giren Deli Şerif...
Kahvehanenin arkasındaki merdiven altında yatıyor, sert ve asabi babasının evine giremiyor, perişan oğlunu eve almadığı için ağlaya ağlaya kuruyan ve hayâl-i fenere dönen annesinden uzak yaşıyor, gündüzlerini taş ocağında geçiriyor.
Ben bu köye öğretmen geldim geleli Deli Şerifi tanımakla ayrı bir dünyaya girmiş gibiyim. Kafası en girift büyük şehir insanında bile ondaki ince anlayışı bulabileceğimi sanmıyorum."
Öğretmen Beyle Deli Şerif, taş ocağında karşı karşıyalar...
- Merhaba, Şerif!
- Merhaba Öğretmen Bey!
- Sen bu taş ocağına kaderden kaçmak için mi kapanıyorsun?
- Kaderimde olduğu için...
- İnsan hiç kaderini, trenin üstünde gittiği yol gibi görebilir mi?
- Göremedikleri İçin rahat ya, insanlar...
- Sen, gördüğün için mi rahatsızsın?
- Benim rahatsızlığım, hem tren gibi bir çift ray üzerinde gittiğimi bilmek, hem de hiçbir şey görememek...
Öğretmen Bey cebinden not defterini çıkarıp bir-şeyler kaydetti, sonra başını kaldırdı, bir heykelden farksız Şerife baktı:
- Din bu meseleyi en güzel çözümüyle bildirmiştir: Kader, Allah'ın, senin ne yapacağını bilmesinden ibaret...
Deli Şerif kıpırdadı:
- Benim ne yapacağımı bilmesi mi? Bilir elbette...
Allah, yapılmasını irade ettiği şeyi bilmez mi?
- Hişt Şerif, yine sınırı aşıyorsun!...
Onun, seni irade sahibi yarattığını unutuyorsun!...
- Kaç para eder benim İradem onunkinin yanında...
O diletmeden ben nasıl dileyebilirim?
O yaptırmadan ben ne yapabilirim ki?...
Haddime mi düşmüş?...
Öğretmen Bey, sesindeki acılığı tatlılaştırmaya çalışarak karşılık verdi:
- Şerif, sen gayet dindar bir insansın! Herkesin sana deli demesine de aldırmıyorsun! Aksine çok akıllısın! Allah'ın rahmetini herkesten daha derin anlıyorsun! Güzel ama, bu görüş, seni, Allah'ı tenzihten alıkoyacak kadar ileriye gidiyor. Allahı yüceltir ve kendini küçültürken ölçüyü kaçırıyorsun! Nefsini sorumluluktan dışarıya çıkarıyorsun! Düzelt bu tarafını, Şerif!
Şerif, suları berrak deniz gibi, yosunlu gözleri karanlıklarda, tane tane heceledi:
- Biz yokuz! Olan o...
Bizim bir toz parçasını bile kıpırdatmaya gücümüz yok; kuvvet O'nda, yaptıran O...
Bunları söyleten de O...
Kaderi düşündüre düşündüre beni çıldırtan da O...
Olan O, Öğretmen Bey, biz yokuz!
- Şerif, yine bozdun teraziyi!
- Aklımı bozdum Öğretmen Bey!
- Şerif, bir şey yap, öyle bir şey yap ki, Allah'ın sana verdiği irade meydana çıksın!...
Şerifin dudağındaki zehirli istihza çizgisi aydınlandı:
- Ne yapayım, Öğretmen Bey, ne yapsam yapacak ben olmadıktan sonra?
- Sen artık mıhlanmışsın bir noktaya...
Hiç bir şey seni oradan sökemez. Davran, ayağa kalk, eski halini bul!...
Hayata çık!...
Kimse Allah'ın iradesini kurcalayamaz. Bunu düşünme!...
Allah'ın sana verdiği hayat nimetini kendine mal et ve yaşamaya bak!...
Şerif, parmağını Öğretmen Beyin dudaklarına doğru uzattı:
- Sen bu lâfları kendinden mi söylediğini sanıyorsun?
Düşünürken, konuşurken de kaderin içinde değil miyiz?
Öğretmen Bey, başı önünde, mağaramsı yerden çıkıp köye döndü.
O akşam, Şerifin merdiven altındaki hücresine yemek götüren annesi, orada kimsecikleri bulamadı. Ertesi gün, daha ertesi gün, Şerif yok...
Her ân:
- Geberse de kurtulsak...
Diyen baba, oğlunun taş ocağında da bulunmadığı haberine omuz silkeledi:
- Keşke hiç bulunmasa!... Günler geçti.
Öğretmen Bey, yaz tatilini geçirmek için geldiği İstanbul'da hastahane hastahane dolaşıyor. Şerifin vaktiyle bulunduğu hastahaneyi arıyor ve oradan bir ipucu bulacağını umuyor.
Buldu.
Bir doktor ona, Şerifin bulunduğu zaman ölen kan kanserine tutulmuş kız üzerinde bilgi verdi:
- Melek yüzlü kimsesiz bir kız...
Şeriften başka alâkalananı yoktu.
- Acaba nereye gömüldü?
- Sahipsiz ölüleri hükümet kaldırır. Kayıtlardan öğrenebiliriz.
Öğretmen Bey, sahipsiz Ölülerin yattığı mezarlıkta...
Kıza ait ne iz, ne işaret...
Birtakım künbetler arasından geçip bir servinin dibine çömeldi. Haliç'le gidip gelen teknecikler kaderlerinin yolunu çiziyor, şehir uzaktan uğulduyor, taşlarsa susmanın mahkûmiyetini haykırıyor.
Öğretmen Bey, kendisine deli Şeriften sıçrayan kader hikmetleri içinde beyninin kamaştığını duyarken, mezarlığa, ellerinde kazma kürekler, birkaç kişi geldi. İki toprak kabartısının yanındaki düzlüğü kazmaya başladılar.
Öğretmen Bey hep düşünüyor, kader cilvelerini düşünüyor. Haliç'te tekneler gidip geliyor ve yanı başında kazmalar işliyor.
Kazmacılardan biri bağırdı:
-Burada yeni bir ölü var!
Öbürü cevap verdi:
- Ört, ört! Başka yere bakalım!
- Allah, Allah!...
Sanki gülüyor, be!
Öğretmen Bey şöyle bir doğrulup baktı: Deli Şerif...
Suları berrak deniz dibi, yosunlu gözleri apaçık, dudaklarında hep o zehirli tebessüm, gülüyor!
Hiçbir şey söylemedi Öğretmen Bey...
Şerifin gülen yüzüne, suları berrak deniz dibi yosunlu gözlerine ve hafif açık dudaklarına toprak dökülürken, bir ân, kazmacılara:
- Durun!
Diye bağırdı ve sanki Şeriften, not defterine kaydedilmek üzere şu sözleri dinledi:
- Gördün mü, Öğretmen Bey; beni nerede ve nasıl bulacakmışsın?...
Hâlâ insan iradesinden bahsediyorsun!...
Kızın yanıbaşını nasıl buldum, buraya nasıl girdim, toprağı üzerime nasıl çekebildim, altında boğuluncaya kadar nasıl kalabildim, hiç merak etmeye değmez! Bunlar küçük hesaplar!...
Büyüğüne bakalım!...
Kader böyleymiş Öğretmen Bey!...
Necip Fazıl Kısakürek / Hikayelerim / 27 Ekim 1965

Çevrimdışı sınıfçı20

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 24 Şub 2016 00:41:24
Çölde yolculuk eden iki arkadaş hakkında bir hikaye anlatılır. Yolculuğun bir aşamasında iki arkadaş tartışırlar, biri ötekine bir tokat aşk eder. Tokadı yiyenin canı çok yanar; ama tek kelime etmez ve kum üzerine şu sözleri yazar:"BUGÜN EN İYİ ARKADAŞIM BANA BİR TOKAT ATTI." Yıkanabilecekleri bir vahaya rastlayana dek yürümeyi sürdürürler. Tokadı yiyen yıkanırken batağa saplanır, boğulmak üzereyken arkadaşı tarafından kurtarılır. Boğulmak üzere olan arkadaş tam selamete çıktıktan sonra bir kaya parçası üzerine şu sözleri kazır:"BUGÜN EN İYİ ARKADAŞIM BENİM HAYATIMI KURTARDI." Tokadı vuran ve sonra en iyi arkadaşının hayatını kurtaran kişi ona şöyle der: "Senin canını yaktı ımda bunu kum üzerine yazdın; ama şimdi kayaya kazıyorsun, neden?" Öbür arkadaş ona şöyle cevap verir. "Biri bizi incittiğinde bunu kum üzerine yazmalıyız ki bağışlama rüzgarı estiğinde onu silebilsin. Ama biri bize iyi bir şey yaparsa onu kayaya kazımalı ki onu hiçbir rüzgar yok etmesin. İNCİNMELERİNİZİ KUMA, GÖRDÜĞÜNÜZ İYİLİKLERİ KAYALARA KAZIMAYI ÖĞRENİN.
Denilir ki: "Özel birini bulmak bir dakikanızı alır, onu değerlendirmeniz bir saat içinde olur, onu sevmek için bir gün yeter; ama sonra onu unutabilmek için bir ömrün geçmesi gerekir."

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.328
  • 223.721
  • 28.328
  • 223.721
# 24 Şub 2016 06:58:18
Bayezid-i Bistami (k.s) Hazretleri ve Rahip
Bayezid-i Bistami kırk beş kere hacca gitmişti.
Bir gün Arafat Tepesinde oturuyordu.
Nefsi ona; "Bâyezîd! Senin bir benzerin var mıdır? Kırk beş defâ haccettin ve binlerce defâ hatmetme bahtiyarlığına eriştin." diye fısıldadı. Bu ses onu üzdü.
Derhâl toparlandı ve oradaki mahşerî kalabalığa;
-Kim benim kırk beş defâ yapmış olduğum haccı bir ekmeğe satın alır? diye sordu.
Bir adam başını kaldırıp;
-Ben alırım, dedi ve ekmeği uzattı.
Bayezid-i Bistami aldığı ekmeği orada bulunan bir köpeğin önüne attı. Sonra işini bitirip, yol hazırlığı yaparak, Rum diyârına doğru yola çıktı.
Günlerce gittikten sonra bir râhip ile karşılaştı.
Râhib, Bayezid-i Bistami'nin elini tutup, evine misâfir götürdü.
Evinde ona bir oda verdi.
Bayezid-i Bistami kendisine ayrılan bu odada ibâdete başladı ve kalbini Allahü teâlâya çevirdi. Râhip her gün onun yiyeceğini sabah akşam getirip önüne koyardı.
Bu hal bir ay devâm etti. Bayezid-i Bistami daha sonra nefsine dönerek;
-Ey nefis! Seni kırmak istiyorum, fakat Sen o kadar kötüsün ki kırılmıyorsun, dediği sırada râhip içeri girdi ve;
-İsmin nedir?" diye sordu.
O da;
-Bâyezîd! cevâbını verdi.
Râhip;
-Ne güzel adamsın.
Keşke Mesîh'in kulu olmuş olsaydın!" deyince, bu sözler Bayezid-i Bistami'ye ağır geldi ve evi terketmek isterken râhip;
-Bizim burada kırk günü tamamla, öyle git.
Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni çok arzu ediyorum.
Aynı zamanda çok değerli bir vâizimiz, sâdece bu günlerde bir defâ konuşur.
Onu dinlemeni istiyorum,deyince, bu teklifi kabûl ederek, kırk gün kalmaya râzı oldu.
Kırkıncı gün geldiğinde râhib odaya girerek;
-Buyurun dışarı çıkalım, bayram günümüz geldi, dedi.
Bayezid-i Bistami dışarı çıkmak için hazırlandı. Fakat râhib ona;
-Siz bu kıyâfetle nasıl bin kadar râhibin arasına gireceksiniz?
Bu yüzden üzerindeki elbiseyi çıkarıp, şu râhip elbiselerini giy ve boynuna İncil'i as! dedi.
Bu teklif ona çok ağır gelmesine rağmen, bunda da bir hikmet vardır diyerek râhibin getirdiği giysileri giydi. Râhiplerin arasına katıldı.
Hiç kimsenin dikkatini çekmedi.
Biraz ilerledikten sonra râhiplerin en büyüğü geldi.
Fakat konuşmuyordu.
Niçin konuşmadığı sorulduğunda;
-Nasıl konuşabilirim, aranızda bir Muhammedî var! diye cevap verdi.
Halk ve râhipler galeyâna gelerek;
-Onu göster parçalayalım." diye bağrıştılar.
Başrâhip;
- Hayır, yemin ederim ki söylemem, ancak ona dokunmayacağınıza söz verirseniz, onu size tanıtabilirim, dedi.
Bunun üzerine râhipler ve halk, Muhammedî olan zâta dokunmayacaklarına dâir yemin ettiler.
Başrâhip;
-Allah için ey Muhammedî! Ayağa kalk ve kendini göster, diye seslenince, Bayezid-i Bistami ayağa kalktı.
Baş râhip;
-Adın ne? diye sordu.
-Bâyezîd! cevâbını verdi.
-Tahsil gördün mü? diye sorunca;
-Rabbim öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum, dedi.
Bunun üzerine râhip;
-O hâlde bana şu hususları cevaplandır:
İkincisi olmayan biri,
üçüncüsü olmayan ikiyi,
Dördüncüsü olmayan üçü,
Beşincisi olmayan dördü,
Altıncısı olmayan beşi,
Yedincisi olmayan altıyı,
Sekizincisi olmayan yediyi,
Dokuzuncusu olmayan sekizi,
Onuncusu olmayan dokuzu,
On birincisi olmayan onu,
on ikincisi olmayan on biri,
On üçüncüsü olmayan on ikiyi söyle bunlar nelerdir?

Bayezid-i Bistami baş râhibe;
-Beni iyi dinle!

İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı, dengi ve benzeri olmayan
Allahü teâlâdır.

Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür.

Dördüncüsü olmayan üç, üç talâktır (boşamadır).

Beşincisi olmayan dört; Tevrat, Zebûr, İncîl ve Kur'ân-ı kerîmdir.

Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır.

Yedincisi olmayan altı göklerin ve yerin yaratıldığı altı gündür.

Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat göktür.

Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyâmet günü Arş'ı taşıyacak sekiz melektir.

Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz ay hâmilelik müddetidir.

On birincisi olmayan on, Mûsâ aleyhisselâmın Şuâyb peygambere on yıl çobanlık etmesidir.

On ikincisi olmayan on bir, Yûsuf peygamberin on bir kardeşidir.

On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır." dedi.
Râhip tebessüm ederek;

-Doğru söyledin.
Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhâfaza olundu ve kim hava ile helâk edildi? bunlardan haber ver, dedi.

Bayezid-i Bistami;
- Îsâ peygamber havadan yaratıldı, havada muhâfaza edildi.
Âd kavmi hava ile helâk edildi, diye cevap verdi.
Râhip;
- Doğru söyledin.
Kim ateşten yaratıldı, kim ateşten korundu ve kim ateş ile helâk oldu?" diye sordu.

O da;
-İblîs ateşten yaratıldı.
İbrâhim aleyhisselâm ateşten korundu.
Ebû Cehil ateş ile helâk oldu, dedi.

Râhip tekrâr;
-Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helâk oldu? dedi.

Bayezid-i Bistami;
-Sâlih peygamberin devesi taştan yaratıldı. Eshâb-ı Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe ve ordusu taş ile helâk edildi, cevâbını verdi.

Râhip;
- Doğru söyledin.
Âlimler,
Cennet'te dört nehir vardır, biri baldan, biri sütten, biri sudan, biri de şaraptandır.
Ayrı ayrı olan bu dört nehir aynı kaynaktan akıyormuş, diyorlar.
Bunun dünyâda bir örneği var mıdır? diye sordu.

-Evet vardır.
İnsanın başından dört nehir akar. Kulak yağı acıdır.
Göz yağı tuzludur.
Burun suyu ayrı bir tad taşır.
Ağızdan gelen su tatlıdır, cevâbını verdi.

Râhip yine;
-Doğru söyledin.
Cennet ehli yer içer fakat abdest bozmaz, su dökmez. Bunun dünyâda bir benzeri var mıdır? diye sorunca;
Evet vardır. Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dışkısı yoktur, cevâbını verdi.
Râhip;
- Doğru söyledin.
Cennet'te Tûbâ ağacı vardır.
Cennet'te hiç bir saray, hiç bir köşk yoktur ki, bu ağacın dalına dokunmasın.
Bunun dünyâda bir örneği var mıdır?" diye sordu.

-Evet vardır.
Güneş sabahleyin doğunca böyle değil midir? cevâbını verdi.
Râhip;
-Doğru söyledin.

Şimdi şunları cevaplandır:

Bir ağaç vardır, on iki dalı bulunmakta, her dalında otuz yaprak ve her yaprakta beş çiçek yer almakta, bunlardan ikisi güneşe, üçü karanlığa bakmaktadır.

Bu ağaç nedir?" deyince:
-Ağaç bir yılı temsil eder.
On iki dalı, on iki ay, her daldaki otuz yaprak, günleri, her yapraktaki beş çiçek de, beş vakit namazı temsil eder, cevâbını verdi.

Son olarak râhip şöyle sordu:
-Bana şu kimseden haber ver.
Hacca gitmiş, tavâf yapmış ve o makâmlarda bulunmuştur.
Fakat onun ne rûhu vardır ne de hac kendisine vâcibdir?"

Bayezid-i Bistami;
-Nûh peygamberin gemisidir." dedikten sonra, râhibe;
"Ey râhip! Birçok sorular sordun.
Biz onları cevaplandırmaya çalıştık.
Müsâde ederseniz benim de sorularım var.
Fakat ben bir sorudan başka sormayacağım.
O da şudur:
Cennet'in anahtarı nerededir?
Cennet kapılarının üzerinde ne yazılıdır?
Râhip sustu ve cevap vermekten kaçındı.
Diğer râhipler bu duruma bozuldular ve;
-Ey büyüğümüz mağlup mu oluyorsun? dediler.
O da;
-Hayır mağlûb olmak istemiyorum, deyince;
-Peki öyleyse niçin cevap vermiyorsun, dediklerinde;
-Şâyet cevap verirsem benim cevabıma katılır mısınız? dedi.
Bunun üzerine hepsi birden söz verdiler.
Râhip;
-Dinleyin, şimdi cevap veriyorum.
Cennet'in anahtarı ve kapılarının üzerinde yazılı olan ibâre;

Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resûlullahdır." deyip müslüman oldu.

Diğer râhipler de hep bir ağızdan
Kelime-i şehâdeti getirip müslüman oldular.
Bayezid-i Bistami de onların yanında bir süre kalıp İslâmiyeti öğretti.
Böylece onun buraya gitmesinin hikmeti anlaşıldı.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.328
  • 223.721
  • 28.328
  • 223.721
# 24 Şub 2016 22:26:43
Aracı park halindeyken yanından geçen Polis panzerinin sürtmesi sonucu hasar meydana gelen araca Polisler telefon numarası bırakarak, araması halinde hasarın karşılanacağını belirten bir not bırakır.
Araç sahibi Özkan Tuzlar ise telefon numarasını arayarak, "Seninde Devletimin de canı sağ olsun.Asıl siz hakkınızı helal edin, siz bizim için şehit oluyorsunuz, T.C Varolsun" der...
İşte o Paylaşım;

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı sınıfçı20

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 25 Şub 2016 22:13:15
Abdülkadir Geylani Hazretlerine birisi bir köle hediye ediyor, diyor ki: “Bu köleyi alın, zatınıza hizmetçi olsun.” Abdülkadir Geylani Hazretleri köleyi alıyor, evine getiriyor:
”Evladım, bak,” diyor ” Şu odalar yatma yeridir, şu elbiseler de giyilebilir. Yemek istiyorsan işte şu yemekler var.”
Ondan sonra soruyor: “Şimdi gördün bunları, nerede yatmak istersin?”

Kölenin cevabı: “Nereyi münasip görürseniz.”
-”Peki hangi elbiseyi giymek istersin?”
-”Hangisini uygun görürseniz.”
-”Hangi yemeği seversin?”
-”Hangisini verirseniz…”

Köle böyle cevaplar verince, Abdülkadir Geylani Hazretleri gözyaşı dökmeye başlıyor. Köle bu sefer tereddüt ediyor, üzülüyor, acaba hatalı bir cevap mı verdim diye. Geylani Hazretlerinin gözyaşları sürekli akınca köle yaklaşıyor: “Efendi Hazretleri, kusur ettiysem, özür dilerim, hata mı ettim acaba?”

“Yok evladım yok, hata etmedin, tam isabet ettin” diyor.
“Niye ağlıyorsunuz öyleyse?” deyince:
“Söylediklerini dinledim de ondan.”
“Ben yanlış bir şey mi söyledim?”

“Yok, doğru söyledin. Keşke senin bana bu yaptığın itaat gibi, ben de Rabbime böyle bir itaatte, kullukta bulunsam da ömrümde bir defa olsun, Ya Rabbi, Senden hiçbir şey istemiyorum.. Nereyi uygun bulursan o evde yatarım, hangi elbiseyi münasip görürsen onu giyerim, hangi rızkı verirsen onu yerim. Başka bir talebim yok Senden, diyebilseydim. Onun için ağlıyorum” diyor… !

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.328
  • 223.721
  • 28.328
  • 223.721
# 25 Şub 2016 22:47:20
İbn-i Abbas r.a. anlatıyor:
Bir gün ben Rasulallah'ın ardındaydım, yürüyorduk. Bana döndü ve:
"Ey ALLAH'ın kulu, ALLAH'a iyi sarıl, onu bırakma. Bu gayreti içinde saklarsan
ALLAH cc da seni esirger. Bu duyguyu taşıdığın müddet
ALLAH'ı kendine yakın bulursun. Bir şey isteyecek olursan, ondan iste. Yazılan yazılmış ve kalem kurumuştur. Olacak şeyler de olur. Bütün insanlar bir araya gelse, ilâhi bir hüküm yoksa, sana fayda sağlayamazlar. Ve eğer kaderinde yazılı değilse, bütün insanlar sana zarar vermeğe gelseler yapamazlar. Eğer kendinde kuvvet görüyorsan, iyilik yap ve doğru çalış. Kötülüğe meylin varsa sabırlı olmağa çalış. Yapmamaya gayret et.
Hayrın çoğu sabırdadır. Şunu da bil ki, yardım sabırlılara olur. Darda kalmışlar genişliğe çıkarlar. Her sıkıntının sonunda bir ferahlık vardır."
İşte, her mümine lazım olan odur ki:
Bu Hadis-i Şerif'i kalbinde bir ayna gibi saklaya, işini gücünü buna göre ayarlıya ve böylece çalışa.
İşte son nefesine kadar böyle gide.
ALLAH’ın rahmet ve inayeti sayesinde dünya ve ahirette böylece güçlüklerden sâlim ola...
Abdülkadir Geylani, Futûhu'l-Gayb
(kaddesallâhü sırrahü'l-azîz)

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.328
  • 223.721
  • 28.328
  • 223.721
# 26 Şub 2016 15:54:21
Ömrümce üç şeyden ders aldım diyor Şiblî hazretleri:
Biri bir kadın...
Karşıma geldi, saçı başı darmadağın, sevdiği adam onu terk etmiş , bana onu bul diye yalvarıyor.
“Kadın önce kendine gel, edebe gel, saçını başını topla, kıyafetini düzelt, öyle gel” deyince;
“Ya Şiblî! Ben bir adamın aşkıyla bu haldeyim,
Sana Allah sevgilisi diyorlar, nasıl saçımı başımı gördün?”...
Bundan ders aldım....
İkincisi bir çocuk...
Bir mum yaktım, nereden geldi bu ışık, dedim.
Püf! dedi söndürdü mumu ve
“Nereye gittiyse, oradan geldi amca” dedi.
Anladım ki, benden daha üstündü o...
Üçüncüsü bir sarhoştu...
Yapma oğlum!
Bak hem günah, hem mahvolacaksın yerlerde,çamurlanacaksın , Batacak üstün başın deyince,
“Boş versene ya Şiblî, dedi..
Beni bir kova su temizler ama sen kusur gördün,

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK