İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı kurthan

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 10.655
  • 72.847
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 10.655
  • 72.847
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 13 May 2016 16:07:46
Bir grup filozof, Mevlana Celaleddin Rumi’ye gelerek birkaç sual sormak istediklerini bildirdiler. Niyetleri, bir şeyler öğrenmek değil, Müslümanları dinleri hakkında şüpheye ve fitneye düşürmekti. Mevlana, adamların halini hiç beğenmedi, onları üstadı Şems-i Tebrizi’ye gönderdi. Bunun üzerine gruptakiler onun yanına gitti.

Şems-i Tebrizi mescitte talebelere ders veriyordu. Konu teyemmüm abdestiydi; talebelere bir kerpiçle teyemmüm abdestinin nasıl alınacağını gösteriyordu. Gelen grup üç sual sormak istediğini belirtti.

Şems-i Tebrizi, “Sorun” dedi. Adamlar içlerinden birini sözcü seçtiler.

Adam ilk olarak şunu sordu: “Siz Müslümanlar Allah var dersiniz, ama Allah’ı göstermezsiniz; varsa gösterin, görelim ki inanalım, görmediğimiz bir şeyin varlığına neden hangi mantıkla inanalım ki?” dedi.

Şems-i Tebrizi, “Öbür sorunu da sor!” dedi.

Filozof, “Sizler şeytanın ateşten yaratıldığını söylüyor, sonra da onun ahirete cehenneme atılıp ateşle azap edileceğine inanıyorsunuz. Hiç ateş ateşe azap eder, acı verir mi?” diye sordu.

Şems-i Tebrizi, “Peki, diğer sorunu da sor!” dedi.

Filozof, “Sizler ‘Herkes dünyada yaptıklarının cezasını ahirette çekecek, orada mahkeme kurulacak, hesap sorulacak’ diyorsunuz. Bırakın insanları, nasıl isterlerse öyle özgür yaşasınlar, ne istiyorlarsa yapsınlar; mahkemeye ne gerek var?” dedi.

Adam sorularını tamamlamıştı. Şimdi bunların cevabını istiyordu. Kendine göre cevap verilmeyecek sorular sormuştu. Herkes Şems-i Tebrizi’ye bakıyordu. O ise gayet sakindi. Yerinden kalktı, filozofun yanına geldi ve elindeki kerpici adamın başına vurdu. Filozof “Vah başım” diyerek başına sarıldı. Şems-i Tebrizi çok şiddetli vurmamış olsa da adamın canı yanmış ve başı biraz şişmişti. Adam bir sağa bir sola baktı, bu kadar insana birkaç kişi ile yapacağı bir şey yoktu. Hemen dışarı çıktı, başını tutarak o bölgedeki Kadı’ya (Hakim’e) şikayete gitti. Şems-i Tebrizi’yi Kadı’ya şikâyet etti.

Kadı, “Bu nasıl olur” diyerek Şems-i Tebrizi’yi mahkemeye çağırttı. Durumu sordu. Şems-i

Tebrizi, “Ben ona kötülük etmedim, sadece sorduğu sorulara cevap verdim” dedi.

Kadı, “Bu nasıl cevap vermektir. Adam acı içinde kıvranıyor, senden şikâyetçidir, işin aslı nedir?” diye sordu.

Şems-i Tebrizi şöyle anlattı:

“Efendim, bu adam bana ‘Allah varsa göster, göreyim ki inanayım’ dedi. Ben de buna, ‘Olan her şey baş gözü ile gözükmez, işte misali’ dedim; başına darbe vurup acıttım. Şimdi bu felsefeci, başındaki acıyı göstersin de görelim. Eğer başında bir acı yoksa niçin beni şikâyete geldi? Varsa göstersin!” dedi.
 Filozof, şaşırarak, “Başımda acı var ama gösteremem” dedi. Şems-i Tebrizi de, ‘İşte bu acı gibi, Allah Teala da vardır, fakat kafa gözüyle görülmez, O ancak akılla bilinir, kalple tanınır, ruhla sevilir, ahirette nurla görülür” dedi.

Şems-i Tebrizi ikinci soruya verdiği yanıtı şöyle açıkladı:

“Bu adam, sizler ‘Şeytan ateşten yaratıldı, ahirette ateşe atılacak ve ateşle azap görecek’ diyorsunuz; ateş ateşe ne zarar verir ki?’ dedi. Ben de topraktan yaratılan bu insana topraktan yapılmış bir kerpiçle vurdum. Ona, ‘Bak toprak toprağa nasıl acı veriyor, biraz daha hızlı vursaydım öldürürdü, demek ki ateş ateşe azap eder demek istedim’ dedi.
Şems-i Tebrizi üçüncü sorunun cevabını şöyle açıkladı:

“Bu adam bana, ‘Bırakın insanları dünyada herkes istediğini yapsın, niçin ahirette mahkeme, hesap ve ceza var?’ dedi. Ben de onun başını vurmak istedim ve vurdum. O niçin hemen mahkemeye koştu? Ben ona şunu demek istedim:

“Bu dünya da herkes istediğini yaparsa âlemi zulüm kaplar. Kendisine zulüm yapılan çok insan var ki zayıftır, zalimden hakkını alamaz. Herkes mahkeme bulamaz. İşte Allah ahirette mahkeme kurup herkese yaptığının hesabını soracak, zalimden mazlumun hakkını alacak, gereken cezayı verecek ve adalet yerini bulacak” dedim.
 Felsefeci bu güzel cevaplar karşısında hayret etti, mahcup oldu söz söyleyemez hale düştü. Hâkime dönüp,

“Ben sorduğum soruların cevaplarını şimdi anladım” dedi.

Çevrimdışı harslan05

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 3.366
  • 69.106
  • 3.366
  • 69.106
# 13 May 2016 16:37:08
Hz. Ali bir akşam üzeri eşi Hz. Fatima’yı avluda ağlarken görür.
Yanına gider hemen koşarak yüzüne bakar.
- “Ey RESULULLAH’ın (s.a.v.) en güzel çiçeği ne ağlıyorsun?”
Hz Fatima biraz bekler ve şöyle der;
- “Ya Ali bugün hiç gülümsemeni görmeyince benden razı değilsin” sandım…

Çevrimdışı Gül Rengi

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.941
  • 47.505
  • 2.941
  • 47.505
# 13 May 2016 20:55:40
Bir gün bir aşık sevgilisinin kapısına gidip kapıyı çalınca sevgili içerden seslendi.

“Kapıyı kim çalıyor, kim o!”

Aşık cevap verdi:

“Ey yüce sevgili kapına gelen benim, ben zavallı sadık kölen.” dedi.

Sevgili kızarak bağırdı.

“Çekil git kapımdan sen daha olgunlaşmamışsın. Bu sofrada hamlara yer yok, bu ev küçük iki kişi sığmaz.” dedi.

Zavallı adam çaresiz oradan ayrıldı tam bir yıl o sevgilinin ayrılığıyla yanıp dolaştı kavrulup pişti. Bir sene sonra sevgilinin kapısına geldi kapıyı çaldı. Sevgili içerden seslendi.

“Kimdir o, kim kapımı çalıyor?”

Çaresiz aşık perişan bir halde cevap verdi:

“Ey cana can katan sevgili ey bir bakışıyla binlerce aşığı perişan eden, gönlümü alan sensin.” dedi.

Sevgili seslendi:

“Madem ki sen bensin ey ben gel içeriye, gönül evi dardır oraya iki kişi sığmaz.” dedi.
                                                               Mesnevi'den ...

Çevrimdışı sınıfçı20

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 13 May 2016 23:47:46
Zamanında yaman bir at hırsızı vardı. Bu adam geceleri at çalıp gündüzleri Pazar pazar dolaşıp bu atları satardı. Adam hırsızlık yaparken ne mübarek gün, ay tanır ne de çaldığı atların kimin olduğuna dikkat ederdi. Bir gün zamane mürşidinin ahırına girdi. Onun atını çalmak istedi. Tam bu sırada birilerinin ahıra girmekte olduğunu fark etti ve panikle at gübrelerinin arasına daldı.

Ahıra ev sahibi ile iki arkadaşı girdi. Adam bu esnada onlara görünmemek için gırtlağına kadar at gübresine batmıştı. Eğer yakalanırsa önemli bir şahsiyetin atını çalmaya cüret ettiği için herkese rezil olacaktı. Bildiği duaları etmeye yaptıklarından pişmanlık duyup tövbe istiğfar etmeye başladı. Kendi kendine bu durumdan kurtulursa bir daha günah işlemeyeceğine dair yeminler ediyordu.

Ev sahibi ve misafirleri konuşuyorlardı. Misafirler ev sahibine:

-Falanca evliya zat vefat etti. Yerine kimin geçmesi münasip olur, dediler.

Evin sahibi mürşit at gübrelerini göstererek. Onun yerine geçecek veli şu an gübre pisliklerine gömülmüş vaziyettedir, dedi.

Üçü at hırsızının yanına geldiler, onu at pisliklerinin arasından çıkardılar ve tebrik ettiler. At hırsızı duyduğu derin pişmanlık ve samimi tövbe neticesinde velayet makamına ulaşmıştı…

“Bazen işlenen günahın ardından öyle safi kalp ile pişmanlık duyulur ve tövbe edilir ki ömrünü ibadetle geçiren kimseler bile o tövbeye ulaşamaz”

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.304
  • 223.494
  • 28.304
  • 223.494
# 14 May 2016 08:19:41
Enes (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir:
“Rasûlullah (s.a.v.)’e on yıl hizmet ettim, bana asla üf bile demedi. Yaptığım bir şeyden dolayı bunu niçin yaptın? Demediği gibi yapmadığım bir iş içinde niçin bunu yapmadın? Buyurmadı.”
Rasûlullah (s.a.v.), İnsanların ahlakça en güzeli idi. Dokunduğum hiçbir kumaş parçası, ipek ve hiçbirşey Rasûlullah (s.a.v.)’in elinden yumuşak değildi. Rasûlullah (s.a.v.)’in ter kokusu tüm kokulardan ve miskten daha güzeldi.”
(Buhârî, Vesaya: 61; Müslim, Fezail: 69)

Çevrimdışı sınıfçı20

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 14 May 2016 13:21:44
Kıssadan hisse

Veysel Karani Hazretleri bazen sehere kadar secdede, bazen sabahlara kadar rükûda kalır. 'Bırakın üç kere Sûbhane rabbiyel âla demeyi, ben bir keresini bile beceremiyorum' diye yakınır. Eh onun özlediği ibadet meleklerinkinden farksız olmalıdır. 'Namazda huşu öyle olmalıdır ki' der: 'Bağrına bıçak sokulsa duyulmaya.'

Biri sorar: 'Nasılsın?' Cevap manidardır: 'Akşama çıkacağını bilmeyen biri nasıl olursa!' Sevenleri ısrarla nasihat isterler. O gülümser:

- Allahü teâlâyı bilir misiniz?

- Evet biliriz.

- Öyleyse başka şeyleri bilmeseniz de olur.

- Aman efendim bir nasihat daha.

- Allahü teâlâ sizi bilir mi?

- Elbette bilir.

- Öyleyse başkaları bilmese de olur.

Mübarek, Allahü teâlâdan çok korkar ve buyururlar ki: İnanın Allahü teâlâ'yı tanıyana gizli kalmaz.

Veysel Karani hazretleri hayatını kendi ifadesiyle şöyle hülâsa eder. 'Yüksekliği tevazuda buldum, liderliği nasihatte... Nesebi takvada buldum, şerefi kanaatte... Rahatlığı zühdde buldum, zenginliği tevekkülde.'

Bizde ne takva, ne zühd, ne de tevvekkül. Eh bir şey bulamıyoruz tabii. Allahü teâlâ o büyüklerin yüzü suyu hürmetine sonumuzu hayreyliye.

Veysel Karani Hazretlerinin kutlu hırkası elden ele geçer ve Van civarında hüküm süren İrisan Beyleri'ne gelir. Hicri 1028 yılında 2. Osman Han'a hediye edilen nurlu emanet İstanbul'da heyecanla karşılanır. Asitane halkı ona 'Hırka-ı Şerif' der, ramazanlarda ziyaret ederler. Buğulu gözlerle ilmeklerine dalar, Efendimizi hatırlarlar.

Gel zaman git zaman büyük izdihamlar yaşanır. Hırkanın saklandığı ve sergilendiği küçük bina kalabalığı kaldırmaz olur. Abdülmecid Han bu mübarek hırkanın şerefine, Fatih'te koca bir mahalleyi istimlak eder ve biblo güzelliğinde bir cami yaptırır. Bu uğurda şahsi servetini fedadan çekinmez. Belki de şu ferah mabedi böylesine sevimli kılan, temelindeki ihlâstır, kimbilir?

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.304
  • 223.494
  • 28.304
  • 223.494
# 15 May 2016 17:27:00
İki hasta adam aynı hastane odasında kalıyordu.
Hastalardan birine akciğerlerindeki sıvının akması için öğleden sonraları bir saatliğine dik durmasına izin verilmişti.
Onun yatağı odadaki tek pencerenin yanındaydı.
Diğer hasta ise tüm gününü yatağında uzanarak geçirmek zorundaydı.
Birbirleriyle saatlerce konuşurlardı; eşlerinden, ailelerinden, askerlik anılarından, gittikleri tatil yerlerinden…
Pencerenin yanındaki hasta her öğleden sonra yatağında doğrulduğunda zamanını pencerenin dışındaki gördüğü her şeyi oda arkadaşına anlatarak geçiriyordu.
Diğer yataktaki adam ise bir saatlik bu dilimde dış dünyadaki tüm yaşantılarla ve renklerle kendi hayatını genişletiyor ve canlandırıyordu.
Pencere güzel bir gölün yanındaki parka bakıyordu. Gölde çocuklar oyuncak gemilerini yüzdürürken ördekler ve kuğular da suyun üzerinde oynuyordu. Genç âşıklar her renkten çiçeklerin arasında kol kola yürüyorlardı ve şehrin silueti uzakta görülebiliyordu.
Pencerenin yanındaki adam bunları en ince ayrıntısıyla anlatırken, diğer taraftaki adam gözlerini kapatıp bu hoş manzarayı hayal ediyordu.
Sıcak bir öğle sonrası, pencerenin yanındaki adam ilerleyen bir bando takımından bahsetti.
Diğeri bandoyu duymamasına rağmen pencerenin yanındakinin açıklayıcı kelimelerinin yardımıyla sesleri zihninde canlandırdı.
Günler, haftalar, aylar geçti. Bir sabah hemşire hastaların odasına banyo suyu getirdiğinde pencerenin yanındaki hastanın ölü bedenini buldu – sessizce ölmüştü.
Hemşire üzüldü ve ölü bedeni alması için hastane görevlilerini çağırdı.
Makul gördüğü en kısa zamanda diğer hasta pencerenin yanına taşınmak istediğini belirtti. Hemşire bu bu isteği mutlulukla yerine getirdi ve hastanın rahat ettiğinden emin olduktan sonra odadan ayrıldı.
Hasta, yavaşça ve acı çekerek dışarıdaki gerçek dünyaya bakmak için kendini dirseğiyle destekleyerek doğruldu. Yatağın yanından pencereye dönmeye çabaladı.
Onu boş bir duvar karşıladı.
Hemşireyi çağırıp ona pencerenin dışındaki öylesine harika şeylerden bahseden merhum oda arkadaşın neden böyle bir şeye gerek duyduğunu sordu.
Hemşire merhumun kör olduğunu, duvarı bile göremediğini söyledi,
ve “Belki de sadece seni cesaretlendirmek istemiştir” dedi.
Son söz:
Başkalarını mutlu etmenin muazzam bir mutluluğu vardır, kendi halimize rağmen.
Kederi paylaşmak yükünü hafifletir, ama paylaşılan mutluluk ikiye katlanır.
Eğer zengin hissetmek istiyorsan paranın satın alamadığı, senin sahip olduğun her şeyi gözünün önüne getir..!!
*Alıntı

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.304
  • 223.494
  • 28.304
  • 223.494
# 17 May 2016 15:02:41
Çooook güzel bir yazı ...

İnsanların karakterini okuyabilirsiniz bu da bir sünnettir. Mesela evlatlarınızın karakterini okuyun. Sert mizaçlı çocuğunuzu uysallaştırmaya çalışıp durmayın,bırakın o Ömer gibi olsun. Yumuşak mizaçlı çocuklarınızı,kız gibi olacak endişesiyle sertleştirmeye çalışmayın, bırakın o Ebubekir olsun. Ama kendi kendine olur mu? Olmaz. İşte annelik babalık tam burada devreye girecek. Sen çocuğunun karakterini çözeceksin,her gün yeniden tanıyacaksın,zor olacak ama sabredeceksin. O çocuk kendi kendine Ömer olmaz Ebubekir olmaz sen emek vereceksin ve onu emanet göreceksin. Yani tabiatlarıyla uğraşmayın çocukların. Tabiatla savaşan Allah ile savaşır. Bu yüzden tabiatı tanımak ve terbiye etmek lazımdır. Ya da mesela arkadaşlarınızın karakterini okuyun. Ona göre davranın,ona göre muhabbet açın,ona göre beklentilere girin. Değişime açık olmayan insanlara sürekli nasihat edip,duvara konuşmaya gerek yok. Zamanla hırs yapar. Sevmedikleri muhabbetler açıp insanların tepkisini çekmeye gerek yok. Zamanla sinir yapar. İnceliklerden anlamayan arkadaştan ısrarla incelik ve güzellik beklemeye gerek yok. Zamanla kırgınlık yapar. Bunlar senin karakterin onun değil. Böyle olduğu için değiştirmeye çalışamazsın. Kendin bir şeyler yapıp ondan görmediğinde, onu eksik ve kusurlu bulamazsın. Hakkın yok. O bambaşka bir dünya. Onun da tabiatıyla oynayamazsın. Bunları aşırı dünyalık ve kişiden kişiye değişkenlik gösteren özellikler. İslam bunlara bir sınırlama getirmemiş, sen de getiremezsin. Efendimiz kimsenin karakterlerini değiştirmeye çalışmadı. Onlara İslamı anlattı ve ahlaklarını terbiye etmeyi öğretti. Sen dedi Ömersin, sertsin evet ama buna sınırlama getirmelisin. Sen dedi Abbassın, sevilmeyi seviyorsun ama insanların hislerine saygı duymalısın. Sen dedi Üseydsin, şakacısın evet ama lafın gideceği yere dikkat etmelisin. Sen dedi Ammarsın, açık sözlüsün ama bazen susmayı öğrenmelisin. Sen dedi Haticesin,ticarette iyisin ama diğerlerinin fikirlerini de almalısın. Sen dedi Fatmasın, cesursun ama yerini bilmelisin. Sen dedi Ayşesin,kıskançsın ama sınırı kaçırmamalısın. Hiçbirine “Değişeceksin böyle olmaz” demedi. İslamın zamanla onları terbiye edececegini biliyordu çünkü...

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.099
  • 45.143
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.099
  • 45.143
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 17 May 2016 17:27:29
ÇOK İLGİNÇ BİR HÂDİSE (padişahın işi ne?)

Sultan Murad Han o gün bir hoşdur. Telâşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Vezir-i a‘zam Siyavuş Paşa sorar:
-Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
-Akşam garib bir rüya gördüm.
-Hayırdır inşâallah?..
-Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
-Nasıl yani?
-Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın te’sîrindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır.
İşte tam o sırada yerde yatan bir cesed gözlerine batar, sorarlar:
-Kimdir bu?
Ahâli:
-Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın me’yûsun biri işte!...
-Nerden biliyorsunuz?
-Müsâade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz...
Bir başkası lafa girer;
-Biliyor musunuz, der. Aslında iyi san‘atkârdır. Azaplar Çarsısı’nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarab taşır evine, hem de nerde nâmlı mimli kadın varsa takar peşine..
Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
-İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemâatte gören olmuş mu?... Hâsılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdîli kıyâfet mollalar kalırlar mı ortada!...
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :
-Nereye?
-Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
-Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebâ‘mızdır. Defini tamamlamak gerek.
-İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
-Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha…
-Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
-Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
-Aman efendim, nasıl kaldırırız?
-Basbayağı kaldırırız işte.
-Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfîni, telkîni...
-Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhâne bulmalıyız.
-Şurada bir mahalle mescidi var ama...
-Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
-Ne bileyim, Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fâtih Camii’nden...
-Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkânı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fâtih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur.
Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyân güzelleşir sanki. Bir nûrdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem ma‘nâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de kezâ... Mechûl nalıncıyı kefenler, tabutlar, musallâ taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
-Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz gālibâ...
-Nasıl yani?..
-Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetîmleri?...
-Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbîhine döner, padişah garib maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar…
Hâdiseyi metânetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
-Hakkını helâl et evlâdım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayâl dünyasından...
-“Biliyor musun oğlum?” diye derdli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselâm... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarab şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helâya!..
-Niye?
-Ümmeti Muhammed içmesin diye...
-Hayret...
-Sonra, ma‘lûm kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. “Ben sizin zamanınızı satın aldım mı?” “Aldım” derdi. “Öyleyse simdi dinlemeniz gerek...” O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihâl. Hucceti İslâm okurdum...
-Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
-Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi.
Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbîr alırken Ka‘be’yi görmeli...
-Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
-İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya... Hatta bir gün;
- Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada...
- Doğru, öyle ya? Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim.
-İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
-Peki o ne dedi?
-Önce uzun uzun güldü, sonra;
-Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.304
  • 223.494
  • 28.304
  • 223.494
# 17 May 2016 17:38:41
İbretlik. ..

Merhabalar yarin benim 1. Evlilik yil donumum. Ne yazik ki hayal ettigim gibi olmayacak. Esimle cok severek evlendik. Hersey cok guzel gidiyordu ta ki 04.06.2015' e kadar. Bacaklarimda bir kac morluk olusmustu. Esimin israriyla hastaneye gittik. Ben cok onemsemiyordum. Kansizliktan dolayidir diye dusundum ama ne yazikki oyle olmadi losemi oldugumu soylediler bir cesit kan kanseri iste. Dunya basima yikilmisti. Ustelik biraz daha gec kalsaymisim cok kotu seyler olabilirmis. Apartopar hastaneye yattim o gun. Sabaha kadar uyuyamadim. Esime o gun bosanalim dedim. Inanin o kadar farkli bir psikolojiki bu anlamanizi bekleyemem. Neden benle bu cileyi ceksin onun ne sucu var diye dusunuyordum onu bu bilinmezlige suruklememin ne anlami vardi ama esim o gun bana daha once ki sarilmalarindan cok daha farkli sarildi evet bu adam benim esim yol arkadasim dert ortagim dedim. Bir an olsun yanimdan ayrilmadi. Artik hematoloji servisindeki hastalar doktorlar hemsireler taniyordu o kadar yani. Kemoterpiler nedeniyle agresif olup kaba davraniyordum hic birgun bunlari umursamadi. 9 eylulde kardesimden alinan ilikle nakil oldum. Bakalim bu uzun bir surec umarim Rabbim beni esime bagislar.
Önemli Olan Adam Olmak Değildir; "Adam Kalmak"tır! Adam Olmak İçin Değil, Adam Kalmak İçin Çalış; Adam Kalmak İçin Yaşa

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 17 May 2016 23:10:46
Hindistan da çok ünlü bir ressam varmış. Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş. Ve onu "Renklerin Ustası" anlamına gelen Ranga Çeleri olarak tanısa da; kısaca Ranga Guru derlermiş.

Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş. Ranga Guru ise; “Sen artık ressam sayılırsın Racaçi. Artık senin resmini halk değerlendirecek” diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş.
Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş.
Raciçi denileni yapmış. Ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor. Çok üzülmüş tabiî. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki. Alıp resmi götürmüş Ranga Guru'ya ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş. Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Raciçi yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru'ya götürmüş.
Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru. Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte. Ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile birlikte bırakmasını istemiş. Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış, fırçalar da, boyalar da kullanılmamış.
Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış. Ranga Guru ise; “Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. Oysa ikinci konumda onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiçkimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi. Sevgili Raciçi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Onlara göre senin emeğinin hiç bir değeri yoktur. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma” demiş

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.304
  • 223.494
  • 28.304
  • 223.494
# 18 May 2016 15:36:04
“Yatılı lisede okuyorduk. Devlet bize hatırladığım kadarıyla o zamanın parasıyla 5 lira aylık harçlık veriyor ve onunla kalem silgi gibi ihtiyaçlarımızı karşılayabiliyorduk. Maddi imkânları iyi olan aileler her hafta çocuklarına fazladan para gönderiyordu. Ben de çoğu zaman, bana da para gelebilir ümidiyle ilan edilen listeleri okumaya koşuyor ve her defasında başımı önüme eğip geri dönüyordum.
Bana fakir ailemden para gelemiyordu, ama devletin verdiği harçlıklar birikiyordu elimde. Bir defa pastaneye tatlı yemeye gitsem tüm paramı bitireceğimi biliyordum ve doğrusu denemediğim için dışarıda bir çay içmeye bile istek duymuyordum. Nasılsa devletimiz tüm zorunlu ihtiyaçlarımızı karşılıyordu.
Günün birinde bir okul arkadaşım benden borç istedi, verdim. Sonra diğeri geldi, yine verdim. Sonra şaşkınlık içerisinde düşündüm: Her hafta parası gelen kimselerdi bunlar ve benden borç istiyorlar. Onların paraları yok ve benim var. Bakar mısın? O an iktisadın nasıl bir servet olduğunu fark ettim. Gereksiz harcamalara son verebilsek servet biriktireceğiz, haberimiz yok. Harcamak, tüketmek çok kolay! Akıllı insanlar beş yıl öncesinin cep telefonunu kullanmaktan erinmiyorlar. Ama kimileri de kapitalizmin hipnozuna kapılmış. Teknolojiyi parça parça yayına sürerek servetlerine servet katan firmaları sürekli takip ediyorlar.
Şu örneklere bakalım: Otuz yıl, günde bir paket sigara içmek, ömre ve ilişkilere verdiği zararı yok sayarsak, bir evi ateşe verip imha etmek gibi bir İsraf. Ülkemizde her yıl en az bir Afrika ülkesini doyuracak kadar ekmek israf ediliyor. Geceleri bir sürü lamba gereksiz yanıyor, bir sürü eşya hor kullanılıp erken tüketilerek atılıyor. Oysa eline geçen harçlıklarla bile zenginleşebilir insan. Hiç küçümsemeyelim israfın zararlarını ve hatta servetlerin sahibi olan Allah’ın müsrifleri sevmediğini hatırlayalım. Damla kadar su bile birikip deniz olabiliyor. Zenginliğin yolu esas elimize çok para geçmesi değildir. Cebi delik olanın elinde dağ gibi servetler bile eriyip gider. Hepimiz İsraf hastalığına bulaşmadan tedbir almalıyız. Yoksa sonu hırsla harama bulaşmak ve günün birinde fakirleşmek olacaktır.”
Dr. Muhammed Bozdağ [linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı Gül Rengi

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.941
  • 47.505
  • 2.941
  • 47.505
# 18 May 2016 19:51:06
.

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.099
  • 45.143
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.099
  • 45.143
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 19 May 2016 09:37:44
HAYATIMDAKİ EN İYİ ÖĞRETMEN
Bu, çok yıllar önce bir ilkokulöğretmenin başından geçen bir hikayedir. Adı Bayan Thompson'du.Ve 5.sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk günonlara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynıderecede sevdiğini söyledi.Bu mümkün değildi, çünkü orada ilksırada, sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı. Adı Teddy Stoddard.Bir önceki yıl, Bayan Thompson, Teddy'yi gözlemiş, onundiğer çocuklarlaoynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken birhalde olduğunu görmüştü. Ve, Teddy mutsuz daolabilirdi.Çalıştığı okulda Byan Thompson, her öğrenciningeçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti. Ve Teddy'nin bilgilerini en sona bırakmıştı.Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı.
Çünkübirinci sınıf öğretmeni: "Teddy zeki birçocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor veçok iyi huylu... ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı.İkinci sınıf öğretmeni:"Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evdeannesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor.."diyordu.Üçüncü sınıf öğretmeni:"Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgigösteremiyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek."diye yazmıştı.Dördüncü sınıf öğretmeninegelince: "Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgigöstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti.Şimdi Bayan Thompsonsorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Ve öğrenciler ona güzel kağıtlarasarılmış süslü kurdelelerle paketlenmiş Noel hediyeleri getirdiğinde kendinidaha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin armağanı kabakahverengi bir kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı.Bunu diğer öğrencilerin önündeaçmak ona çok acı verdi. Bazıları paketten çıkan bazı taşları düşmüş ve sahtetaşlardan yapılmış bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeyebaşladılar, fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek veparfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerinibastırdı.O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek "Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi.Çocuklar gittikten sonra öğretmenyaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma,matematik öğretmekten vazgeçerek onlarıeğitmeye başladı.Teddy'yeözel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekasının tekrar canlandığınıhissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu.Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına karşın Teddy onun en sevdiği öğrenci olmuştu.Bir yıl sonra, kapısının altındabir not buldu. Teddy'dendi. Tüm yaşantısındaki en iyiöğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu.Ondan yeni bir not alana kadar 6yıl geçti.O notta liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenciolduğunu ve Bayan Thompson'un hala en hayatındagördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu.Dört yıl sonra, bir mektup dahaaldı Teddy'den. O arada zamanın onun için zorolduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çokçaba sarf etmesi gerektiğini yazıyordu. Ve Bayan Thompsonhala onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi.Daha sonra dört yıl daha geçti vebir mektup daha geldi. Ve çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunuama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve hala Bayan Thompsononun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi. Bu kez mektubun altındaki imzabiraz daha uzundu. Theodore F.Stoddard Tıp Doktoru.Bu hikaye burada bitmedi. Sonrailkbaharda bir mektup daha aldı Bayan Thompson. Teddy hayatının kızıyla tanıştığını ve evleneceğiniyazmıştı. Ve babasının birkaç yıl önce öldüğünü ve Bayan Thompson'undüğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağınısoruyordu, tabii ki oturabilirdi.Ve tahmin edin ne oldu? O törenegiderken birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı ve tabii ki Noel'de Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunusöylediği parfümü de sürmeyi ihmal etmedi. Birbirlerini sevgiylekucaklarlarken, Teddy onun kulağına "Banainandığınız için çok teşekkürler Bayan Thompson, Beniönemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için.."diye fısıldadı.Bayan Thompsongözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Ben sana teşekkür ederim Teddy" dedi. "Sen yanılıyorsun. Ben sana değil,sen bana öğrettin. Seninlekarşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum.!"

Çevrimdışı kurthan

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 10.655
  • 72.847
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 10.655
  • 72.847
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 19 May 2016 11:34:37
AğzınaYılan Kaçan Adam
Akıllı birisi, atına binmiş gidiyordu. Yol kenarında uyumakta olan birisinin de ağzına yılan kaçmak üzereydi. Atlı, yılanı ürkütüp kaçırmak ve adamı kurtarmak için atını koşturdu, fakat yetişemedi.
Tutup o adama kırbacıyla birkaç kere vurdu. Uyanan adam, dar­belerin acısıyla bir ağacın altına kadar kaçtı. Oraya bir hayli çürük elma dökülmüştü. Atlı:
– Bunları ye, diye emretti.
– Beyim, dedi adam, ben sana ne yaptım. Eğer bana hakikaten kastın varsa, vur kılıcı öldür. Sana çattığım saat ne uğursuzmuş. Ne mutlu senin yüzünü görmeyene. Dinsizler bile kimseye sebepsiz böyle yapmazlar.
Bir yandan da lanetler okuyor, beddua ediyordu:
– Ya Rabbi, cezasını sen ver, diyordu.
Atlı ise onu dövüyor:
– Koş, diyordu.
Atlı adamı epeyce bir zaman koşturdu. Nihayet adamın safrası kabardı, yediklerini kusmaya başladı. Bu arada yılan da çıktı. Adam yılanı görünce atlının ayağına kapandı:
–  Sen bir rahmet meleğisin, dedi, ne mübarek saatmiş ki seni gördüm. Sen beni analar gibi ararken ben eşekler gibi kaçıyordum. Durumu biraz olsun bilseydim sana bu kadar kötü sözleri söyler miydim?! Sükut ederek kızgın göründün, hiçbir şey söylemeksizin kafama vurmaya başladın. Bağışla!
– Eğer ben biraz olsun sana hali çıtlatsaydım derhal ödün patlar­dı, içindeki yılanı bilseydin ne elma yiyebilir, ne koşabilir ne de kusabilirdin. Sen bana söverken ben gizlice, “Ya Rabbi, işimi kolaylaştır” diye dua ediyordum.

İşte bu, akıllının düşmanlığıdır. Akıllının düşmanlığı, ahmağın dostluğundan yeğdir, denilmiştir.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK